28 Nisan 2009 Salı

Bat dünya bat! Tutunamayanlar, Oğuz Atay

Bat dünya bat!
Artık yaşamak istemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum. Başım dönüyor Olric. Sabahtan beri hiçbirşey yemediniz efendimiz. Şimdi de içiyorsunuz. Onlar da içiyorlar Olric. Karşılarında oturan kızlara birşeyler anlatı-yorlar. Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendini beğenmişçesine sanki bizden önce birşey söylenmemişçesine gillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın. Öyle öfkesi yarıda geçen İngiliz kızgın genç adamları gibi müzikli güldürüler peşinde değiliz. Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz.Ne demek oluyor incitmeden sezdirmeden acıtmadan duyurmadan anlatmak Selim? Salon alkıştan inlesin! Filmin hafiyesi geldi. Kızı atının terkisine aldığı gibi dörtnala çiğneyip salonu birbirine katmaya geldi. Öfkeden boğuluyor; öfkeyle boğmaya geldi. Paçavralar içinde dolaşıyoruz Olric’le birlikte, Mehmet Siyahkalem’in resimlerindeki karasakallı keşküllü pis dilenciler gibi karartıyoruz ortalığı. Şeytanlarla elele verip elektrik süpürgeleriyle tarazlanmış halılarınızın üstünde tepinmeye geldik. Çamurlu ayaklarımızla divanlarınızın yaylarını kırmaya geldik. Yakında bir plağımız çıkıyor. Bütün şoförler çalacak arabalarında. Yaslı gittik şen geldik yedi tepeden geldik aç kapıyı bezirgân bonjur demeden geldik. Gözüm kararıyor Olric: elimden bir kaza çıkacak.Ben Selim’e benzemem. Yanlış adam seçtiler beni bu işe memur etmekle. Ben özel teşebbüsüm Olric. Herkesle birlikte kalkıp herkesle birlikte oturmam. Ben Amerika’yı keşfetmiş adamım. Sağım solum belli olmaz. Doktora filan yapmadan kibrit suyu üretimine başlayıveririm. Elinizde patlarım ulan! Ağzınızı bozmayınız efendimiz. Ben öyle dergi filan çıkarıp adam başına düşen milli gelir masallarıyla avutamam kendimi. Rahmetliye saygısızlık oluyor efendimiz.

24 Nisan 2009 Cuma

Dünya bir kerhanedir,Tutunamayanlar, Oğuz Atay



"Hapishaneler yasa taşlarıyla,
genelevler ahlakın tuğlaları ile inşa edilir"
William Blake
Yukarıdaki son müşteri de indi; arkadaşının yanına geldi.Turgut, onlara yaklaştı, elini uzattı: “Hayır, sizler bana lazımsınız. Tek başıma beceremem.” Bağırdı: “Metin!” Metin, uyukladığı koltuktan başını kaldırdı. Şaşkın, çevresine baktı. “Gidiyor muyuzTurgut?” “Hayır. Yeni geldik. Dostlarımızın arasında bu ülkenin misafirleriyiz. Kendileri, eksik olmasınlar, lütfettiler;bu gece ülkeyi idare etmek şerefini bize bahşettiler. Metin! Seni sadrazam yaptım. Ben de maliye nazırıyım. Suyun başında bekliyorum. Dünya bir kerhanedir: her gelen yaptı geçti. Grand Mama, perdeleri kapa. Sen de kızım, ışıkları söndür; yalnız büfenin üzerindeki kırmızı abajur kalsın. Metin! Amerikan sigaralarını dağıt!” Elini arka cebine soktu: yassı bir şişe konyak çıkardı. “İşte yakıtımız.” Salon, sigara dumanlarıyla mavilendi. “Radyoyu açın!” Hafif melodiler. “Vakit gece yarısına yaklaşıyor. Ortam uygun. Ey kafa! Akıt zehirini!” Sallanmamaya çalışarak ayağa kalktı:“Burası ne biçim Kerhane İmparatorluğu? Nerede laterna, kırmızı perdeler nerede? Duvarlar kumaş kaplı. Her tarafta altın yaldızlar. Kadeh dolusu şampanya.” Konyak şişesi elden ele dolaştı. Grand Mama: “Ben içmem: öksürtüyor.” Kadın, Turgut’un kucağına oturdu, kulağıyla çenesinin birleştiği yerden öptü onu. Turgut, bir elini kadının be-ine doladı; öteki eline konyak şişesini alarak havaya kaldırdı: “Bütün arzum hamamda kız kovalarken düşüp ölmektir.Sevgili karımız ve tahtımızın temel direği, bu gece sizlere bir erkek evlat vermek için bütün hazırlıklarını tamamlamıştır. Biz de elimizden geleni yapacağız. Kerhane kralının her seferi, sarayın dört bir yanından atılacak toplarla halka ilan edilecektir. Kerhanenin salonlarında nur topu gibi çocuklarımız koşuşacak ve müşterilere hizmet edecektir. Ben,balonun ilk dansını, vârisimin yaratıcısıyla yapıyorum.” Kadını, sarılarak kaldırdı. Dansetmeye başladılar. “Alkışlar, alkışlar: alkışlayın.” İki müşteri, gülerek alkışladılar. Metinde öteki kadının yanına giderek, önünde eğildi. “Yaşa Metin! Şimdi, sayın sadrazam da kralın gözdesiyle dansediyorlar. Halk durumdan gayet memnun. Hayran gözlerle velinimetlerini takip ediyorlar.” Patrona seslendi: “Tabiat Ana! Sen de bize katılmaz mısın?” Müşterilerden biri, patronun yanına gitti; kadın, onu yapmacık bir tavırla itti. Müşteri, Grand Mama’yı sürükleyerek ortaya getirdi. “Yapmayın çocuklar. Ben bu havalara uyamam.” Turgut: “Zarar yok,” dedi. “Arkadaş da bu havaları bilmez. Uyuşur gidersiniz.” “Doğru söyledin arkadaş. Maksat muhabbet.” İtişir gibi dansetmeye başladılar.

Grand Mama: “Çocuklar, böyle olmayacak. Şu öksürten şeyden bana da verin.” “Şimdi, ana kraliçe, doğacak veliahtın şerefine içiyorlar. Balo, dostane bir hava içinde geç saatlere kadar devam ediyor.” Kapı vuruldu. Durun. Radyoyu kapayın. “Polis mi?” “Kim o?” “Anne, açın. Ben Safter” “Hay canın çıksın senin.” İçeriye kadınsı bir adam girdi. “Sanat âlemimizin gözde simalarından biri baloyu şereflendirdiler. Sizlere kendileri şimdi...” “Dışarda polis filan varmı?” “Yok yok. Rahatınıza bakın.” “Safter Bey, size kadın kalmadı. Kendinizle başbaşa kalınız.” “Sersem.” Metin:“Buraya ısınmaya başladım.” “Elbette ısınacaksın. Hepimiz bu vatanın çocuklarıyız. Hepimiz vergilerimizi ödüyoruz.İnsanları ayıran duvarları yıktık. Elbirliğiyle bizi mutlu yarınlara götüren bir anlayışın kurulmasına hizmet ediyoruz. İçelim.”

