Okuduğum kitaplardan, altı çizilesi satırlar...
12 Aralık 2009 Cumartesi
Jean Paul Sartre, Bulantı
17 Haziran 2009 Çarşamba
Boşlukta, bütün nesneler aynı hızla düşer, Sartre, Bulantı
Bir değişiklik olsa, doğa birdenbire kıvranmaya başlasa, ne olur? Dalgakıranları, savunma duvarları, elektrik santralleri, izabe fırınları, şahmerdanları o zaman ne işlerine yarayacak? Değişiklik olsun biraz, görelim, daha fazlasını istemiyorum. Birden yalnızlığa gömülmüş kimseler, yapayalnız, korkunç yalnızlıkları içinde insanlar sokaklarda koşuşacak.gözleri bir yere dikili, dertlerinden hem kaçıp hem onu içlerinde taşıyarak, ağızları açık, kanatlarını çırpan dil böcekleriyle önümden yorgun argın geçecekler. O zaman katıla katıla güleceğim; gövdem, düğün çiçekleri ve kasımpatıları gibi açılan ne idüğü belirsiz pis kabuklarla kaplı olsa bile güleceğim. Sırtımı bir duvara dayayıp önümden geçtikleri sırada, “Biliminiz nerede? Hümanizmanıza ne oldu? Düşünen kamış onurunuzdan ne haber?” diye haykıracağım. Korkmayacağım, hiç olmazsa şu anda korktuğumdan fazla korkmayacağım. Benim asıl korkum varoluştan.
---
İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak, anları yağlarından sıyırmak, bükmek , kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksafon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bunu şöylede anlatabiliriz: Yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret kentlerinin dünyasında varolup gidiyor ve tabloların ardında, kitapların ardında bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu.
Some of these days,
You will miss me honey
Jean Paul Sartre – La Nausea -Bulantı
11 Nisan 2009 Cumartesi
Bulantı Sartre
Autodidacte, koruyucu, uzak bir bakışla süzüyor beni. Sözlerine dikkat etmiyormuş gibi: “İnsanları sevmek gerek, sevmek gerek…” diye mırıldanıyor.
“Kimleri, şuradaki insanları mı?”
“Onları da herkesi sevmek gerek.”
Genç çifte dönüyor, işte sevilmesi gereken şey. Bir an beyaz saçlı beyi seyrediyor. Sonra bana bakıyor. Yüzünde sessiz bir sorgunun belirdiğini görüyorum. Başımla ‘hayır” der gibi bir hareket yapıyorum. Bana acır gibi bir hali var.
“Şu arkanızda iki genç var ya, onları seviyormusunuz siz?”
Delikanlı ile genç kadına bakıp düşünüyor. “Onları tanımadığımı söyletmek istiyorsunuz bana” diyor kuşkulu bir tavırla. “Evet efendim, onları tanımıyorum ama zaten sevgi gerçek bir tanıyış değildir.” diye ekliyor ukalaca ve gülerek.
“Peki sevdiğiniz nedir?”
“Genç olduklarını görüyorum, onlarda sevdiğim gençliktir. Başka şeylerde var tabii.”
Sözünü kesip kulak kabartıyor. “Söylediklerimi anlıyor musunuz?”
Hemde nasıl. Çevresindeki yakınlıktan yüreklenen delikanlı, kendi takımının geçen yıl Le Havre klüplerinden birine karşı kazandığı futbol maçını yüksek sesle anlatıyor.
Sözüme devam ediyorum. “Sırtınız onlara dönük olduğu için söylediklerini anlamıyorsunuz. Kadının saçlarının rengini söyleyebilirmisiniz peki?”
Şaşırıyor: Doğrusu… (gençlere bakıp kendini topluyor” Siyah!
“Gördünüz mü?”
“Efendim?”
“Orada oturan iki insanı sevmediğinizi gördünüz mi şimdi? Sokakta görseniz tanımazsınız onları. Çünkü onlar sizin için birer imge sadece. Şu anda duygulanışınızın konusu onlar değil. Siz insanın gençliği, erkeğin ve kadının aşkı, insan sesi üzerinde duygulanıyordunuz.”
“Peki bunlar yok mu?”
“Hayır bunların hiçbiri yok, ne gençlik, ne olgunluk, ne ihtiyarlık, ne de ölüm. Ardınızda oturan ve su içen ihtiyar adam gibi. Onda sevdiğiniz şey olgun adam olduğunu sanıyorum. Çöküşüne doğru cesaretle ilerleyen ve kendinş kapıp koyvermek istemediği için özentiyle giyinen olgun adam, değil mi?”
“Ta kendisi” diyor cesaretle.
“Bu adamın godoşun biri olduğunu fark etmiyor musunuz?”
Gülüyor, aklımı kaçırdığımı düşünüyor, beyaz saçlarla çerçevelenmiş güzel yüze şöyle bir göz atıyor. “Sizin söylediğiniz anlamı taşıdığını kabul edelim, ama nasıl oluyor da bu insan hakkında yüzüne bakarak yargıya varıyorsunuz? Kim bir insanı bu kadar kısa sürede, yüzüne bakarak tanıyabilir?” diyor.
Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmaki herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara.
“Hoşçakalın..”
Jean Paul Sartre- La Nausea- Bulantı
1 Nisan 2009 Çarşamba
Burada bir yanlışlık var. Sartre, Bulantı
Söylüyor. İşte kurtulmuş iki kişi: Musevi ve Zenci kadın. — varoluş günahından temizlemişler kendilerini. ... Deneyemez miyim ben ... Bir müzik parçası söz konusu değil tabii... ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun: Başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, varolmuş olan bir şeyden söz eder, oysa, bir varolan bir başka varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz...
İnsanın böyle dünyalara bölünmesinin yapaylığı ve onun somut yaşamında bunun bir karşılığının bulunmadığı daha önce (incelememizde) gösterilmişti. Aynı şekilde, insanın kendine özgü etkinliklerinden birine indirgenmesi sonucunda onun yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğuna işaret edilmişti. Ancak, yine de, Roquentin'in güncesinde çağdaş insanın, «das Man» olarak yaşam üslûbunun göz önüne serilmiş olduğunu söylemek mümkündür. Çağdaş insan kendisini ve diğer kişileri belli bir bütünlüğü dan bir kişi olarak değil, toplumsal işlevine, bu işlev çerçevesinde edindiği role göre değerlendirir: «Ne olacak sanki? Herkesin hesabı ayrı: onun gözünde kahvesine gelen müşterilerinden farklı değilim ki». O bir meslek sahibi, bir koca, bir baba... vb. olarak «ötekiler» (les autres)'dir. Ötekiler, beklenmedik olaylar, «tatsız kazalar» meydana gelmedikçe kendilerini «her zaman evinde hisseder», «korkuları olmayan», yalnız olduklarını kendilerinden saklayan, dünyanın hangi yollarla yönetildiğini hep bilen, bunlardan hiç kuşku duymayan «Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri... bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar.
