Okuduğum kitaplardan, altı çizilesi satırlar...
5 Aralık 2009 Cumartesi
Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie :"Şah'ın Rüyası, Aşk bir hastalıktır"
Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie "Aylar süren sessizlik"
Floransa Büyücüsü Salman Rushdie, "Ekber ve Birbal"
4 Aralık 2009 Cuma
Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, Umberto Eco
Önce hiçbir şey öğrenemeyecekleri için faşistlere, sonra günah olduğu halde intihar ettiğim için rahiplere, sonra da tanrı’ya, onun karar verdiği zaman değil, dilediğim zaman öldüğüm için. al sana...
30 Kasım 2009 Pazartesi
Mülksüzler Ursula K. Le Guin
Bu karabasan caddesinin en garip yanı da satılık milyonlarca şeyin hiçbirinin orada yapılmıyor olmasıydı. orada yalnızca satılıyorlardır. işlikler, oymacılar, boyacılar, tasarımcılar, makineciler neredeydi, eller neredeydi, yapan insanlar? gözden uzak, başka bir yerde. duvarlar arkasında. dükkanlardaki herkes ya alıcı, ya satıcıydı. nesnelerle sahip olmak dışında bir ilişkileri yoktu.
Mülksüzler Ursula K. Le Guin
Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok.,hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok.başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız.varlıklı değiliz. hiçbirimiz zengin değiliz, hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. Eğer istediğiniz, aradığınız şey buysa o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum, ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir.
Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya sizdedir, ya da hiçbir yerde değildir.
18 Eylül 2009 Cuma
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Birkaç hafta sonra Visitacion tam yatışmaya başladığı sırada bir gece, Jose Arcadio Buendia, uyku tutmadığı için yatakta dönüp durmaya koyuldu. Ursula'nın da uykusu açılmıştı, kocasına Neyin var? diye sorunca, Jose Arcadio Buendia, Prudencio Aguilar yine aklıma takıldı, dedi. O gece bir dakika bile gözlerini yummadılar, ama ertesi gün hiçbir rahatsızlık duymadıklarından gece olanları unuttular. Öğle yemeğinde Aureliano, laboratuvarda sabahlayıp Ursula'ya doğum günü armağanı olarak vereceği iğneyi altın suyuna batırmakla uğraştığı halde hiç yorgunluk duymadığını şaşırarak anlattı. Üçüncü gün olup da yatma saati geldiği halde kimsenin uykusu gelmeyince ve elli saatten fazladır uyumadıklarını hesap edinceye kadar telaşa kapılmadılar.
Kızılderili kadın, o kadere inanmış tavrıyla, Çocuklar da uyumadılar, dedi. Hastalık bir kez eve girmeye görsün, kimse yakasını kurtaramaz. Gerçekten de uykusuzluk illetine yakalanmışlardı. Bitkilerin şifa hassasını anasından öğrenmiş olan Ursula, hemen boğanotu şerbeti kaynatıp hepsine içirdiyse de, hiçbirini uyku tutmadı ve ayaküstü düş göre göre akşamı ettiler. Bu sanrılı uyanıklık içinde yalnızca kendi düşlerindeki kişileri görmekle kalmadılar, ötekilerinin düşlerine girenleri de gördüler. Sanki eve bir alay konuk dolmuş gibiydi. Mutfağın köşesindeki salıncaklı sandalyesine oturan Rebeca, beyaz ketenler giyinmiş, gömleğinin üst düğmesi altından, kendine çok benzeyen bir adamın bir demet gül getirdiğini gördü.