“Dostlarım! Burada dostlar arasındayım. Buranın kralıyım. Sorarım sizlere: kim, bir ülkeyi bu kadar ucuza ele geçirmiştir? Ben, kraliçeye rüşvet vererek, kerhanistanı ele ge-çirmiş bulunuyorum. Fakat şurasını da belirtmek isterimki, bu zafer kolay olmamıştır. Bütün hükümet darbelerin de olduğu gibi, gecenin geç ve tenha bir saatini seçtim. Muhafızlara içki dağıttım. Kızların bacaklarını okşadım. Kalanları da müzikle uyuttum. Şimdi artık planımı tatbik mevkiine koyabilirim.” Bir yudum içti. Kuvvet toplamak için, eliyle alnını oğuşturdu. “Dostlarım! Bu münasebetle, aramızda bulunmayan ve hatırası benim için kutsal olan birinin adına konuşmak istiyorum. Herkes ayağa kalksın.” Kimsenin ayağa kalkacak hali yoktu. Turgut, adamlara giderek birer sigara ikram etti ve onları kaldırdı. Ne yaptığını pek farkedemeyecek kadar sarhoş olan Metin, bir robot gibi, emre itaat etti. Kızlar, önce biraz direndiler. Turgut, onların da koynuna ellişer lira sokunca, nazlanmayı bıraktılar. Turgut,merdivenlere yürüdü, birkaç basamak çıktı...

23 Nisan 2009 Perşembe

Tutunmayanlar Üniversitesi,Tutunamayanlar, Oğuz Atay


Yaşamak diye bir problem yoktu bizim için. Böyle bir problem çözmedi asistanlar tatbikatlarda. Sonunda hepimizi kurt kaptı tabii. İnsan taklidi yaptığımız için, kurtlar bizi adam sandı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir rezalet görülmemiştir. Az gelişmiş aşklar ülkesi olarak dünya milletleri arasında ön sıraları işgal ediyoruz. Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre ancak Nijerya ve Gana bizden daha az gelişmiş. Âşık olma oranı yüz binde kırk iki. Beş yıllık plan yüzde yüz gerçekleştiği takdirde bu oran bin dokuz yüz seksende yüz binde seksen altı olacak. Gene yeterli değil. Planlama örgütünde herkes evli olduğu için, meselenin üzerinde çok durmuyorlar. Beş yıllık planın uygulanmasına geçeli bizim sınıftan yalnız Güner âşık oldu: o da bir bar artistine.Cinsi aşk olduğu için sayılmadı. Aşkta geriyiz de başka şeylerde ileri miyiz sanki? Yalnız trafik kazalarında birinciyiz.Buyrun bakalım. Binde dört onda iki. Gururumuza dokunuyor. Selim kadar olamıyoruz. Ayrıca, büyük şehirlerde bir bakıma yüksek görünen bu oran, köylere doğru gittikçe azalıyor. Milli gelirin dağılımı gibi. Aşk sağlığı enstitüsünün bültenine göre, bir yıl içinde sadece on iki bin yedi yüz onaltı muhallebicide buluşma, yedi bin sekiz durakta buluşma(bunun bin sekiz yüz yirmi beşi gerçekleşmemiş), bin dörtyüz altmış iki çeşitli açık yer gezintisi (parklar, kırlar, ada-lar v.s.) ve yalnız altı yüz on iki sinema locası olayı tespit edilmiş. Buna gizli aşkları da ekleyin (bültende Selim’inadına rastlanmadığı için, bunu gizli aşk olayları arasındadüşünebiliriz.) Gizli aşk sayısının da, ihtimal hesaplarınagöre dört bin altı yüz kadar olduğu tahmin ediliyor. Emniyet genel müdürlüğünün tespit ettiğine göre de (yuvarlakolarak) yüz yirmi altı bin sekiz yüz bakıp da iç geçirme,kırk dört bin otobüs ya da dolmuşta hafifçe temas, dört biniki yüz peşinden gidip de vazgeçme, sekiz yüz elli eve kadar izleme ve on beş bin yedi yüz uzaktan âşık olma ve sadece (bu sayı kesin) sekiz yüz on dört ümitsiz aşk olayı kaydedilmiş. Bu arada, park bekçileri, seksen iki bin kadarçifti düdük çalarak, tabanca çekerek ve benzeri tehditlerle korkutmuş. Parklar, bahçeler ve kırlar genel müdürlüğüne göre de, altmış bin papatya sevgi falı için koparılmış ve âşıkların üzerinde uzandığı yirmi sekiz bin metrekarelik bir sahanın çimleri ezilmiş. Tahmini zarar, yarım milyon lira civarında. Uzun sözün kısası, nefes alışın bile izleniyor Selim. Manastıra çekilmekten başka çare yok. Onun istatistiği henüz tutulmamış. Yalnız, geleneklerimize uygun görülmüyor. Medreseye çekilseydin, daha milli olurdu. Ne iyi olduğunu bilemezsiniz gelişinizin Günseli. Bu bilgileri, sizden başka kime verebilirdim? Yoktan neler yarattığımı görüyorsun. Bütün az gelişmişliğime rağmen, elimden geleni yapıyorum. Sen bir cümle söyle, ben ondan neler çıkarırım şa-şarsın. Selim de öyle söylerdi. Sen Selim’e bakma. Asıl şim-di görmeliydi beni. Selim baba, oğlunla iftihar ediyor musun? Derslerine iyi çalışmış mı? Ezberini iyi söylüyor mu?Babasının sözleri hep kulağında çınlarmış. Ders çalışmıyor bu çocuk, diye durmadan homurdanırmış Numan Bey. Bu çocuk kitap yüzü açmıyor. Ben de açmıyorum canım Selim.Gene de tutunamayanlar üniversitesinden mezun olmayı hayal ediyorum.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Usta ile Margarita,Mihail Bulgakov

Gayretkeş muhasebecinin, taksiden inip kendi kendine yazı yazan giysiyle karşılaştığı sırada, Kiev postası da Moskova Garı'na giriyordu. Elinde kumaş bir bavul olan, temiz giyimli bir yolcu, birinci sınıf kompartımanların olduğu 9 numaralı vagondan indi. Bu yolcu Kiev'de eski Enstitü sokağında oturan, merhum Berlioz'un amcası iktisatçı ve planlama uzmanı Maksimilyen Andreyeviç Poplavski'den başkası değildi. Maksimilyen Andreyeviç'in gelişinin başlıca nedeni, önceki gece geç vakit aldığı telgraftı. Telgrafta şunlar yazılıydı:

PATRİARŞİYE GÖLLERİ KIYISINDAKİ PARKTA BİR TRAMVAY BAŞIMI KOPARDI. CENAZE CUMA SAAT 15'TE. GEL. BERLIOZ.