Bütün gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve alanlara neşeyle bakıyorlar bu şehrin kendi şehirleri olduğunu, bir 'güzel burjuva şehri' niteliği taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar: kendi yurtlarında olduklarım duyuyorlar. Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan "başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını: dünyanın belli ve değişmez kanunlara göre işlediğini günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtde kapanır: kurşun 335 derecede erir: son tramvay Hotel de Ville'den onbiri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlı kimselerdir. Yarın'ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü azbuçuk süslerler.... Yasalar yaparlar, bayağı romanlar yazarlar....
Sıcaktan gevşiyorlar, yüreklerinde, aynı hafif ve tatlı düş sürüp gidiyor. Tedirgin değiller, sarı duvarlara ve insanlara güvençle bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar
Sartre- Bulantı
25 Haziran 2008 Çarşamba
Duvar: Oda, Jean Paul Sartre
Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlarının uçuşmasından korktuğu
için nefesini tuttu.
Kendi kendine Güllü, dedi. Bu billurlaşmış eti birden ısırdı ve ağzının içine beklemiş bir su tadı yayıldı. Hastalık, duyguları nasıl da inceltiyor; ne garip bir şey. Camileri, saygılı
Doğuluları düşünmeye başladı (Düğünden sonra balayı gezilerinde Cezayir’e gitmişlerdi) ve solgun dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.
Latilokum da saygılıydı. Elinin ayasını kitabının sayfalar üstünde birçok kereler dolaştırması gerekti, çünkü, bütün sakınmalarına karşılık, sayfalara beyaz pudradan bir
tabakayla kaplanmıştı. Elleri, düz ve parlak kâğıt üstündeki küçük şeker taneciklerini kaydırıyor, yuvarlıyor, gıcırdatıyordu. Bu bana Arcochon’u, kumsalda kitap okuduğum
zamanları hatırlatıyor. 1907 yazını deniz kıyısında geçirmişti. O zaman başında yeşil kurdeleli büyük hasır şapkası vardı, elinde Gyp ya da Colette Yver’den bir roman, gidip dalgakıranın hemen yanında bir yere oturuyordu. Rüzgâr dizlerine bir kum sağanağı yağdırıyordu. Zaman zaman kitabını köşelerinden tutup silkelemek zorunda kalıyordu. Bu da tamı tamına aynı duyumdu: Yalnızca kum taneleri kupkuruydular, oysa bu şeker tanecikleri parmaklarının ucuna biraz yapışıyorlardı. Siyah bir denizin üzerindeki boz inci rengindeki gök parçası tekrar canlandı gözünde. Eve, daha dünyaya gelmemişti. Kendini hatıraların âğırlığı altında, sandal ağacından yapılma değerli bir çekmece gibi hissediyordu. Derken, okuduğu romanın adı birdenbire aklına geldi: Adı Küçükhanım’dı ve sıkıcı değildi. Ama bilinmeyen bir hastalık onu odasına bağladığından beri, Mme Darbedat, anıları ve tarihsel yapıtları yeğliyordu. Acının, ağırbaşlı okumaların, anılarına, çok incelmiş duygularına yönelmiş ve keskin bir dikkatin, onu güzel bir sera meyvesi gibi olgunlaştırmasını diliyordu.
Biraz da sinirlenerek, kocasının neredeyse gelip kapısını vuracağını düşündü. Haftanın öbür günleri sadece akşama doğru geliyordu, kadını alnından sessizce öpüyor ve Temps’ını, kadının karşısında, bir koltuğa oturup okuyordu. Ama perşembe günü M. Darbedat’ın günüydü: Genellikle saat üçten dörde kadar bir saati gidip kızında geçiriyordu. Dışarı çıkmadan önce karısının yanına giriyor ve ikisi damatlarından üzüntüyle söz ediyorlardı. Bu perşembe söyleşileri, en ince ayrıntılarına kadar nereye varacağı bilinen bu konuşmalar, Mme Darbedat’yı tüketiyordu. M. Darbedat sakin odayı bütün varlığıyla dolduruyordu.
Oturmuyor, bir aşağı bir yukarı yürüyor, kendi çevresinde dönüp duruyordu. Öfkeyle söylediklerinin her biri Mme Darbedat’yı bir cam kırığı gibi yaralıyordu. Bu perşembe her zamanki alışılmış perşembelerden daha da kötüydü: Şimdi Eve’in itiraflarını kocasına tekrarlamak ve bu koca bedenin kızgınlıktan titrediğini görmek düşüncesi Mme Darbedat’yı kan ter içinde bırakmıştı. Tabaktan bir lokum daha aldı, birkaç dakika tereddütle düşündü, sonra kederli kederli gerisin geri koydu; kocasının onu lokum yerken görmesini istemiyordu. Kapının vurulduğunu duyarak sıçradı.
Zayıf bir sesle:
-Girin, dedi.
M. Darbedat ayaklarının ucuna basarak içeri girdi, her perşembe olduğu gibi:
-Eve’i görmeye gidiyorum, dedi.
Mme Darbedat ona gülümsedi.
-Benim için de öp onu.
M. Darbedat karşılık vermedi, kaygılı bir tavırla alnı kırıştı. Her perşembe aynı saatte pis bir
öfke midesindeki hazımsızlıkla birbirine karışıyordu.
-Ondan çıkınca Franchot’yu görmeye gideceğini; hemen Eve ile ciddi ciddi konuşmasını ve
onu inandırmaya çalışmasını isteyeceğim.