Adamın yanındaki kadın, zarif elleriyle demetten bir gül çekip çocuğun saçına taktı. Ursula, adamla kadının Rebeca'nın annesiyle babası olduklarını kestirdi, ama nereden tanıdığını bulup çıkarmak için çok çalıştıysa da, sonunda onları ömründe görmemiş olduğuna kesinlikle karar verdi. Bütün bunlar olup biterken, Jose Arcadio Buendia, boş bulunup önlem almadığı için, evde yapılan hayvan biçimindeki şekerlemeler hala kasabada satılıp duruyordu. Yediden yetmişe herkes, uykusuzluk bulaşmış o tadına doyulmaz yeşil horozları, uykusuzluğa batmış o güzelim pembe balıkları, uykusuzluğa bulanmış o şipşirin sarı tayları emip duruyordu. Böylece pazartesi sabahı doğan güneş; bütün kasabayı ayakta buldu. Önceleri kimse telaşa kapılmadı. Tam tersine, uyumadıklarına seviniyorlardı, çünkü o sıralarda Macondo'da yapılacak öyle çok iş vardı ki, kimse yetişmeye zaman bulamıyordu. O kadar çok çalışmaya koyuldular ki, çok geçmeden gecenin üçünde kollarını kavuşturup saatin sesini sayar oldular. Yorgunluktan değil de, sırf düş görmeyi özlediklerinden uyumak isteyenler, bitkin düşüp uyuyabilmek için akıllarına gelen her yolu denediler. Biraraya toplanıp bitmez tükenmez sohbetlere dalıyorlar, aynı fıkraları saatlerce üst üste yineliyorlar, kısır horoz masalını alabildiğine uzatıp duruyorlardı.
Çek çek uzayan bir masaldı bu, masalı anlatacak olan, Size kısır horoz masalını anlatayım mı? diye sorar, Evet derlerse, Ben size evet deyin demedim ki, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, derdi. Yok, dinleyiciler Hayır derse, bu kez de masalcı Ben sizden hayır demenizi istemedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, deyip çıkardı işin içinden. Kimse ses çıkarmayacak olsa, masalcı Ben size susun demedim, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, deyip silbaştan yapardı. Biri gitmeye davransa, masalcı, Ben size gidin mi dedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, diyerek oturturdu onları ve masal böylece uzar gider, geceler boyu sonu gelmezdi.
Bellek kaybını birkaç ay olsun önleyecek formülü Aureliano, hem de kazara buldu. Hastalığa ilk yakalananlardan biri olarak bu alanda uzmanlaştığı için, gümüş işleme sanatında da kusursuz bir ustalığa erişmişti. Bir gün maden varaklarını dövmekte kullandığı ufak örsü ararken, adını bulamadı. Babasına sordu, babası Iskaça dedi. Aureliano bunu bir kağıda yazıp örsün sapına yapıştırdı: Iskaça. Böylece bir daha unutmazdı. Meretin adı zaten bir tuhaf olduğundan, bunun bellek kaybının ilk belirtisi olduğu da aklına gelmedi. Ama birkaç gün sonra, baktı ki, laboratuvardaki nesnelerden nerdeyse hiçbirinin adını anımsayamıyordu. Bunun üzerine, hepsinin adını yazıp yapıştırdı, baktı mı ne olduklarını anlıyordu artık.
Babası yelyepelek gelip çocukluğunun en önemli anılarını bile unuttuğundan dert yanınca, Aureliano bulduğu yöntemi babasına da açtı ve Jose Arcadio Buendia, bunu önce evde, daha sonra bütün kasabada uygulamaya koydu. Fırçayı mürekkebe batırıp her şeyin üzerine adını yazdı: masa, sandalye, saat, kapt, duvar, yatak, tencere. Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi kondurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı nasıl hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır: Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştılabilmesi için kaynatılması şarttır. Böylece, bir an için adlarıyla yakalanan, ama yazılı harflerin ne demeye geldiğini unuttukları anda kaçıp ellerinden kayıveren bir gerçeği yaşamaya başladılar.
Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Anacaddeye Tanrı Vardır yazan bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duyguları hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı. Ama bu sistem öylesine büyük bir dikkat ve sağlam sinir istiyordu ki, çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı. Eskiden iskambil falı açıp geleceği okuduğu gibi şimdi de geçmişi okumak numarasını bulan pilar Ternera, bu aldatmacanın yayılmasında en büyük rolü oynadı. Bu yolla, uykusuzluk hastalığına yakalananlar, iskambillerin belirsiz olasılıkları üzerine kurulmuş bir dünyada yaşamaya başladılar. İskambillere göre, kiminin babası nisan başında gelen esmer adam, kiminin anası sol eline altın yüzük takan esmer kadın, kiminin doğum günü tarlakuşunun defne dalına konup şakıdığı son salı oluyordu.
Bu avuntu yollarının karşısında yılgınlığa düşen Jose Arcadio Buendio, bir zamanlar çingenelerin eşsiz buluşlarını unutmamak için yapmayı tasarladığı bellek makinesini yapmaya karar verdi. İnsan eliyle yaratılan bu harika, ömür boyunca edinilen bilgilerin tümünün her sabah baştan sona tazelenmesi görüşüne dayanıyordu. Bunu bir döner sözlük biçiminde tasarlıyordu. Sözlüğün eksenine oturan, kolu çevirerek çarkı döndürecek ve insan yaşamındaki en gerekli bilgiler birkaç saat içinde gözünün önünden geçecekti..