Maksimilyen Andreyeviç, doğal olarak, Kiev'in en akıllı kişilerinden biri sayılırdı. Ama böyle bir telgraf, dünyadaki en aklı başında insanı bile şaşırtacak türdendi. Biri başının kesildiğini telgrafla bildiriyorsa, başı tam kesilmemiş ve henüz yaşıyor demektir. İyi ama bu durumda bir cenaze nasıl söz konusu olabilir? İnsan, sağlığı iyiden iyiye kötüleyip önceden öleceğini sezdiğinde mi çeker bu telgrafı? Olabilir; ama bu noktada, fazla ileri giden tuhaf, kesin bir ifade var, öte yandan: İnsan kendi cenazesinin Cuma günü öğleden sonra üçte kaldırılacağını nereden bilebilir? Şaşırtıcı bir telgraf doğrusu!


19 Nisan 2009 Pazar

Saint Germain Kontu,Foucault Sarkacı,Umberto Eco

Bir gün, Kudüs'te Pontius Platus'u tanıdığını anlattı, valinin evini ayrıntılarıyla betimledi, akşam yemeğinde sunulan yemek çeşitlerini saydı döktü. Bunların düş ürünü olduğuna inanan Rohan Kardinali, Saint-Germain kontunun uşağına -saçları ağarmış, dürüst görünüşlü, yaşlı bir adam- döndü:
"Arkadaşım" dedi, "efendinizin söylediklerine inanmakta güçlük çekiyorum. Karnından konuşan biriyse, diyecek sözüm yok, altın yapan birisi olduğunu da kabul edebilirim, ama iki bin yaşında olduğunu, Pontius Platus'u gördüğünü söylemesi? Bu kadarı fazla. Siz de orada mıydınız?" dedikten sonra gülmeye başladı.
"Hayır, Monsenyör" diye yanıtladı uşak, bön bön, " Kont hazretlerinin hizmetine gireli daha ancak dört yüzyıl oldu."

18 Nisan 2009 Cumartesi

Sayıbilime inanmalı mı? Foucault Sarkacı,Umberto Eco



"Bir çok kez ölür korkaklar, ölmeden önce"
Shakespeare- Julius Ceasar


Keops piramidi'nin yüksekliği, yan yüzeylerinin toplam alanının kare köküne eşittir. ölçüler 'metre' olarak değil, mısır ve ibran arışına en yakın ölçü birimi olan 'ayak' olarak alınmalıdır. Çünkü 'metre' modern çağda icat edilmiş soyut bir ölçüdür. bir mısır arışı, 1,728 ayak eder. Kesin yüksekliği bilmiyorsak, pirimidion'dan, büyük piramidin üstüne konmuş, onun uç noktasını oluşturan küçük piramitten yararlanabiliriz. Güneşte pırıl pırıl parlayan altın ya da başka bir madenden yapılmıştı bu küçük piramit. Şimdi, küçük piramidin yüksekliğini, tüm piramidin yüksekliği ile çarpar, elde ettiğimiz toplamı da onun beşinci kuvveti ile çarparsak, yeryüzünün çevresini buluruz. dahası, tabanın çevresini yirmi dördün üçüncü kuvveti ile çarpıp ikiye bölersek, yerkürenin çapını elde ederiz. Sonra, piramidin tabanının alanını 96'yla, onu da on'un sekizinci kuvvetiyle çarparsak, doksan altı milyon sekiz yüz on bin mil kare eder ki, bu da yeryüzünün alanına eşittir. doğru mu?"

"Demek," diye duraksadı Belbo, "bu bay, kesinleşmiş gerçekleri yinelemekten başka bir şey yapmıyor?"
"Gerçekler mi?" diye güldü Aglie, eğri büğrü, ama hoş bir tadı olan purolarından sunmak için puro kutusunu bir kez daha açtı. "Yıllar önce bir tanıdığımın dediği gibi, quid est veritas*. Bir yığın saçmalık. Her şeyden önce, piramidin tabanını, yüksekliğin tam iki katına bölerseniz, kesirleri de hesaba katarsanız, pi sayısını değil, 3,1417254 sayısını bulursunuz. küçük bir fark ama önemli. Sonra Piazzi Smyth'in öğrencilerinden biri, Stonehenge'i ölüçmüş olan Flinders Petrie, hocasını, bir gün, hesapları doğru çıksın diye, kralın bekleme odasının granit duvarlarının çıkıntılarını eğelerken yakaladığını söylüyor.. Yine de tüm bu söylentiler arasında sugötürmez gerçeklerde var. Beyler, lütfen benimle pencerenin yanına kadar gelir misiniz?"
Gösterişli bir biçimde pencere kanatlarını ardına dek açtı, dışarıya bakmamızı söyledi; uzakta, dar bir sokakla caddenin kesiştiği köşede, piyango biletlerinin satıldığı anlaşılan, tahtadan yapılmış küçük bir kulübeyi gösterdi bize.
"beyler," dedi, "gidip şu kulübeyi ölçmenizi rica ediyorum. tezgahın uzunluğunun 149 santimetre olduğunu göreceksiniz, yani dünya ile güneş arasındaki uzaklığın yüz milyarda biri. kulübenin arka tarafının yüksekliğini, pencerenin genişliğine bölerseniz: 176:56=3,14 çıkar. Ön tarafın yüksekliği 19 desimetredir; bu da, yunan aydönümü yıllarının sayısına eşittir. İki ön köşenin yüksekliği ile, iki arka köşenin yüksekliğinin toplamı ise: (190x2)+(176x2)=732'dir; bu da poitiners zaferinin tarihidir. tezgahın kalınlığı 3,10 santimetre, pencere kornişinin genişliği ise 8,8 santimetredir. tam sayıların yerine onlara denk düşen alfabe harflerini (3 yerine c, 8 yerine h) koyarsak, c10h8'i elde ederiz. bu da naftalinin formülüdür."
"olağanüstü!" dedim, "bütün bu ölçümleri yaptınız mı?"
"hayır," dedi aglie, "jean-pierre adam diye biri, başka bir kulübe üstünde yaptı. sanırım, piyango biletleri satılan bütün kulübelerin boyutları az çok aynıdır. sayılarla ne isterseniz yapabilirsiniz. Diyelim ki, elimde kutsal dokuz sayısı var; ben de 1314 sayısını elde etmek istiyorum, J-acques De Molay'ın yakıldığı tarihtir bu - ne yaparım? 9'u 146 ile çarparım; Kartaca'nın yıkıldığı uğursuz tarih. Bu sonuca nasıl vardım? 1314'ü uygun bir tarih elde edinceye dek, ikiye , üçe, vb. böldüm; sonunda uygun bir tarih buldum. 1314'ü, 6,28 ve 3,14'ün iki katına da bölebilir, böylece 209'u bulurdum. Bergama Kralı I. Attalus'un tahta çıktığı yıldır bu. Görüyorsunuz ya?"