Doktor Franchot’yla sık sık görüşüyordu. Ama boşuna. Mme Darbedat kaşlarını kaldırdı. Eskiden, sağlığı yerindeyken, omuzlarını kaldırırdı. Ama hastalık bedenine bir ağırlık verdiğinden beri, bedenini çok yorduğundan, beden hareketlerinin yerini yüz çizgileri alıyordu. Gözleriyle evet, ağzının kenarlarıyla hayır diyordu. Omuzlarının yerini de kaşları almıştı.
-Onu elinden alabilmek gerek.
-Ben sana bunun imkânsız olduğunu söylemiştim. Zaten yasa çok kötü yapılmış. Franchot, geçen gün bana, hastaların aileleriyle kendi aralarında akıl almaz sorunlar doğduğunu söyledi: karar veremeyenler, hastayı evde tutmak isteyenler. Doktorlar da eli kolu bağlı kalıyorlar, düşüncelerini söylüyorlar, hepsi bu. Ya hastanın, herkesin ortasında bir rezalet çıkarması ya da hastanın kendisinin `beni kapatın’ demesi gerek.
-Bu da, dedi Mme Darbedat, bugünden yarına olmaz.
-Olmaz.
Adam aynaya doğru döndü, parmaklarını sakalına daldırarak taramaya koyuldu. Mme Darbedat duygusuzca kocasının kuvvetli ve kırmızı ensesine bakıyordu.
-Kız böyle devam ederse, dedi M. Darbedat, ondan daha divane olacak, korkunç derecede tehlikeli bir şey. Bir adım yanından ayrılmıyor, bir seni görmek için dışarı çıkıyor, kimseyi kabul etmiyor. Odasının havası dayanılır gibi değil. Pencereyi açmıyor, çünkü Pierre istemiyor. Sanki insan bir hastadan akıl almak zorundadır. Kokular yakıyorlar, sanırım buhurdanda, pis bir şey. İnsan kilisede sanıyor kendini. Aman Tanrım, bazı bazı kendi kendime soruyorum… bir garip gözleri var kızın, biliyorsun.
-Farkında değilim, dedi Mme Darbedat. Ben onu doğal buluyorum. Kederli bir hali var elbette.
-Benzi ölü gibi. Uyur mu? Yer mi? Bu konularda ona soru sormamak gerekiyor. Ama Pierre gibi bir adamın yanında geceleri gözünü kırpmamalı diye düşünüyorum.
Omuzlarını silkti: İnanılmaz bulduğum da, yani bizim, ana babasının onu kendine karşı korumaya hakkımız olmayışı. Pierre’in, Frachot’nun yanında çok daha iyi bakılacağını da göz önünde tut. Koskoca bir bahçe var. Sonra, diye biraz gülümseyerek ekledi, kendine benzer insanlarla daha iyi anlaşır diye de düşünüyorum. Bu tür yaratıklar çocuk gibidirler, onları kendi benzerleri arasında bırakmak gerekir, bir çeşit masonluk örgütü kuruyorlar. Daha ilk günden onun oraya konması gerekirdi ve ben söyledim; kendisi için. Bu onun yararı için elbette.
Bir süre sonra ekledi:
-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre’le birlikte olması, özellikle gece, hoşuma gitmiyor. Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre fazlasıyla içinden pazarlıklı. -Bilmem ama, dedi Mme Darbedat, pek kaygılanmaya gerek yok; çünkü onun her zamanki hali bu. Herkesle alay eder gibi bir izlenim bırakıyor. Zavallı oğlan, önce çalım sat sonra da bu hale gel, diye içini çekerek ekledi. Bizim hepimizden daha akıllı olduğunu sanıyor. Tartışmayı kesmek için sana şöyle bir: `Haklısınız’ deyişi vardı… Durumunu fark edememesi onun için Tanrının bir lütfudur.
Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla hatırlıyordu. Eve’in evliliğinin ilk günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Mme Darbedat’nın canına minnetti. Ama adam çabalarını boşa çıkarmıştı; hemen hemen hiç konuşmuyordu, her zaman aşırı hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.
M. Darbedat düşüncesini söylemeye devam etti:
-Franchot bana binasını gezdirdi. Mükemmel. Hastaların meşin koltuklu ve yatar koltuklu, nasıl istersen öyle, özel odaları var.
Biliyorsun bir tenis alanı var, bir de yüzme havuzu yaptırıyor.
Pencerenin önünde dikilip duruyordu, bacaklarının üzerinde yaylanarak camdan dışarı bakıyordu. Birden, omuzları inik, elleri ceplerinde topuklarının üstünde döndü. Mme Darbiedat neredeyse terlemeye başlayacağını hissetti. Her seferinde aynı şeydi. Şimdi kafese kapatılmış bir ayı gibi bir aşağı bir yukarı yürümeye başlar ve her adım atışında ayakkabıları gıcırdardı.
-Dostum, dedi kadın, rica ederim otur, beni yoruyorsun.
Sakınarak ekledi: Sana söyleyeceğim önemli şeyler var. M. Darbedat geniş koltuğa oturdu, ellerini dizlerine koydu. Mme Darbedat’nın sırtında hafif bir ürperti dolaştı. Zamanı gelmişti, konuşması gerekiyordu.
-Biliyorsun, dedi sıkıntıyla öksürerek, salı günü Eve’i gördüm.
-Evet.
-Bir yığın şey üstüne gevezelik ettik, çok sevimliydi, uzun zamandan beri ben onu bu kadar güven içinde görmemiştim.
Sonra ona bazı sorular sordum, Pierre’le ilgili konuşturdum. Uzatmayalım, dedi yeniden sıkılarak, iyice ona tutkun olduğunu öğrendim.
-Hay Allah bunu ben de biliyorum, dedi M. Darbedat. Mme Darbedat’ın biraz canını sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona açıklamak gerekiyordu.
Mme Darbedat, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin arasında yaşamayı hayâl ediyordu.
-Ama ben demek istiyorum ki, diye yeniden söze başladı, kız bizim düşündüğümüzden başka türlü tutkun ona. M. Darbedat, tanımlanan ya da anlatılan bir şeyin anlamını pek kavrayamadığında yaptığı gibi gözlerini kızgınca ve kaygıyla kaydırdı:
-Ne demek istiyorsun yani?
-Charles, dedi. Mme Darbedat, beni yorma. Bir annenin bazı şeyleri söyleyebilmek için güçlük çekeceğini anlamalısın.
-Bütün bu anlattıklarının tek sözcüğünü bile anlamıyorum, dedi M. Darbedat, öfkeyle. Şimdi bana şey mi demek istiyorsun yoksa?