28 Ağustos 2009 Cuma
Doğmamış Kristof - Carlos Fuentes
BENDEN Mİ SÖZ EDİYORSUNUZ?
Madde 22 (Catch22) -Joseph Heller
27 Ağustos 2009 Perşembe
Catch 22 ( Madde 22) - Joseph Heller
Deli olan birisini görevden alamaz mısın?
- Tabiî ki. Almam lazım. Deli birini görevden almam gerektiğini söyleyen bir kural var.
- O zaman neden beni görevden almıyorsun? Ben deliyim. Clevinger’e sor!
- Clevinger? Clevinger nerede? Clevinger’i bul sorayım.
- O zaman herhangi başka birine sor. Sana ne kadar deli olduğumu söyleyeceklerdir.
- Onlar deli.
- O zaman neden onları görevden almıyorsun?
- Neden benden onları görevden almamı istemiyorlar?
- Çünkü onlar deli de ondan.
- Tabiî ki deliler. Sana onların deli olduğunu biraz önce söyledim öyle değil mi? Ve deli insanların senin deli olup olmadığına karar vermesine izin veremezsin, değil mi?
- Orr deli mi?
- Kesinlikle.
- Onu görevden alamaz mısın?
- Tabiî ki alırım. Fakat önce benden bunu istemesi lazım. Bu kuralın bir parçası.
- Peki neden sormuyor?
- Çünkü deli. Onca tehlikeli uçuştan sonra muharebe uçuşu yaptığına göre deli olmalı. Tabiî ki onu görevden alabilirim. Ama önce bunu benden istemesi lazım.
- Görevden alınmak için yapması gereken tek şey bu mu?
- Bu. Yeter ki istesin.
- Ve o zaman onu görevden alacak mısın?
- Hayır. O zaman onu görevden alamam.
- Bu kuralda bir bityeniği olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?
- Elbette. Madde-22. Çarpışma görevinden kaçmak isteyen biri gerçekten deli değildir.
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Bozkıkurdu Hermann Hesse
Aylak Adam Yusuf Atılgan
Çevresine bakındı, yoktu. Oturma odasını da aradı, orada da yoktu.
Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.
17 Haziran 2009 Çarşamba
Boşlukta, bütün nesneler aynı hızla düşer, Sartre, Bulantı
Bir değişiklik olsa, doğa birdenbire kıvranmaya başlasa, ne olur? Dalgakıranları, savunma duvarları, elektrik santralleri, izabe fırınları, şahmerdanları o zaman ne işlerine yarayacak? Değişiklik olsun biraz, görelim, daha fazlasını istemiyorum. Birden yalnızlığa gömülmüş kimseler, yapayalnız, korkunç yalnızlıkları içinde insanlar sokaklarda koşuşacak.gözleri bir yere dikili, dertlerinden hem kaçıp hem onu içlerinde taşıyarak, ağızları açık, kanatlarını çırpan dil böcekleriyle önümden yorgun argın geçecekler. O zaman katıla katıla güleceğim; gövdem, düğün çiçekleri ve kasımpatıları gibi açılan ne idüğü belirsiz pis kabuklarla kaplı olsa bile güleceğim. Sırtımı bir duvara dayayıp önümden geçtikleri sırada, “Biliminiz nerede? Hümanizmanıza ne oldu? Düşünen kamış onurunuzdan ne haber?” diye haykıracağım. Korkmayacağım, hiç olmazsa şu anda korktuğumdan fazla korkmayacağım. Benim asıl korkum varoluştan.
---
İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak, anları yağlarından sıyırmak, bükmek , kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksafon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bunu şöylede anlatabiliriz: Yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret kentlerinin dünyasında varolup gidiyor ve tabloların ardında, kitapların ardında bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu.
Some of these days,
You will miss me honey
Jean Paul Sartre – La Nausea -Bulantı
11 Haziran 2009 Perşembe
Öldürmek, Amat, İhsan Oktay Anar
20 Mayıs 2009 Çarşamba
Sayılar ve Beden, Foucault Sarkacı, Umberto Eco
"Başka balıkları"
"Peki başka balıklar neyi anımsatıyor?"