Betty Blue, Philippe Djian

"Biliyorsun Eddie var olmayan bir şeyin arkasından koşuyor. Yaralı bir hayvan gibi, anlıyor musun ve her seferinde biraz daha aşağıya düşüyor. Dünyanın ona dar geldiğine inanıyorum, bütün sorunlarının buradan kaynaklandığını düşünüyorum..."

Oltasını şimdiye dek hiç atmadığı kadar uzağa fırlattı, ağzını buruşturdu.

"Yine de yapabileceğimiz bir şey olması gerekiyor." diye söylendi.

"Evet, tabii ki, mutluluğun var olmadığını, cennetin var olmadığını, kazanılacak ya da kaybedilecek hiçbir şey olmadığını ve hiçbir şeyin özünün değiştirilemeyeceğini anlaması gerekiyor. Ve eğer bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanırsan bir kere daha yanılmış olursun, çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır. Tek yapabileceğin şey akşam yatmak ve sabah mümkünse bir tebessümle kalkmaktır. Sen ne düşünürsen düşün bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek, sadece işleri karmaşıklaştıracaktır."

Gözlerini yukarı kaldırdı ve başını salladı:
"Tanrım, herife onu bu durumdan kurtarmanın bir yolu var mı diye soruyorum o kalkıp bana yapacağı en iyi işin kafasına bir kurşun sıkmak olduğunu söylüyor!!!"

"Hayır, kesinlikle değil, benim söylemek istediğim, hayatın, bir yığın sahte kısmetle dolu bir fuar standı olmadığı. Eğer buna bel bağlayacak kadar aptal olursan çarkın asla durmadığını çabuk fark edersin. Ve işte bu noktada acı çekmeye başlarsın. Hayatta birtakım hedeflere saplanmak, kendini zincire vurmaktır."

İkinci balık sudan çıktı. Eddie içini çekti.
"Ben çocukken burada sudan çok balık vardı." diye mırıldandı.

"Ben çocukken yolun aydınlık olacağına inanıyordum."

15 Nisan 2009 Çarşamba

Tuhaf bir savaş hikayesi!

“Benim aklıma gelmişse, bir başkasının da aklına gelmiştir”
Umberto Eco

Haşmetlu, Azametlu, Fehametlu, Devletlu hünkarımız Sultan Selim Han Efendimizin yeni sadrazamı Arap Hilmi Paşa'nın emri uyarınca, Enderun'un baş vakanuvisi olarak, Şaşı Haydar Efendi denilen zındığın, Çaldıran Meydan Muharebesi hakkında çalakalem yazıp bir de marifetmiş gibi sağda solda anlattıklarını düzeltme, sinsice yalanlardan arıtma, eksiğini gediğini kapatma şerefi, Tanrı'ya şükür ve hamd olsun ki şahsıma verilmiştir. Bir zamanlar emrimde çalışan ve sayısız tokadımı yiyen Şaşı Haydar nam zındığın ne kadar palavracı olduğu, ancak yine de vakanuvis geçindiği, yedi iklim dört bucaktaki aklı başında, mürekkep yalamış, dirsek çürütmüş münevver zevatın zaten malumudur.

Bu zındık, Çaldıran Muharebesinin bir kenarı 24 adım olan ve 64 kareden oluşan büyük bir kare içinde cereyan ettiğini söylerken, bir de utanmadan, siyah karelere kömür tozu, beyaz olanlara ise kireç döküldüğünü yazmıştır! Haşa! Doğrusu şudur: Sultan Selim Han, bu dev satranç oyunu için gereken zemini usta tutup masraflarını karşılayarak siyah granit ve beyaz mermerden yaptırıp cömertliğini göstermiştir. (Fakat güya bir şah olan İsmail, kesesini açıp bu hayırlı işe tek kuruş katkıda bulunmamıştır) Ayrıca, siyah ve beyaz karelerin kenarları, zındığın yazdığından farklı olarak 3 değil 4 adımdır. 64 parçalı bu dev kare için Efendimizin sarf ettiği paranın, ayıptır söylemesi, tam 216 zolata ve 144 akçe olduğunu söylerler.

Şimdi muharebenin nasıl geçtiğin gelelelim: Her iki taraf da siyah ve beyaz renklerden birini seçecekti. Bunun için imsak vaktine yakın bir zamanda, yani siyah iplikle beyaz ipliğin ayırd edilemediği bir vakitte, biri Zenci ve diğeri de Çerkez olan iki köle salıverildi. Oyunun raconu böyle gerektiriyordu: Ok ve yay ile Zenciyi vuran siyah, Çerkezi vuran ise beyaz olacaktı. Nitekim, Şah İsmail'in kırmızı oku Zencinin kalbinden, Yavuz Sultan Selim'in yeşil olku ise Çerkezin boğazından çıkınca her iki ordunun da renkleri belli oldu.

Şafak vakti Orduyu Hümayun ile Şah İsmail'in dev ordusu bu “satranç meydanı”nda savaş düzenini almıştı. Her iki tarafın da kaleleri, “taarruz süvarisi” denilen eski kuşatma kulelerine benziyordu. İçlerinde 20 nefer ve tepelerinde ise 4 şahidarbezen topu taşıyan bu tekerlekli kuleler, meydanın köşelerine yerleşmişlerdi. Onların yanında ise elleri topuzlu süvariler vardı. Ortaya yakın bir yerde ise,her birinin sırtında hamuda benzeyen ve içlerinde 3-4 kişi ile bir küpeşte topu bulunan savaş filleri göze çarpıyordu. Ortada Haşmetmaaplarının yanındaki beyaz karede, kıyıcılığıyla nam salmış Kara İbrahim Paşa, siyah karede de, Haşmetlu, Fehametlu, Devletlu Sultanımız Yavuz Selim, adet güneş gibi parlıyordu. Aynı düzeni Şah İsmail de almıştı.
Bu muhteşem görünüme rağmen, sözüm ona bir vakanüvis olan Şaşı Haydar nam zındık, papuç kadar diliyle, bu savaşta piyadelerin ön saflarda olduklarını ve bu yüzden haklarının yendiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Oysa Sultan Selim Efendimiz, yanında celladıyla piyadelerle hoşbeş edip bu zavallıların dertlerini dinleyecek kadar yüce gönüllülük göstermişlerdir. Üstüne üstlük şu apaçık bir hakikattir ki bir kale, bir atlı, bir fil asla vezir olamaz, ama 8 kare ilerlemeyi başaran basit bir piyade pekala bir vezir olabilir. H-2 hanesindeki Bozbora adlı piyade bu gerçeği anlamış görünmekteydi. İşittiğim kadarıyla bu hırslı ve azimli piyade, diğer 7 yoldaşı olan Keleşbay, Oğuzbala, Tosunbay, Dalboğa, Alpagut, Çavuldur ve Atambay'a, “Bakın görün teresler! Azmedip vezir olacağım! O zaman hepiniz elimi eteğimi öpmek için sıraya gireceksiniz!” diyecek kadar hakikate ve kadere meydan okuma cesaretini göstermişti. Fakat sultanımız muharebeyi Şattülarap Açılışıyla başlatınca H-2 karesindeki bu zavallının neredeyse tüm umutları yıkıldı.
Ancak bundan daha da kötü bir şey oldu. Şah İsmail'in önündeki piyade şişlenince yol açıldı ve Vezir İbrahim Paşa E-2 karesine geçerek Şah İsmail'i tehdit etti. İbrahim Paşa, Şah İsmail'e şah çekecekti. Fakat bu iş Yavuz Sultan Selimin yapması gereken bir şeydi. Vezir arkasını dönüp Padişah efendimize, “Devletlu Sultanım! Lütfen “ŞAH!” diye bağırınız. Oyunun kaidelerinden biri de budur. Bağırmazsanız yenik sayılırız” diye fısıldayınca, Efendimiz, “Yedi iklim dört bucağın hakimi olan benim gibi bir padişah, şu pis pis sırıtan İsmail'e değil “şah” demek, “hela bekçisi” bile demez! diye haykırdı. Bu söz üzerine İbrahim Paşa, “Sultanım! Sis dudaklarınızı kıpırdatın, ben de elimle ağzımı gizleyip 'şah' diye bağırayım, belki yutarlar” demek zorunda kaldı.