-Evet ya! dedi kadın.
-Onlar daha… daha şimdi?
Kadın sıkılarak kuru kuru üç kere:
-Evet! Evet! Evet! dedi.
M. Darbedat kollarını iki yana salıverdi, başını eğip sustu.
-Charles, dedi karısı kaygıyla, bunu sana söylememeliydim. Ama kendime de saklayamazdım.
-Çocuğumuz, dedi adam ağır ağır. Bu deliyle! Üstelik adam onu tanımıyor artık, Agathe diye sesleniyor. Kızın duyması gereken duyguyu kaybetmiş olması gerek.
Adam başını kaldırıp karısına baktı.
-İyi anlamış olduğuna emin misin?
-Ortada kuşkulanacak hiçbir şey yoktu. Ben de senin gibiyim, diye canla başla ekledi. Ona inanamıyordum. Zaten onu anlamıyorum. Bana göre, bu zavallı bahtsız adam tarafından etkilenmek düşüncesi yalnızca… İşte, diye içini çekti, sanırım adam onu buradan yakalıyor.
-Çok yazık! dedi M. Darbedat. Gelip kızı bizden istediği zaman sana söylediğimi hatırlıyor musun? Sana: Eve’den fazlasıyla hoşlanıyor galiba, demiştim. Bana inanmak istememiştin. Birden masaya vurdu ve kıpkırmızı oldu.
-Bu bir sapıklık! Kızı kollarının arasına alıyor, Agathe diyerek, onu, uçan heykeller, yok bilmem ne üstüne bir yığın boş lâf geveleyerek kucaklıyor! Kız da kendini ona bırakıveriyor! İyi, ama ne var aralarında? Kız ona bütün yüreğiyle acısın, ama uygun saatlerde onu her gün gidip göreceği bir dinlenme evine koysun. Ama hiç düşünmemiştim… Kızı dul gibi kabul ediyordum. Dinle, Janette, dedi ağır bir sesle, seninle açık konuşuyorum, bazı duyguları varsa, bir sevgilisi olmasını yeğlerdim ben!
-Charles, sus! diye bağırdı Mme Darbedat.
M. Darbedat, girerken yuvarlak bir masanın üstüne bıraktığı şapkasını, bastonunu yorgun bir
tavırla aldı.
Sözlerini:
-Bana söylediklerinden sonra, benim pek umudum kalmıyor. Gidip şimdi yine de onunla konuşacağım, çünkü bu benim ödevim, diye bitirdi. Mme Darbedat, gitsin diye acele etti. Adamı yüreklendirmek için,
-Bilirsin, her şeye karşın, Eve’de her şeyden… çok dikkafalılık vardır sanıyorum. Adamın hastalığının iyi olmayacağını bilir, ama dikkafalılık eder, bu yüzden başarısızlığa uğrayıp utanmak istemez; dedi.
M. Darbedat dalgın dalgın sakalını okşuyordu.
-İnatçılık mı? Evet, belki. Peki, sen haklıysan, sonunda yorulacaktır. Adamın her gün keyfi yerinde değil; hem sonra konuşmuyor. Günaydın dediğim zaman bana şöyle bir elini uzatıyor, konuşmuyor. Yalnız kaldıklarında saplantılarına yeniden döndüğünü sanıyorum. Kız, bana, onun boğazlanan bir adam gibi bağırdığını, çünkü sanrılar gördüğünü söylüyor. Heykeller yüzünden. Onu korkutuyorlar, çünkü vızıldıyorlar. Çevresinde uçtuklarını, gözlerini bulandırdıklarını söylüyor.
Eldivenlerini giydi, yeniden söze başladı:
-Bıkıp usanacak, demiyorum sana. Ama ya bu yakınlarda sapıtırsa? Biraz dışarı çıksın istiyorum, dünyayı görsün. Birkaç kibar gençle karşılaşsın, Simplon’da mühendis olan Schroder’i al işte; geleceği olan biri, birilerinde biraz görür, ötekilerde biraz görür ve hayatını yeniden kurmak düşüncesine yavaş yavaş alışır. Mme Darbedat, sözü uzatmaktan korktuğu için karşılık vermedi. Kocası üstüne doğru eğildi.
-Haydi, dedi, gitmem gerekiyor.
-Hoşça kal, tontonum, dedi Mme Darbedat, alnını ona uzatarak. Onu öp ve zavallı bir kızcağız olduğunu benim tarafımdan söyle.
Kocası gidince Mme Darbedat koltuğunun içine gömüldü, bitkin bir halde gözlerini yumdu. Ne canlılık, diye düşündü sitemle. Biraz kuvvet bulunca, el yordamıyla ve gözlerini açmadan solgun elini yavaşça uzatıp tabaktan bir lokum aldı. Eve, kocasıyla birlikte Bac Sokağında eski bir binanın beşinci katında oturuyordu. M. Darbedat yüz on iki basamak merdiveni çevik adımlarla tırmandı. Zilin düğmesine uzandığı zaman solumuyordu bile. Mme Dormoy’un sözü aklına geldi, hoşlandı: Yaşınıza göre harkuladesiniz, Charles. Özellikle bu hızlı çıkışlardan sonra hiçbir zaman perşembe günü olduğu kadar kendini sağlam ve sağlıklı hissetmiyordu.
Kapıyı açan Eve oldu. Doğru ya hizmetçi yok. Bu kızlar hiç kalamazlar. Kendimi onların yerine koyuyorum da. Kızını öptü.
-Günaydın zavallı yavrum.
Eve de ona belirgin bir soğuklukla,
-Günaydın, dedi.
-Biraz solgunsun, dedi M. Darbedat, kızının yanağına dokunarak. Yeteri kadar hareketli değilsin.
Bir sessizlik oldu.
-Annem iyi mi? diye sordu Eve.
-Şöyle böyle. Salı günü görmedin mi? İşte her zaman olduğu gibi. Louise Teyzen dün onu görmeye geldi, hoşuna gitti annenin. Konuk gelmesinden pek hoşlanıyor, ama çok kalmamaları koşuluyla. Louise Teyzen şu ipotek sorunu için çocuklarla birlikte gelmiş Paris’e. Sana anlatmıştım, garip bir hikâye. Bana danışmak için işyerime geldi. Yapılacak tek şey vardı: Satmak. Zaten alıcı da bulmuş. Şu Bretonnel. Bretonnel’i hatırlıyor musun? Şimdi işten çekildi.