"Başka balıkları"
( Joseph Heller, Catch 22 )
"Bum" dedi Lia, "İlk örnekler diye bir şey yoktur; beden vardır.Karnın içi güzeldir,çünkü bebek büyür orada, çünkü senin güzel kuşun sevinçler içinde içeri dalar,tadı güzel besin aşağı iner;işte bunun için ,mağara da, girinti çıkıntılar da,kanal da, yeraltı da güzeldir,önemlidir; hatta bizim o güzelim barsaklarımızın imgesine göre yapılmış olan labirent de. Biri önemli bir şey icat etmek istediği zaman,oradan getirmek zorundadır onu; çünkü sen de oradan geldin,doğduğun gün.Üretkenlik bir kovuğun içindedir her zaman;orada önce bir şey çürür,sonra karşında bir küçük Çinli,bir hurma,bir baobab beliriverir. Ama yukarısı, her zaman aşağıdan daha iyidir; çünkü baş aşağı durursan kan başına sıçrar; çünkü ayaklar kokar,saçlarsa daha az kokar; çünkü bir ağaca çıkıp meyve toplamak,sonunda yeraltına girip kurtlara yem olmaktan daha iyidir; çünkü yukarıdaki bir şeye çarptığında çok seyrek olarak incitirsin bir yerini (bunun için tavanarasında olman gerekir),oysa düşünce genellikle bir yerini incitirisin. İşte bu nedenle yukarısı meleklere,aşağısı şeytana özgüdür.Ama, az önce karnım hakkında söylediklerim de doğru olduğundan,bunların ikisi de doğrudur;bir anlamda aşağısıyla içerisi güzeldir; bir başka anlamda da yukarısı ile dışarısı.Hem bütün bunların Merkürün ruhu yada evrensel çelişkiyle hiçbir ilişiği yok.Ateş insanı ısıtır,soğukta bronşit olursun,hele dört bin yıl önce yaşamış bir bilginsen. Bu yüzden de, ateşin gizemli özellikleri vardır, tavuk kızartmanın yanısıra. Ama soğuk aynı tavuğu bozulmaktan korur; ateşe dokunursan kocaman bir kabarcık olur elinde;bunun için ,bilgelik gibi binlerce yıldır saklanmış bir şeyi düşünürsen,yüksek bir dağın üstünde(yüksekliğin iyi bir şey olduğunu biliyoruz),ama aynı zamanda bir mağaranın içinde(bu da iyi bir şeydir),Tibetteki karların sonsuz soğukluğunda (en iyisi de budur)düşünmelisin.Sonra da ,bilgeliğin niçin İsviçre Alplerinden değil de ,doğudan geldiğini bilmek istersen, bunun da nedeni şu; atalarının bedenleri sabahları uyandığında -ortalık hala karanlıksa- doğuya bakıyordu,güneş çıksın,yağmur yağsın diye umarak. Anlaşıldı mı?"
"Evet " dedim gülümseyerek.
"Güneş iyidir, çünkü bedenimize yaralıdır; akıllı olduğu için her sabah yeniden çıkar. Demek ki , geri dönen her şey iyidir; geçip giden bir daha da görünmeyen şey iyi değildir. İnsanın geçtiği yere,aynı yoldan iki kez geçmeksizin geri dönmesinin en kolay yolu bir daire çizerek yürümektir.Halka biçiminde kıvrılabilen biricik hayvan yılandır,yılanla ilgili birçok tapımlarla söylencelerin varlık nedeni de budur; çünkü güneşin geri dönüşünü göstermek için, bir suaygırını halka biçiminde kıvıramazsın.Öte yandan, güneşi çağırmak için bir tören yapmak gerekirse,en iyisi bir daire çizerek devinmektir;çünkü düz bir çizgi üstünde yürürsen evinden uzaklaşırsın,bu yüzden de törenin çok kısa kesilmesi gerekir.Bir kuttören için uygun biçim dairedir;panayırda ateş yutan hokkabazlar da bilirler bunu,çünkü daire biçiminde sıralanınca,herkes ortada kimin durduğunu görebilir; oysa bütün bir kabile bir manga asker gibi düz bir çizgi üstünde sıralanırsa uzakta kalanlar onu göremezler;işte bu nedenle, daire,dönemsel devinim,dairesel dönüş,her tapımda kuttörenin temel öğelerini oluşturur."