Muharebenin ortalarına doğru bir nice düşman katledildi ve bir nice yiğit şehadet mertebesine erdi. Ne var ki Şaşı Haydar denilen zındık, bu sırada araya bir yalan sokuşturmuştur: Buna göre, Kara İbrahim Paşanın seyisi Kaspar nam köle, efendisi olan vezirin ayağını üzengiye geçirirken elindeki çamuru paşanın çizmesine bulaştırdığı için tokat yedi. Bunun üzerine, intikam hisleriyle görev yerini terk ederek Padişah Efendimizin huzuruna varıp el etek öptükten sonra Sultan Selim Han Efendimize, eğer veziri feda ederse Şah İsmail'i yok edebileceğini anlattı. Şaşı Haydar Efendinin aktardığına göre, Kaspar denilen köle, eğer Vezir Kara İbrahim Paşa G-8 karesine giderse, Şah İsmail'in kalesi tarafından alınıp telef edilecek, ama atlının F-7 kalesine gelip şah çekmesi halinde, İsmail mat olacaktı. Haşa sümme haşa! Bu fikir Kaspar'a değil Padişahımıza aitti. Hem efendisine ihanet eden bir köleden ne bejlenir ki! Kaspar, Kara İbrahim Paşanın en çok değer verdiği köleydi. Çünkü esir pazarındaki açır arttırmada paşa, Kaspar'a tam 1115 Filuri değer biçmişti. Efendisinin bu kadar çok değer biçtiği bir kölenin ihaneti asla affedilemez!

Hal böyle olunca, Padişah Efendimiz vezire emir buyurdu ve G-8 karesine gitmesini emretti. Fakat Vezir Kara İbrahim Paşa, Hünkarımıza, “Devletlu Padişahım! Dediğiniz yere gidersem bu benim sonum olur! Şah İsmail'in kalesi beni alır! Beni feda etmeyin! Size bunca hizmetim var! Kıymayın bana!” diye yalvardı. Ama Efendimiz, “Bre melun! Padişahın için ölmekten nasıl korkarsın ey kavuğunu kerktiğimin veziri! Şimdi git dediğim yere!” diye haykırdı. Böylece vezir atını mahmuzladı mahmuzlamasına, ancak yolun yarısında durdu.

Veziri Kara İbrahim Paşanın emre uymadığını gören Hünkarımız küplere bindi ve apaşanın gerisindeki piyadeye, “Sen Vezirin arkasındaki piyade! Veziri hemen öldür! Emre karşı gelmenin ne olduğunu anlasın!” diye bağırdı. Fakat piyade, “Hünkarım! Ben satrançtan pek anlamam, ama bildiğim kadarıyla kendi taşımızı alamayız” diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz, “Dediğimi yap deyyus!” diye feryad edince, piyade, “Paşam! Seni öldürmek istemezdim. Ama emir yüksek yerden geldi. Sen en iyisi Kelime-i Şahadet getiriver” dedi ve çok geçmeden, mızrağını vezirin gırtlağına soktu.
Bu fırsat da işe yaramayınca ortalık can pazarına döndü. Hatta siyah ve beyaz kareler, dökülen kandan zort ayırt edilir oldu. Kala kala 3 taş kalmıştı: 2 şah ve bir kale.
Üçüncü taş olan kaleye Yavuz Sultan Selim Han efendimiz öyle bir omuz attı ki iki adam boyundaki kale devriliverdi. Ancak, o esnada oyunu seyredenlerden bir nefer, “Hünkarım! Ne yaptınız! Oyun pat oldu şimdi! Sözün kısası berabere kaldınız! Biz şimdi ne yapacağız! Artık Tebriz şehrini yağmalayamayacağız! Oysa karılarımıza ganimetle döneceğimize dair kitaba el basıp söz vermiştik!” diye nida etti.
Bu söz padişahımızın o kadar gücüne gitti ki kurala kaideye aldırmadan Şah İsmail'in üzerine yürüdü ve yakınına geldiğinde sağ eline tükürüp Acem Şahının suratına okkalı bir Osmanlı tokadı oturttu. Derken tokatlar şaplaklar birbirini izlemeye başladı. Ufak tefek biri olan İsmail, gerileye gerileye muharebe alanını terk etti.
Bu duruma seyirci kalamayan bazı “halden anlayan kişiler” Şah İsmail ile Sultan Selim'i birbirlerinden ayırmaya yeltendiler. Onca kalabalık birikince, artık kendini güvende hisseden İsmail, Padişahımıza nah işareti bile yaptı. Ama bir yeniçeri, Padişahımıza “Uyma sen ona ey Padişahım! Adam aile terbiyesi görmemiş!” deyince hünkarımızın öfkesi biraz yatışır gibi oldu.
Çaldıran Meydan Muharebesi bitmiş, her iki ordu da ağırlıklarını toplamaya başlamıştı. Attığı tokatlardan yorgun düşen Sultan Selim, oracıkta bulduğu bir tahtta oturup dinleniyordu ki on iki neferli bir Acem zabiti gelip, “Ey padişah! Bir zahmet o tahttan kalkıver. O taht Şah İsmail'indir ve onda, saçı bitmedik yetimin hakkı vardır.” dedi. Hal böyle olunca, Sultan Selim Efendimiz oturduğu tahta yellendi ve Acem zabitine, “Bu taht şimdi Yavuz Sultan Selim'in saldığı zarta ile mühürlenmiştir. Şimdi bu tahtı ister alın ister almayın, bu size kalmış artık!” dedi.
Bütün bunlara karşılık, Şaşı Haydar denilen zındık, Acem zabitinin Efendimize “Sen yellendikten sonra bu taht artık murdar olmuştur. Şahımız buna asla oturmaz. Ancak şunu bil ki şahımız da bu tahtta defalarca yellenmiştir. Şimdi sen onun zarta saldığı tahtta oturuyorsun. Bizim böyle bir tahta ihtiyacımız yok. Al, sen otur!” dediğini söyler ki yalanın da yalanıdır.
Birkaç şahidin söylediklerine bakılırsa, Sultan Selim Efendimiz, Şah İsmail'in tahtından hemen kalkmamıştır. Bazılarına göre yorgunluktan, diğerlerine göre “derin düşüncelere daldığından” ama bir iki kişiye göre ise, yalnızlığın tadını çıkarmak için...