Birdenbire durdu. Eve onu şöylesine dinliyordu. Kızın artık hiçbir şeyle ilgilenmediğini üzülerek düşündü. Kitaplar gibi. Eskiden kitapları elinden çekip almak gerekiyordu. Şimdi okumuyor bile artık.
-Pierre nasıl?
-İyi, dedi Eve. Onu görmek ister misin? M. Darbedat, sevinçle, -Elbette, dedi, onu görmeye geldim. Bu zavallı çocuğa karşı içi acımayla doluydu. Ama iğrenmeden de ona bakamıyordu. Hastalıklı yaratıklardan korkuyorum.
Gerçekte bu Pierre’in hatası değil: Alabildiğine soyuna çekmiş. M. Darbedat iç geçiriyordu: Önlemler almak boşuna, bu gibi şeyler hep çok geç öğrenilir. Hayır, Pierre sorumlu değil. Ama yine de bu kusuru her zaman içinde taşımıştı. İnsanı yargılamak istediğimiz zaman bu hastalıkları hesaba katmayabiliriz; bu kusur kişiliğinin temelini oluşturuyordu. Bir kanser ya da verem gibi değildi. Kızla aşk dönemini yaşadığı zamanlar, Eve’in bu kadar hoşuna giden, bu sinirli çekicilik, bu incelik, bu delilik çiçekleriydi. Kızla evlendiği zaman zaten deliydi, ama belli etmiyordu. İnsan kendi kendine sormalı, diye düşündü M. Darbedat, sorumluluk nerede başlar, ya da daha çok nerede biter. Her an, kendini çok dinlerdi, her an içine dönüktü. Ama bu onun hastalığının nedeni mi, sonucu mu? Uzun loş bir koridorda kızının arkasından gidiyordu.
-Bu apartman sizin için çok büyük, dedi. Başka yere taşınmalısınız.
-Hep bunu söylersin, baba, dedi Eve. Sana, Pierre’in, odasından ayrılmak istemediğini söyledim.
Eve şaşırtıcıydı. Bu yüzden, insan kocasının durumunu iyi bilip bilmediğini kendi kendine soruyordu. Adam bağlanacak cinsten deliydi ve kadın, sanki sağduyu sahibiymiş gibi onun kararlarına ve düşüncelerine saygı gösteriyordu.
M. Darbedat hafifçe canı sıkılmış olarak yeniden söze başladı:
-Bütün bu söylediklerim sana. Bana öyle geliyor ki, kadın olsaydım, kötü aydınlanan bu eski odalardan korkardım.
Ben senin için aydınlık bir apartman olsun isterim, şu son yıllarda bu dediğimden bir tanesini Auteuıl’ün köşesine yaptılar, iyice havadar üç küçük odası var. Kiracı bulamadıklarından kirayı iyice indirdiler, tam zamanı.
Eve kapının tokmağını yavaşça döndürdü, odaya girdiler. M. Darbedat ağır bir günlük kokusunun boğazını sardığını hissetti. Perdeler örtülmüştü. Yarı gölgede bir koltuğun arkalığından gözüken zayıf bir ense fark etti. Pierre’in arkası dönüktü, yemek yiyordu.
-Günaydın Pierre, dedi M. Darbedat, sesini yükselterek.
Ee, bugün nasılsın bakalım?
M. Darbedat yaklaştı: Hasta, küçük bir masanın başına oturmuştu, sinsi bir tavrı vardı.
-Rafadan yumurta ha, dedi M. Darbedat, sesini daha yükselterek. Çok iyi!
Pierre tatlı bir sesle:
-Sağır değilim, dedi.
M. Darbedat, şaşkın şaşkın, işte gör gibilerden Eve’e çevirdi gözlerini. Ama Eve ona sertçe baktı ve sustu. M. Darbedat onu kırdığını anladı. Pekâlâ, onun bileceği iş. Bu zavallı çocukla konuşma biçimi bulmak olanaksızdı. Dört yaşında bir çocuktan daha az aklı vardı. Eve ise onun bir adam yerine konmasını istiyordu.
M. Darbedat, bütün bu gülünç ilgilerin gereksiz olacağı zamanı sabırsızlıkla bekleyip sesini çıkaramıyordu. Hastalar, hep onu biraz sıkardı, özellikle de deliler, çünkü haksızdılar. Sözgelişi, zavallı Pierre her yönden haksızdı, düşünüp taşınmadan konuşuyordu, gelgelelim ondan biraz alçakgönüllülük beklemek, hatlarını geçici olarak kabul etmesini istemek boşunaydı.
Eve, kabukları ve yumurta fincanını kaldırdı. Pierre’in önüne çatal bıçakla, bir örtü koydu.
M. Darbedat neşeli neşeli:
-Şimdi ne yiyecek? diye sordu.
-Biftek.
Pierre çatalı eline almıştı, uzun solgun parmaklarının ucuyla tutuyordu. Çatalı dikkatle inceledi, sonra hafifçe güldü:
-Bu kez bu olmayacak, diye mırıldandı çatalı koyarak. Önceden haberliydim. Eve yaklaştı, çatala aşırı bir ilgiyle baktı.
-Agathe, dedi Pierre, bana bir başkasını ver.
Eve emri yerine getirdi ve Pierre yemeğini yemeye başladı. Kız kuşku uyandıran çatalı eline almıştı, gözlerini ondan ayırmadan sıkıca elinde tutuyordu: Müthiş bir kuvvet harcıyor gibiydi. M. Darbedat, Bütün hareketleri ve bütün ilişkileri ne kadar da karanlık! diye düşündü. Rahatsız olmuştu.
-Dikkat, dedi Pierre, kıskaçları nedeniyle orta yerinden tut onu.
Eve içini çekti ve çatalı masanın üstüne koydu. M. Darbedat kafasının kızmaya başladığını hissetti. Bu bahtsızın bütün zıpırlıklarına boyun eğmenin iyi olacağını düşünmüyordu, hatta Pierre açısından da bu zararlıydı. Frachot ona iyi söylemişti: İnsan bir hastanın taşkınlıklarına asla göz yummamalı. Ona bir başka çatal vermek yerine yavaş yavaş onu düşünmeye zorlamak, ilk çatalın ötekilerin tıpkısı olduğunu anlatmak daha doğru olurdu.