"Evet" dedim aşkla ve şehvetle bakarak.
"Şimdi yazarlarınızın çok hoşuna giden büyüsel sayılara gelelim. Sen birsin iki değil,şeyin de birdir, benim şeyim de birdir,bir burnumuz, bir yüreğimiz var;görüyorsun ne çok olumlu şey bir tane. Ama iki gözümüz, iki kulağımız,iki burun deliğimiz var;benim memelerim,senin taşakların,bacaklarımız, kollarımız,kabalarımız,hep iki. Üçe gelince, bütün sayıların en büyüselidir üç;çünkü bedenimiz bu sayıyı bilmez,,hiçbir şeyimiz üç değil,hem sonra nerede yaşarsak yaşayalım,Tanrı’ya verdiğimiz en gizemli sayı olmalı bu. Senin şeyin bir tane... bu iki şeyi biraraya getirirsek yeni bir şey ortaya çıkar; böylece üç oluruz.Yeryüzündeki bütün kültürlerin üçlü yapıları,üçlemeleri olduğunu bilmek için ille de üniversite prfofösörü olmak gerekmez.Ama dinler, bilgisayar kullanmıyorlardı bunun için.O insanların tümü de senin benim gibi insanlardı;gerektiği gibi çiftleşiyorlardı.Üçlemelerin hiçbiri bir gizem değildir;bizim yaptığımızı onların bir zaman yaptığını anlatırlar.Ama iki kol,iki bacak daha dört eder,bu yüzden dörtte güzel bir sayıdır;hele hayvanların dört ayağı olduğunu,bebeklerin dört ayak üstünde emeklediklerini düşünürsen;sfenksin de bildiği gibi.Beş sayısından söz etmemize gerek yok;bir elde beş parmak vardır,iki elin parmaklarını toplarsan bir başka kutsal sayıyı,,on sayısını elde edersin.Hatta On Emir bile zorunluydu;çünkü on iki emir olsaydı,parmaklarıyla bir, iki, üç, diye sayan papaz,,sıra on iki emire gelince,kilisenin kutsal eşya bekçisinin elini ödünç almak zorunda kalacaktı.Şimdi, bedenimizi al, gövdeden çıkan herşeyi say;kollar,bacaklar, baş,penis toplam altı eder,kadınlarda ise yedi;bu yüzden de bana öyle geliyor ki,şu sizin yazarlarınız arasında altı sayısı hiçbir zaman ciddiye alınmaz,üçün iki katı olması dışında.Yalnızca erkekler için geçerlidir bu;çünkü hiç yedileri yoktur onların.Bu yüzden erkekler yönetirken,yediyi kutsal sayı olarak görmeyi yeğ tutarlar;kadınların memelerini unuturlar,ama çaresiz katlanacağız.Sekize gelince...kollarla bacakları birer değil ikişer sayarsak ,dirsekelrle dizleri de ekleyince,sekiz oynak organımız olur.Bu sekize gövdemizi de eklersen dokuz eder,başı da sayarsan on.Yalnızca bedenimizi alırsan,istediğin sayıyı elde edebilirsin;delikleri düşün ,örneğin."
"Delikler mi?
"Evet, bedenimizde kaç delik var?"
"Bilmem" saymaya başladım. "Gözler, burun delikleri, kulaklar, ağız, popo:sekiz"
"Görüyorsun değil mi? Sekiz sayısının güzel bir sayı olmasının bir nedeni de bu.Ama benimkiler dokuz! Bu dokuzuncuyla da seni dünyaya getiriyorum,işte bu yüzden ,dokuz sekizden daha kutsaldır!Bundan sonraki sayıları açıklamamı da ister misin?Ya da, şu senin yazarlarının sözünü edip durdukları senin şu menhirini inceleyelim,istersen.Gündüz ayakta,gece yataktadır;şeyin de öyle ,geceleri ne yaptığını söylemene gerek yok;dikleşince çalışır,uzanınca da dinlenir.Demek ki,dikey durum yaşamdır,güneşi gösterir.Dikili taşlar da ağaçlar gibi dik durur;oysa yatay durumla gece uykudur,ölümdür.Bütün kültürler anıtlara,pramitlere,sütunlara taparlar,balkonların yada parmaklıkların önünde hiç kimse eğilmez.