Boğazın Suları Çekildiği Zaman,Kara Kitap, Orhan Pamuk

Boğaz'ın sularının çekilmekte olduğunu farkettiniz mi? Sanmıyorum. Bayram şenliğine çıkmış çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile, dirsekleştiğimiz vapur iskelelerinde, kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş koltuklarında yarım yamalak okuyoruz. Ben haberi bir fransız jeoloji dergisinde okudum.

Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın , küçük bir kasabayı sulayan alçakgönüllü bir derenin tabanı gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta binlerce geniş borudan şelaleler gibi gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini tahmin etmek zor değil. Kızkule'sinin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni, bir hayat başlayacak.

Ellerinde ceza fişleri ile oradan oraya koşan belediye memurlarının bakışları arasında, eskiden 'boğaziçi' denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak yeni mahallelerden sözediyorum. Gecekondularından, salaş bar, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden atlı karınca lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş tekkeleri ve marksist franksiyon yuvalarından ve kapkaççı plastik atölyeleriyle naylon çorap imalathanelerinden...bu kıyametimsi kargaşanın içinde şirketi hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş amerikan transatlantikleriyle yosunlu Ion sütunları arasında açık ağzıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran kelt ve likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı bizans hazineleri , gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasından yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün istanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılış leşleri ve yeni cennetleri keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve uyarıyorum: o gün, dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek.

Bir zamanlar , boğaz'ın ipek sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak rakı içtiğimiz masallarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda boğaz akıntılarının ve bahar kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren genel aramaların korkusuyla denizel dökülen kılıçları, hançerleri , paslanmış pala ve tabanca tüfekleri ele geçirip ölüm korkusuyla birbirine girenlerin haykırışları duyulacak. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerinden yaşayan istanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve çamur sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı seyrettikleri belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş parçaları sıkıştıracaklar. Baloncu ve kağıt helvacılarla birlikte toplaştığımız kıyı kahvelerinde, bundan sonra , donanma şenliğine değil , meraklı çocukların kurcalayıp kendileriyle birlikte havaya uçurdukları mayınların kan kırmızısı aydınlığına bakacağız. ekmek paralarını, fırtınalı denizin kumsallara getirip attığı bizans mangırları ve boş konserve kutularını toplamakla kazanan lodosçular , bir zamanlar sel sularının kıyı köylerindeki ahşap evlerden kopartıp boğaz'ın derinliklerine yığdığı kahve değirmenlerinden , kuşları yosun tutmuş guguklu saatlerden ve midyelerin zırhıyla kaplanmış kara piyanolardan çıkaracaklar artık. işte o günlerin birinde ben, dikenli teller içinden, bu yeni cehennemin içine kara bir cadillac'ı bulmak için bir geceyarısı süzüleceğim.Kara cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki istanbul resmine hayran olduğum bir beyoğlu haydudunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. arabanın istanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini dağdelen ile tütün kralı maruf'ta vardı. son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuz bir geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca , sevgilisiyle bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan , bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi akıntı burnu'ndan cadillac'ıyla birlikte boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıpta bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları cadillac'ı nerede bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.

Orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar , küpeler , gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde , çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluluğun az ötesinde olacak.

Eskiden "sahil yolu " denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen gülcemal vapurunu torpillemek isterken , uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken ingiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış ingiliz iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda çin porselenleriyle akşam çayına artık liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımız içtiğini anlayacağım. karanlığın içinde , daha ötede kayzer wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çabası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. yağmalanmış bir ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak ampullerini göreceğim. gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim. yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık, gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki , ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran kara cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım.

Nereden geldiği anlaşılmayan fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan kara cadillac'a ağır ağır, korkuyla yanı başlarındaki haçlı muhafızlarından izin alır gibi saygıyla yaklaşacağım. Cadillac'ın kapısının kulplarını zorlayacağım ama, baştan aşağı midye ve deniz kestaneleriyle kaplı araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve yeşilimsi pencereleri yerlerinden hiç oynamayacak. O zaman, cebimden tükenmez kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan birini kaplayan fıstıki yeşil yosun tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.

Gece yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun , nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.

O zaman , kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam , gel bana; yaklaşan korkunç felaket unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.

14 Nisan 2009 Salı

Puslu Kıtalar Atlası,İhsan Oktay Anar


“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar”


Bilge demkeşin anlattığına göre, fî tarihinde çok uzak bir ülkenin padişahına gelen kâhinler ona ülkesinin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu söylemişlerdi. Sözkonusu tehlike ise, bir yıl sonra doğacak olan ve kurduğu düşlerin hepsi bir anda gerçeğe dönüşüverecek bir çocuktan ibaretti. Öyle ki, çocuk eğer başkentteki bütün evlerin altın olduğunu düşünürse, evler gerçekten o anda altın oluverecekti. Bununla birlikte eğer padişahın fakir olduğunu düşünecek olursa sarayları, köşkleri, atlasları ve altınları o anda hiçliğe karışacak olan padişah parasız pulsuz biri olacaktı. Çocuğu doğar doğmaz öldürmek de olmazdı, çünkü kader artık bağlanmıştı. O hiçbirşey düşünmeyecek olursa, düşünülmedikleri için artık ne dünya ne de kendileri varolabilirlerdi. Bunları işitir işitmez dehşet içinde kalan padişahın emriyle sözkonusu çocuk aranıp bulunmuş ve kırk bir ilim üstadı olan doksan dokuz âlim, gerçek olan ne varsa ona öğretmeye başlamıştı, öyle ki, çocuk bu sayede sadece gerçek olanları düşünecek ve böylece âlemin nizamı aksamayacaktı. Fakat düş kurması yasaklandığı için sonunda bu çocuk mutsuz olmuştu. Onunla birlikte ülkenin de mutsuz olduğunu gören en yaşlı bilgin, günlerce düşündükten sonra nihayet bir çözüme ulaşmış ve çocuğa, düş kurmasının yasak olduğunu, ama insanların düş kurduğunu düşlemesine herhangi bir sakınca olmayacağını söyleyerek ona izni vermişti.
İhtiyar demkeş, ademoğlunun gördüğü her rüyanın, kurduğu her düşün işte bu mutsuz çocuğun eseri olduğunu söyleyip hikayesini bitirdi.
...
Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu...
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
"Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır.