Masaya doğru ilerledi, göz göre göre çatalı aldı, parmağının ucuyla çatalın dişlerine dokundu. Sonra Pierre’e döndü.
Ama beriki sakin sakin etini kesiyordu. Kayınbabasına tatlı ve anlamsız bir bakışla baktı.
M. Darbedat, Eve’e,
-Seninle biraz gevezelik etsek iyi olur, dedi.
Eve sesini çıkarmadan onun peşinden salona gitti. Kanepeye otururken çatalı elinde tuttuğunu fark etti M. Darbedat. Çatalı kızgınlıkla konsolun üstüne attı.
-Burası daha iyi, dedi.
-Hiç gelmiyorum buraya.
-Sigara içebilir miyim?
-Elbette baba, dedi aceleyle Eve. Puro ister misin? M. Darbedat sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu: Pierre’le konuşurken, bir dev, bir çocukla oynarken nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olmasından dolayı sıkıldığını hissediyordu. Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyorlardı. Benim zavallı Jeannette’imle birlikte, kabul etmemiz gerekirse, durum yine aynı. Muhakkak ki Mme Darbedat deli değildi, ama hastalık onu… yatıştırmıştı. Eve, aksine, babasına çekmişti, doğru ve aklı başında bir yapısı vardı. Onunla konuşmak bir zevk olurdu.
İşte bunun için aramız bozulsun istemiyorum. M. Darbedat gözlerini kaldırdı, kızının akıllı ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayâl kırıklığına uğramıştı: Eskiden o kadar anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk birşeyler vardı. Eve her zaman çok güzeldi. M. Darbedat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış olduğunu fark etti.
Gözkapaklarını maviye boyamış, rimel uzun kirpiklerine kadar çıkmıştı. Bu eksiksiz ve çarpıcı makyaj babasına dokundu:
-Boyanın altında yemyeşilsin, dedi kıza, hasta değilsin korkarım. Hem şimdi ne kadar da çok boyanıyorsun! Eskiden daha ölçülüydün.
Eve yanıt vermedi. M. Darbedat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti. Kızda bir trajedi oyuncusu havası var, diye düşündü. Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da Phedre’i Fransızca oynayan şu kadına, şu Romanyalıya.
Bu yersiz açıklamayı yaptığı için onu gücendirmiş olmaktan kaygılandı: Lâf olsun işte! Küçük şeyler için tatsızlık en iyisi.
-Kusura bakma, dedi gülümseyerek, bilirsin ki ben yaşlı bir doğalcıyım. Günümüz kadınlarının yüzlerine sıvadıkları bütün bu güzellik müstahzarlarını pek sevmiyorum. Ama haksız olan benim, insan çağında yaşamalı.
Eve, sevimli sevimli güldü. M. Darbedat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lâfın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.
-Ayakta durayım daha iyi, dedi Eve. Bana söyleyecek neyin var ki?
-Sana basit bir soru soracağım, dedi M. Darbedat; biraz kuru bir tavırla. Bütün bunlar seni nereye sürüklüyor?
-Bütün bunlar mı? diye şaşkın şaşkın tekrarladı Eve.
-Evet, tabii, bütün bu yaşadığın hayat. Dinle, diye yeniden başladı, seni anlamadığıma kimse inanmaz (birden bir ilham gelmişti).
Ama senin de yapmak istediğin şey insanoğlunun gücünü aşıyor. Yalnızca hayâl kurarak yaşamak istiyorsun, değil mi? Onun hasta olduğunu hiç düşünmüyor musun? Bugünün Pierre’ini görmek istemiyorsun, öyle değil mi? Gözünün önünde eskinin Pierre’i var. Yavrucuğum, kızım, bu olur şey değil, diye tekrarladı M. Darbedat. Bak sana belki bilmediğin bir hikâyeyi anlatayım: Biz Sablesd’ Olonne’dayken, sen üç yaşındaydın, annenin genç sevimli bir hanım tanıdığı vardı, kadının da güzel ve gösterişli küçük bir oğlu. Bu küçük oğlanla kumsalda oynuyordunuz, siz üç elma boyundaydınız, sen onun nişanlısıydın. Birkaç zaman sonra, annen Paris’te bu genç kadını görmek istedi. Öğrendik ki kadının başına bir felâket gelmiş: Bir otomobilin ön tarafı çocukcağızın başını koparmış. Annene: Haydi git onu gör, ama çocuğunun ölümünden ona hiç söz açma, çocuğun öldüğüne inanmak istemiyor, dediler. Annen kadının yanına gitti, yarı yarıya delişmen bir yaratıkla karşılaştı.
Sanki oğlu daha hayattaymış gibi yaşıyordu. Onunla konuşuyor, sofrada yerini hazırlıyordu. Böylece öyle bir sinir bozukluğu içinde yaşadı ki altı ay sonra zorla bir dinlenme evine yatırılması gerekti, orada üç yıl geçirmek zorunda kaldı. Hayır yavrucuğum, dedi M. Darbedat, başını sallayarak, bu gibi şeyler olanaksızdır. Kadının gerçeği cesaretle karşılaması daha yerinde olurdu. Gereği gibi acı duyardı ve sonra zaman bunun üstüne bir sünger çekerdi. İnan bana, her şeye kendini kandırmaya çalışmadan bakmak, en iyisidir.
-Yanılıyorsun, dedi Eve. Çok iyi biliyorum ki, Pierre…
Gerisi ağzından çıkmadı. Dimdik duruyordu ve elleri bir koltuğun arkalığındaydı. Yüzünün alt kısmında kuru, çirkin bir anlam vardı.
-İyi ya… sonra? diye sordu M. Darbedat, şaşkın şaşkın.
-Sonrası ne?
-Sen?..
Eve, canı sıkılmış bir tavırla,
-Onu olduğu gibi seviyorum, dedi çabuk çabuk.
-Bu doğru değil, dedi M. Darbedat, üstüne basa basa. Doğru değil. Sen onu sevmiyorsun, sen onu sevemezsin. Böylesi duygular ancak sağlam ve normal bir insana karşı duyulabilir. Pierre’e gelince, sen ona ilgi duyup acıyorsun, bundan kuşkum yok; ona borçlu olduğun üç mutlu yılın anısı var içinde. Ama bana onu sevdiğini söyleme, sana inanmayacağım. Eve susup kalmıştı; orada değilmişçesine halıya dikmişti gözlerini.