Sen hiç kutsal parmaklık diye bir arkaik tapınmadan söz edildiğini işittin mi?Görüyor musun?Hem insanın bedeni de elverişsizdir buna;dikey bir taşa taparsan insanların tümü de görürler onu.Oysa yatay bir şeye tapacak olursan,yalnızca ön sıradakiler görebilirler onu;ben de,ben de, diye birbirlerini itip kakarlar;bu da büyüsel bir tören için hiç de güzel bir görünüm değildir..."
"Peki ya ırmaklar?"
"Irmaklara yatay oldukları için değil,içlerinde su olduğu için tapılır;suyla beden arasındaki ilişkiyi anlatmama gerek yok sanırım...Her neyse böyle yaratılmışız bir kere.Bu nedenle de birbirimizden milyonlarca km uzaklıkta da olsak,hepimiz aynı simgeleri geliştiririz.Bu simgelerin hepsi de zorunu olarak birbirine benzer.Bu yüzler,kafalarının içinde beyin diye bir şey olan insanlar,bir simyacının fırınını görünce ,her yanı kapalı,içi sıcak olduğundan,çocuğu üreten ananın karnını düşünürle.Karnında bebek İsa’yı taşıyan Madonna’yı görünce,bunun simyacının fırınını anıştırdığını düşünenler,yalnızca senin Şeytancılarındır.Bir iletim yolu arayarak binlerce yol geçirdiler; oysa her şey apaçık ortadaydı;aynaya bakmaları yeterliydi.
Sen her zaman doğruyu söylersin bana,Benim aynadaki Benim sensin;Senin gözünle görülen ,benim kendimsin.Bedenin bütün gizli ilk örneklerini ortaya çıkarmak istiyorum.Birbirimize en yakın olduğumuz anları belirtmek için ‘örnekleri oluşturmak’deyimini ilk kez o gece kullandık."
Tam uykuya dalarken,Lia omzuma dokundu.”Unutuyordum,”dedi.”Gebeyim”.
Lia’nın sözünü dinlemeliydim.Yaşamın nerede doğduğunu bilen birinin bilgeliğiyle konuşmuştu. Agarttha’nın yeraltı geçitlerinde,Gizi açıklanmış İsis’in piramidinde dolaşırken,Geburaha, yılgı sefirahına girmiştik; dünyada gazabın kendini duyurduğu âna. Bir an için bile olsa,sophia düşüncesine kapılmamış mıydım? Mose Cordovero. Dişinin solda bulunduğunu,tüm niteliklerin Geburaha dönük olduğunu söyler...Yeter ki erkek bütün bu nitelikleri Gelinini süslemek için kullansın,onun yüzünü iyiye doğru çevirsin.Bu ,şu anlama gelir;her istek kendi sınırları içinde kalmalıdır.Yoksa Geburah,Yargı ya,karanlık görünüme,iblisler evrenine dönüşür.
İsteği denetim altına almak...Umbanda töreninde öyle yapmıştım;agoga çalmıştım;gösteriye etkin bir biçimde katılarak trans durumunna geçmeye karşı koymuştum.Lia’yla da böyle yağmıştım;isteği,Gelin’e duyduğum saygıya dönüştürmüş,kasıklarımın derinliklerinde ödüllendirilimiştim; tohumum kutsanmıştı.
Ama direnemeyecektim.Tiferet’in güzelliği baştan çıkaracaktı beni.
12 Mayıs 2009 Salı
Aşkın Metafiziği - Schopenhauer
---
Güzel olmasa da gençliğin çekici bir yanı vardır, burada farkına varamadığımız halde bizi yönelten şeyin, çocuk yapmak olduğu besbellidir. Herhangi bir bireyin, çocuk doğurma yada gebe bırakabilme için en uygun dönemden uzaklaştıkça karşı cinsten bir bireyin hoşuna gitme olanağını da kaybetmesi, işte bundan ötürüdür.