Kehanet Aynası,İhsan Oktay Anar

Kehanet Aynası başka birinde, mesela hala padişahta olsaydı, o mutlaka tövbe ederdi. Ama ben etmedim. Çünkü kıyametten kurtulmak mümkündü. Hemen hemen bütün elkimyacıların peşinde olduğu sonsuz hayata kavuşmak da, bütün bu şartlara rağmen mümkündü. Gördüğün topaç, beni Büyük Son'dan kurtaracak bir aygıt. Sana bunun nasıl gerçekleşeceğini de anlatacağım. Böylece boşluğu neden elde etmeye çalıştığımı da öğreneceksin.
Bilmek istediğin şeyi sana nihayet söylüyorum işte: Topaç, karşı harekete erişilebilecek bir araçtır ve karşı hareketi gerçekleştirmek için de boşluk gerekir. Kafan iyice karıştı, değil mi? Açıklayayım. Biz, hareket etmenin karşıtının durma olduğuna inanırız. Oysa bunun karşıtının karşı hareket olduğunu biliyorum. Bir örnek vereyim: Bir adam Ayasofya'dan saat üçte yola çıkar; üçü çeyrek geçe Bayezıt'a vardığında bir yankesici onun para kesesini çarpar. Üç buçukta Aksaray'a geldiğinde başı ağrımaya başlar ve nihayet saat dörtte Topkapısı'na ulaşır.
Fakat saat dörtte �zamanın geriye doğru aktığını' farzedersen, karşı hareketi tahayyül edebilirsin. Böyle bir durumda adamın saatinin akrebi, bu kez dörtten üçe doğru hareket ederken, adam da vaktiyle atmış olduğu her bir adımı bu kez geriye doğru atarak Topkapısı'ndan Ayasofya'ya doğru, yine aynı şartlarda, ama bu defa geri geri gitmeye başlar. Saati üçbuçuğu gösterdiğinde Aksaray'a varır ve başının ağrısı kesilir. Saat üçü çeyrek geçtiği sırada Bayezıd'a geldiğinde yankesici para kesesini onu kuşağına sokar ve nihayet saat üçte Ayasofya'ya varır. Kısaca, ilk hareket sırasında neler oluyorsa, zamanın geriye aktığı ikinci hareket sırasında da, bu kez tersine olmak üzere, aynı şeyler olur. İşte bu ikinci harekete karşı hareket diyorum ve buna erişmek de, zor olmasına rağmen imkansız değil. İstersen yine bir örnek vereyim."

13 Nisan 2009 Pazartesi

Düş Gören iki Adamın Masalı - Jorge Luis Borges



Güvenilir insanların düştükleri kayıtlara bakılırsa, evvel zaman içinde Kahire'de çok zengin bir adam yaşarmış. Ama öylesine cömert, öylesine eli açıkmış ki, sonunda babaevi dışında her şeyini yitirmiş, bir süre sonra da geçimini çalışarak sağlamak zorunda kalmış. O kadar çok çalışıyormuş ki, bir gece bahçesindeki bir incir ağacının dibinde uyuyakalmış.Düşünde iliklerine kadar ıslanmış bir adam görünmüş. Adam ağzından bir altın sikke çıkartarak şöyle demiş. " Kısmetin İsfahan'da; oraya git, kısmetini orada ara"
Adam, ertesi sabah erkenden kalkıp uzun bir yolculuğa çıkmış. Çöllerin, gemilerin, korsanların, putperestlerin, ırmakların, yabanıl hayvanların ve insanların yoluna çıkardığı tekmil tehlikelere göğüs germiş, en sonunda İsfahan'a varmış. Ama kent kapısınıdan girer girmez, gecenin karanlığına teslim olmuş, bir cami avlusunda uyuyakalmış. Caminin hemen yakınında bir ev varmış. O sırada bir hırsız çetesi camiden geçip, bitişikteki eve girmiş. Ama evin sahipleri, hırsızların gürültüsüne uyanmışlar. "Yetişin, hırsız var!" diye bağırmışlar. Sonunda, asesbaşı asesleriyle birlikte yetişmiş, hırsızlarda damdan dama atlayarak kaçmışlar. Asesbaşı caminin avlusunun aranmasını buyurunca, Kahire'den gelen adamı yakalamışlar, falakaya yatırıp basmışlar sopayı, adamcağız neredeyse öleyazmış.

Adam iki gün sonra, zindanda kendine gelmiş.Asesbaşı adamı çağırtıp sormuş: "Kimsin, kimin nesisin, nereden gelirsin?"
Adam, "Şanlı Kahire'den gelirim" diye yanıt vermiş. "Adım Muhammet El-Magribi." Bu sefer Asesbaşı "İsfahan'da ne işin var?" diye sormuş. Adam doğruyu söylemeyi yeğlemiş ve demiş ki : " Düşümde gördüğüm biri bana İsfahan'a gitmemi buyurdu, kısmetimin beni orada beklediğini söyledi. Ama İsfahan'a geldiğimde, benden esirgemediğiniz falaka çıktı kısmetime!"
Bunu duyan Asesbaşı gülmüş ve demiş ki:" Ey kafasız adam, düşümde tam üç kere Kahire'de bir ev gördüm. Evin avlusunda bir bahçe, bahçenin ucunda bir güneş saati, güneş saatinin ardında bir incir ağacı, incir ağacının ardında bir çeşme, çeşmenin altında çuvallar dolusu altın vardı. Gene de kulak asmadım bu yalana. Ama sen, katırla iblisin evladı, bir düş uğruna yollara düşüp diyar diyar dolaşmışsın. Bir daha İsfahan'da görmeyeyim seni. Al şu sikkeleri, çek git buradan."

Adam parayı alıp yola koyulmuş, soluğu evinde almış. Bahçesinde ki çeşmenin (asesbaşının rüyasında gördüğü çeşmenin) altını kazmış, büyük bir define bulmuş...

11 Nisan 2009 Cumartesi

Bulantı Sartre

“İnsanın, başkalarından, onları sevdiğinden daha çok nefret edemeyeceğimi sanırım” diyorum.

Autodidacte, koruyucu, uzak bir bakışla süzüyor beni. Sözlerine dikkat etmiyormuş gibi: “İnsanları sevmek gerek, sevmek gerek…” diye mırıldanıyor.

“Kimleri, şuradaki insanları mı?”

“Onları da herkesi sevmek gerek.”

Genç çifte dönüyor, işte sevilmesi gereken şey. Bir an beyaz saçlı beyi seyrediyor. Sonra bana bakıyor. Yüzünde sessiz bir sorgunun belirdiğini görüyorum. Başımla ‘hayır” der gibi bir hareket yapıyorum. Bana acır gibi bir hali var.

“Şu arkanızda iki genç var ya, onları seviyormusunuz siz?”