-Bana yanıt verebilirsin, dedi M. Darbedat, soğuk soğuk. Bu konuşmanın senin için can sıkıcı da benim için daha az can sıkıcı olduğunu sanma.
-Nasıl olsa bana inanmayacaksın.
-İyi öyleyse, onu seviyorsan, diye bağırdı çileden çıkarak, bu senin için, benim için, zavallı annen için büyük bir felâket, çünkü gözlemeyi yeğ tuttuğum bir şeyi şimdi sana söyleyeceğim: Üç yıla varmadan Pierre tam bir çılgınlığın içine düşecek, bir hayvan gibi olacak.
Adam kızına gözlerini dikip baktı; inadıyla kendisini bu üzücü açıklamayı yapmaya zorladığı için kızına öfkeleniyordu. Eve, oralı olmadı, gözlerini bile kaldırmadı.
-Bunu biliyorum.
-Kim söyledi sana? diye şaşırarak sordu adam.
-Franchot. Bunu altı aydır biliyorum.
-Bense sana söylememesi için onu uyarmıştım, dedi M. Darbedat, acı acı. Neyse, böylesi belki daha iyi. Ama bu durumda Pierre’i yanında tutman bağışlanır şey değil. Giriştiğin mücadele başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum, onun hastalığı affetmez. Yapılacak bir şey varsa, özen göstererek kurtarılabilecekse bir şey demem. Ama bak biraz; güzeldin, akıllıydın, neşeliydin, kendini bile bile ve bir hiç uğruna harap ediyorsun. Evet, herkes biliyor, yaptığın şey çok güzel, ama bak işte, bitti artık, ödevini tam yaptın, fazlasıyla yaptın, şimdi ısrar etmek saçma. İnsanın kendine karşı yapması gereken ödevlerin var, yavrucuğum. Sonra bizi de düşünmüyorsun.
Pierre’i, diye tane tane tekrar etti, Franchot’nun kliniğine göndermen gerekiyor. Sana mutsuzluktan başka bir şey getirmeyen bu apartmanı da bırakıp yanımıza geleceksin. Başkalarının acılarını dindirmek ve yararlı olmak istiyorsan işte annen. Zavallı kadın hastabakıcıların elinde kaldı, yakınında birine ihtiyacı var. O kadın, diye ekledi, iyilikçiliğinle ve ona yapacaklarınla senin değerini bilecek.
Uzun bir sessizlik oldu. M. Darbedat, yan odada Pierre’in şarkı söylediğini duydu. Bir şarkı da değil, daha çok dokunaklı, hızlı bir şiir gibi bir şeydi. M. Darbedat gözlerini kızına kaldırdı.
-Oldu mu?
-Pierre benimle kalacak, dedi kız, yavaşça, ben onunla iyi anlaşıyorum.
-Bütün gün alıkça şeyler yaparak mı?
Eve gülümsedi, babasına alaycı, daha çok da neşeli tuhaf bir bakışla baktı. Doğru, diye düşündü M. Darbedat, öfkeyle, bundan başka bir şey yaptıkları yok; bir aradalar ya. -Sen iyice delisin, dedi ayağa kalkarak.
Eve kederli kederli gülümsedi, o da kendi kendine mırıldanır gibi:
-Pek değil, dedi.
-Pek değil mi? Sana söyleyecek tek sözüm var yavrucuğum, beni korkutuyorsun.
Kızını çabucak öpüp çıktı. Merdivenlerden inerken: Bunlara şu zavallıyı yakalayıp götürecek ve düşüncesini sormadan soğuk suyun altına sokacak iki tane esaslı adam göndermek gerekiyor, diye düşündü. Sakin ve güzel bir sonbahar günüydü. Güneş, geçenlerin yüzlerini altın sarısı bir renkle aydınlatıyordu. M. Darbedat bu yüzlerin sadeliğiyle irkildi. Aralarında yüzleri karanlık olanlar da vardı, ışıldayanlar da, ama bunlar hep kendisine yakın olan mutluluklardan ve kederlerdendi.
Saint-Germain Bulvarında yürürken Eve’in kusurunu yüzüne vurduğumu çok iyi biliyorum. Ona insanoğlunun dışında yaşadığı için kızıyorum. Pierre artık bir insan değil. Ona gösterdiği bütün özeni, bütün sevgiyi, bütün bu insanlardan esirgiyor. İnsanları bir yana atmaya kimsenin hakkı yok; zar zor da olsa toplum halinde yaşıyoruz. Geçenlere sevgiyle, yakınlıkla bakıyordu. Onların ağırbaşlı ve duru bakışlarını seviyordu. Bu güneşli sokaklarda, bu insanların arasında, insan sanki büyük bir aile kalabalığı içindeymiş gibi, kendini güvencede hissediyor. Gür saçlı bir kadın bir açık hava sergisinin önünde durmuştu. Küçük bir kızı elinden tutuyordu.
Küçük bir kız radyo alıcısını göstererek sordu:
-Bu nedir?
-Hiçbir şeye dokunma, dedi annesi, bir alet; müzik aleti.
Bir süre hiç konuşmadan durdular. M. Darbedat sevecenlikle küçük kıza doğru, eğildi ve gülümsedi.