---
Kadınlar,insan güzelliğini en kusursuz biçimde dile getiren delikanlılardan çok otuz ile otuzbeş yaş arasındakş erkekleri ve bu yaşları tercih ederler. Bunun nedeni, kadınların hazdan çok, içgüdüyle hareket etmeleri ve yukarıda sözlü geçen yaş döneminin doğurtucu gücün en yüksek noktasını gösterdiğini kavramalarıdır. Kadınlar genel olarak, güzelliğe ve özellikle yüz güzelliğine pek önem vermezler. Çocuğa güzellik vermek işini, sadece kendilerinin ödevi sayıyormuş gibi davranırlar. Kadınları genel olarak büyüleyen şey, erkeğin kuvveti ve buna bağlı olan cesaretidir. Çünkü bu özellikler, sağlam çocukların ortaya çıkarabileceğinin ve bu çocuklar için cesur bir koruyucunun bulunduğunun işaretidir. Bundan ötürü kadının erkekten beklediği özellikler, kadının kendisinin çocuğuna veremeyeceği niteliklerdir. Yani geniş omuzlar, dar kalçalar, adeleler, sakal, cesaret ve benzeri özelliklerdir.
Kadınları büyüleyen şeyler, özellikle irade kuvveti, kararlılık ve cesarettir. Namuslu olmanın ve iyi kalpliliğinde kadınlar üzerinde olumlu etkisi vardır. Öte yandan, babadan kalıtım yoluyla çocuğa geçemeyeceği için, entellektüel üstünlüklerin, kadınları doğrudan doğruya etkilemedikleri görülür. Kadınlar anlayış kıtlığını kötü bir şey gibi görmezler. Hatta üstün bir zekayı, bir dehayı bile anormal bir şey gibi görerek bu çeşit erkeklerden hoşlanmamaları kabildir. Çirkin, budala ve kaba bir adamın, çoğu zaman kadınlar yanında kültürlü, zeki ve kibar bir erkekten daha fazla başarı kazanması işte bundandır.
---
Ama tutkulu aşka yücelik kazandıran ve onu şiire konu olmaya layık kılan şey, insanın bu kendisine ait olmayan şeyleri arayışıdır ve bu çeşit bir arayış gördüğümüz her büyüklüğü yaratan şeydir. Son olarak, cinsel aşkın bu aşkın duyulduğu varlığa karşı en şiddetli nefretin hissedilmesiyle de bağdaşabileceğinide söyleyelim. Platon’un bu tür bir aşkı, kurdun kuzuya karşı duyduğu düşkünlüğe benzetmesi bundan ötürüdür.
…
Mutlu evliliklerin pek az olduğunu hepimiz biliriz. Bunun nedeni, evliliğin temel amacının şimdiki kuşağın mutluluğu değil, gelecek kuşağın mutluluğu olmasında aramak gerekir
---
Verdiği sözü tutmuyor hayat, tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. Kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. Bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. Uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. Ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. Demek ki, mutluluk ya gelecekte yada geçmişteİ şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyorİ önü arkası pırıl pırıl bu bulutun, ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor.
…
İnsan ner kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
…
İnsana sonsuz bir hayat verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, en sonunda karakterinin değişmezliği ve zekasının dar sınırlarından ötürü, öyle bir yeknasanlık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki, sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı. Hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyırılmış olsa, can sıkıntısının avucuna düşecekler ve can sıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkünlüğe, acılara, sıkıntılara yeniden yöneleceklerdir. Demek ki, insanı daha iyi bir duruma ulaştırmak için, onu daha iyi bir dünyanın içine yerleştirmek yetmez, asıl yapılması gereken iş, onu tepeden tırnağa değiştirmek ve o ana kadar ne ise, artık öyle olmamasını ve ne değilse o olmasını sağlamaktır.