Delikanlı ile genç kadına bakıp düşünüyor. “Onları tanımadığımı söyletmek istiyorsunuz bana” diyor kuşkulu bir tavırla. “Evet efendim, onları tanımıyorum ama zaten sevgi gerçek bir tanıyış değildir.” diye ekliyor ukalaca ve gülerek.

“Peki sevdiğiniz nedir?”

“Genç olduklarını görüyorum, onlarda sevdiğim gençliktir. Başka şeylerde var tabii.”

Sözünü kesip kulak kabartıyor. “Söylediklerimi anlıyor musunuz?”

Hemde nasıl. Çevresindeki yakınlıktan yüreklenen delikanlı, kendi takımının geçen yıl Le Havre klüplerinden birine karşı kazandığı futbol maçını yüksek sesle anlatıyor.

Sözüme devam ediyorum. “Sırtınız onlara dönük olduğu için söylediklerini anlamıyorsunuz. Kadının saçlarının rengini söyleyebilirmisiniz peki?”

Şaşırıyor: Doğrusu… (gençlere bakıp kendini topluyor” Siyah!

“Gördünüz mü?”

“Efendim?”

“Orada oturan iki insanı sevmediğinizi gördünüz mi şimdi? Sokakta görseniz tanımazsınız onları. Çünkü onlar sizin için birer imge sadece. Şu anda duygulanışınızın konusu onlar değil. Siz insanın gençliği, erkeğin ve kadının aşkı, insan sesi üzerinde duygulanıyordunuz.”

“Peki bunlar yok mu?”

“Hayır bunların hiçbiri yok, ne gençlik, ne olgunluk, ne ihtiyarlık, ne de ölüm. Ardınızda oturan ve su içen ihtiyar adam gibi. Onda sevdiğiniz şey olgun adam olduğunu sanıyorum. Çöküşüne doğru cesaretle ilerleyen ve kendinş kapıp koyvermek istemediği için özentiyle giyinen olgun adam, değil mi?”

“Ta kendisi” diyor cesaretle.

“Bu adamın godoşun biri olduğunu fark etmiyor musunuz?”

Gülüyor, aklımı kaçırdığımı düşünüyor, beyaz saçlarla çerçevelenmiş güzel yüze şöyle bir göz atıyor. “Sizin söylediğiniz anlamı taşıdığını kabul edelim, ama nasıl oluyor da bu insan hakkında yüzüne bakarak yargıya varıyorsunuz? Kim bir insanı bu kadar kısa sürede, yüzüne bakarak tanıyabilir?” diyor.

Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmaki herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara.

“Hoşçakalın..”

Jean Paul Sartre- La Nausea- Bulantı

1 Nisan 2009 Çarşamba

Kayıp Zamanın İzinde

Gerçeklik, meçhule götürür bizi sadece ve bu yolda pek fazla ilerlememiz mümkün değildir. en iyisi bilmemek, mümkün olduğunca az düşünmek, kıskançlığa en ufak bir somut ayrıntı sunmamaktır. ne yazık ki, dış dünya olmasa da iç dünyamız bazı olaylar çıkarır karşımıza; tek başıma düşüncelere daldığım zaman bulduğum bazı gerçekler, bazen bana gerçekliğin küçük parçalarını sunuyordu; bu küçük ayrıntılar, tıpkı birer mıknatıs gibi, meçhulün bir parçasını kendilerine çekerler ve o andan itibaren, meçhul bize acı vermeye başlar.
Bu tür ufak tefek ayrıntılar, normal olarak bizi çevreleyen havada sürekli olarak uçuşur, insanların çoğu bunları gün boyu soluduğu halde, ne sağlıkları bozulur ne de keyifleri kaçar, ama hastalığa eğimli gerçekliğe yakın bir insan için, yeni acılar yaratabilecek tehlikelerdir her biri

Marcel Proust- Kayıp Zamanın İzinde Cilt III (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde)

Burada bir yanlışlık var. Sartre, Bulantı




Ben de olmak istemiştim. Hattâ bundan başka bir şey istemedim. İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak anları yağlarından sıyırmak, bükmek, kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksofon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bu kıssa konusu bile olabilir. Şöyle anlatabiliriz: yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret şehirlerinin dünyasında varolup gidiyor ve ... bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu. İyice sersemlik ettikten sonra durumu kavradı: artık gözleri açılmıştı; bunda bir yanlışlık olduğunu anladı: ... ben bir budalayım diye düşündü. Tam bu sırada, varoluşun öbür yakasında, ancak uzaktan görülebilen ve yaklaşılamayan öteki dünyada ufak bir melodi dans etmeye, şarkı söylemeye başladı.

Söylüyor. İşte kurtulmuş iki kişi: Musevi ve Zenci kadın. — varoluş günahından temizlemişler kendilerini. ... Deneyemez miyim ben ... Bir müzik parçası söz konusu değil tabii... ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun: Başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, varolmuş olan bir şeyden söz eder, oysa, bir varolan bir başka varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz...

İnsanın böyle dünyalara bölünmesinin yapaylığı ve onun somut yaşamında bunun bir karşılığının bulunmadığı daha önce (incelememizde) gösterilmişti. Aynı şekilde, insanın kendine özgü etkinliklerinden birine indirgenmesi sonucunda onun yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğuna işaret edilmişti. Ancak, yine de, Roquentin'in güncesinde çağdaş insanın, «das Man» olarak yaşam üslûbunun göz önüne serilmiş olduğunu söylemek mümkündür. Çağdaş insan kendisini ve diğer kişileri belli bir bütünlüğü dan bir kişi olarak değil, toplumsal işlevine, bu işlev çerçevesinde edindiği role göre değerlendirir: «Ne olacak sanki? Herkesin hesabı ayrı: onun gözünde kahvesine gelen müşterilerinden farklı değilim ki». O bir meslek sahibi, bir koca, bir baba... vb. olarak «ötekiler» (les autres)'dir. Ötekiler, beklenmedik olaylar, «tatsız kazalar» meydana gelmedikçe kendilerini «her zaman evinde hisseder», «korkuları olmayan», yalnız olduklarını kendilerinden saklayan, dünyanın hangi yollarla yönetildiğini hep bilen, bunlardan hiç kuşku duymayan «Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri... bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar.

Bütün gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve alanlara neşeyle bakıyorlar bu şehrin kendi şehirleri olduğunu, bir 'güzel burjuva şehri' niteliği taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar: kendi yurtlarında olduklarım duyuyorlar. Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan "başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını: dünyanın belli ve değişmez kanunlara göre işlediğini günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtde kapanır: kurşun 335 derecede erir: son tramvay Hotel de Ville'den onbiri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlı kimselerdir. Yarın'ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü azbuçuk süslerler.... Yasalar yaparlar, bayağı romanlar yazarlar....

Sıcaktan gevşiyorlar, yüreklerinde, aynı hafif ve tatlı düş sürüp gidiyor. Tedirgin değiller, sarı duvarlara ve insanlara güvençle bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar

Sartre- Bulantı

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...