2 Mayıs 2009 Cumartesi
Yüzyıllık Yalnızlık- Uykusuzluk, Gabriel Garcia Marquez
…
28 Nisan 2009 Salı
Bat dünya bat! Tutunamayanlar, Oğuz Atay
Artık yaşamak istemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum. Başım dönüyor Olric. Sabahtan beri hiçbirşey yemediniz efendimiz. Şimdi de içiyorsunuz. Onlar da içiyorlar Olric. Karşılarında oturan kızlara birşeyler anlatı-yorlar. Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendini beğenmişçesine sanki bizden önce birşey söylenmemişçesine gillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın. Öyle öfkesi yarıda geçen İngiliz kızgın genç adamları gibi müzikli güldürüler peşinde değiliz. Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz.Ne demek oluyor incitmeden sezdirmeden acıtmadan duyurmadan anlatmak Selim? Salon alkıştan inlesin! Filmin hafiyesi geldi. Kızı atının terkisine aldığı gibi dörtnala çiğneyip salonu birbirine katmaya geldi. Öfkeden boğuluyor; öfkeyle boğmaya geldi. Paçavralar içinde dolaşıyoruz Olric’le birlikte, Mehmet Siyahkalem’in resimlerindeki karasakallı keşküllü pis dilenciler gibi karartıyoruz ortalığı. Şeytanlarla elele verip elektrik süpürgeleriyle tarazlanmış halılarınızın üstünde tepinmeye geldik. Çamurlu ayaklarımızla divanlarınızın yaylarını kırmaya geldik. Yakında bir plağımız çıkıyor. Bütün şoförler çalacak arabalarında. Yaslı gittik şen geldik yedi tepeden geldik aç kapıyı bezirgân bonjur demeden geldik. Gözüm kararıyor Olric: elimden bir kaza çıkacak.Ben Selim’e benzemem. Yanlış adam seçtiler beni bu işe memur etmekle. Ben özel teşebbüsüm Olric. Herkesle birlikte kalkıp herkesle birlikte oturmam. Ben Amerika’yı keşfetmiş adamım. Sağım solum belli olmaz. Doktora filan yapmadan kibrit suyu üretimine başlayıveririm. Elinizde patlarım ulan! Ağzınızı bozmayınız efendimiz. Ben öyle dergi filan çıkarıp adam başına düşen milli gelir masallarıyla avutamam kendimi. Rahmetliye saygısızlık oluyor efendimiz.
24 Nisan 2009 Cuma
Dünya bir kerhanedir,Tutunamayanlar, Oğuz Atay
genelevler ahlakın tuğlaları ile inşa edilir"
William Blake
Grand Mama: “Çocuklar, böyle olmayacak. Şu öksürten şeyden bana da verin.” “Şimdi, ana kraliçe, doğacak veliahtın şerefine içiyorlar. Balo, dostane bir hava içinde geç saatlere kadar devam ediyor.” Kapı vuruldu. Durun. Radyoyu kapayın. “Polis mi?” “Kim o?” “Anne, açın. Ben Safter” “Hay canın çıksın senin.” İçeriye kadınsı bir adam girdi. “Sanat âlemimizin gözde simalarından biri baloyu şereflendirdiler. Sizlere kendileri şimdi...” “Dışarda polis filan varmı?” “Yok yok. Rahatınıza bakın.” “Safter Bey, size kadın kalmadı. Kendinizle başbaşa kalınız.” “Sersem.” Metin:“Buraya ısınmaya başladım.” “Elbette ısınacaksın. Hepimiz bu vatanın çocuklarıyız. Hepimiz vergilerimizi ödüyoruz.İnsanları ayıran duvarları yıktık. Elbirliğiyle bizi mutlu yarınlara götüren bir anlayışın kurulmasına hizmet ediyoruz. İçelim.”
“Dostlarım! Burada dostlar arasındayım. Buranın kralıyım. Sorarım sizlere: kim, bir ülkeyi bu kadar ucuza ele geçirmiştir? Ben, kraliçeye rüşvet vererek, kerhanistanı ele ge-çirmiş bulunuyorum. Fakat şurasını da belirtmek isterimki, bu zafer kolay olmamıştır. Bütün hükümet darbelerin de olduğu gibi, gecenin geç ve tenha bir saatini seçtim. Muhafızlara içki dağıttım. Kızların bacaklarını okşadım. Kalanları da müzikle uyuttum. Şimdi artık planımı tatbik mevkiine koyabilirim.” Bir yudum içti. Kuvvet toplamak için, eliyle alnını oğuşturdu. “Dostlarım! Bu münasebetle, aramızda bulunmayan ve hatırası benim için kutsal olan birinin adına konuşmak istiyorum. Herkes ayağa kalksın.” Kimsenin ayağa kalkacak hali yoktu. Turgut, adamlara giderek birer sigara ikram etti ve onları kaldırdı. Ne yaptığını pek farkedemeyecek kadar sarhoş olan Metin, bir robot gibi, emre itaat etti. Kızlar, önce biraz direndiler. Turgut, onların da koynuna ellişer lira sokunca, nazlanmayı bıraktılar. Turgut,merdivenlere yürüdü, birkaç basamak çıktı...
23 Nisan 2009 Perşembe
Tutunmayanlar Üniversitesi,Tutunamayanlar, Oğuz Atay
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...
-
Evet bu yüzden, yorgunluğumu anlatamıyorum kimseye Olric. Yakınmalarımda ince bir alay görüyorlar. Bu inceliği bana yakıştıranlar tabii cahi...
-
Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlar...
-
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...