23 Aralık 2007 Pazar
Jean Paul Sartre Duvar
Gitti. Giriş kapısı kuru bir gürültüyle kapanmıştı. Eve salonda yalnızdı. Keşke geberse. Elleriyle koltuğun arkalığına tutunup gerindi. Babasının gözleri aklına geliyordu. M. Darbedat, Pierre’in üstüne uzmanca bir tavırla eğilmişti. Ona: İyi iyi! demişti hastalarla konuşmasını bilen biri gibi. Ona bakmış ve Pierre’in yüzü iri, fıldır fıldır gözlerinin dibindebelirmişti. Babamdan nefret ediyorum Pierre’e baktığı zaman, onu gördüğünü düşünürken. Eve’in elleri koltuktan aşağı doğru kaydı, pencereye döndü. Gözleri kamaşmıştı. Oda güneş içindeydi, her yerde güneş vardı: Halının üstünde yusyuvarlak solgun ışıltılar halinde, havada, kör edici bir toz gibiydi. Eve, bu her yere dalan,her köşeyi temizleyen, eşyaları silip süpüren ve iyi bir hizmetçi kadın gibi onları pırıl pırıl yapan bu patavatsız ve hamarat ışığa karşı alışkanlığını kaybetmişti. Yine de pencereye kadar gitti, camın önündeki muslin perdeyi kaldırdı. O sırada M. Darbedat binadan çıkıyordu; Eve, birdenbire onun geniş omuzlarını gördü. Adam başını kaldırdı, gözlerini kırparak gökyüzüne baktı, sonra genç bir adam gibi geniş adımlarla uzaklaştı. Eve: Kendini zorluyor, şimdi göğüs sancısı tutacak, diye düşündü. Artık ondan nefret etmiyordu. Onun kafasında, henüz genç görünmek gibi küçük kaygılar vardı. Yine de babasının Saint-Germain Bulvarının köşesini dönüp kaybolduğunu görünce kızdı. Pierre’i düşünüyor. Hayatlarının bir parçası kapalı odadan kaçmış ve güneşte, insanların arasında sokaklarda sürükleniyordu. Bizi hiç akıllarından silmeyecekler mi? Bac Sokağı hemen hemen bomboştu. Yaşlı bir kadın küçük adımlarla karşıdan karşıya geçiyordu; üç genç kız gülerek geçip gittiler. Sonra erkekler, ellerinde çantaları ve aralarında konuşarak geçen güçlü kuvvetli erkekler. Normal insanlar, diye düşündü Eve, içinde böylesine kuvvetli bir kin olduğuna şaşırdı. Etine dolgun güzel bir kadın şık bir adama doğru koştu. Adam, kadına sarıldı, dudaklarından öptü. Eve, acı acı güldü, perdeyi indirdi.
Pierre artık şarkı söylemiyordu, ama üçüncü kattaki genç kadın piyanoya başlamıştı. Chopin’in bir Etüd’ünü çalıyordu. Eve, kendini çok sakin hissediyordu. Pierre’in odasına doğru bir adım attı, ama birden durdu, sıkıntıyla sırtını duvara dayadı. Odadan her çıkışında oraya yeniden girmek düşüncesiyle korkuya kapılıyordu. Yine de bir başka yerde yaşayamayacağını pekâlâ biliyordu: Odayı seviyordu. Cesaretini toplamak için durduğu bu gölgesiz ve kokusuz odada, biraz zaman kazanmak istermiş gibi, soğuk bir ilgiyle bakışlarını çevresinde dolaştırdı. Bir dişçinin bekleme odasına benziyor. Gül kurusu renginde ipek koltuklar, divan, tabureler, insana yakın, babacan, loş ve sessizdiler. Eve, pencereden gördüklerine benzer, ağırbaşlı ve açık renk elbise giymiş beylerin başladıkları bir konuşmayı sürdürerek salona girişlerini gözünün önüne getirdi. Bulundukları yerin neresi olduğuna aldırmadan odanın ortasına kadar dosdoğru ilerliyorlardı. İçlerinden biri elini bir dümen gibi arkasına salıvermiş, yolu üstündeki yastıklara, masanın üstündeki öteberiye hafifçe dokunuyor, bu ilintilerden hiç irkilmiyordu. Yollarına çıkan bir eşya oldu mu da bu oturaklı adamlar çarpmamak için sakınacakları yerde eşyanın yerini sakin sakin değiştiriyorlardı.
Sonunda, aralarındaki tartışmaya dalmış, arkalarına bir göz bile atmadan oturuyorlardı. Normal insanlar için bir oda, diye düşündü Eve. Kapalı kapının tokmağına bakıyor, sıkıntı boğazına yapışıyordu. Buraya girmeliyim. Onu bu kadar uzun zaman yalnız bırakmamalıyım. Bu kapıyı açması gerekecek, sonunda gözlerini yarı karanlığa alıştırmaya çalışarak Eve eşikte duracak ve oda onu bütün gücüyle itecekti. Eve’in bu direnişi yıkması ve odanın ta içine kadar girmesi gerekiyordu. Birden içinde Pierre’i görmek isteği uyandı. Onun M. Darbedat ile alay etmesinden hoşlanmıştı. Ama Pierre’in ona ihtiyacı yoktu. Eve adamın onu nasıl karşılayacağını önceden bilemiyordu. Birden, bir çeşit gururla hiçbir yerde yeri olmadığını düşündü. Sıradan insanlar benim onlardan olduğumu sanıyorlar. Ama ben onların arasında bir saat bile yaşayamam. Benim orada, bu duvarın öte yanında yaşamaya ihtiyacım var. Ama orada da beni isteyen yok. Çevresinde derin bir değişim olmuştu. Işık yaşlanmıştı; kırçıllaşıyordu: Günlerdir değiştirilememiş bir vazodaki su gibi ağırlaşmıştı. Eve, bu yaşlanan ışık altında eşyalarda, çoktandır unuttuğu bir hüznü yeniden buluyordu. Bu biten bir sonbaharın hüznüydü. Biraz utanarak, çekinerek çevresine bakıyordu. Bütün bunlar ne kadar uzaktı. Odada ne gündüz, ne gece, ne mevsim, ne de hüzün vardı. Çok eski sonbaharları, çocukluğunun sonbaharlarını şöyle bir hatırladı, sonra birdenbire kendini topladı: Anılardan korkmuştu.
Pierre’in sesini işitti.
-Agathe! Neredesin? Kadın:
-Geliyorum, diye bağırdı.
Gözlerini faltaşı gibi açıp ellerini öne doğru uzatırken ağır günlük kokusu burun deliklerini ve ağzını doldurdu -koku ve yarı gölge, su, hava ya da ateş gibi ona bildik, basit bir öğeydi; boğucu ve tiksindirici gelmiyorlardı- ve sis içinde yüzermiş gibi duran solgun bir gölgeye doğru sakınarak ilerledi.
Bu Pierre’in yüzüydü. Pierre’in elbisesi (hasta olduğundan beri siyahlar giyiyordu) karanlığın içinde eriyip gitmişti. Pierre başını geriye doğru atmış, gözlerini kapamıştı. Güzeldi. Eve onun uzun kıvrık kirpiklerine baktı, sonra yanındaki alçak iskemleye oturdu. Acı çeker gibi bir hali var, diye düşündü. Kadının gözleri yavaş yavaş alacakaranlığa alışıyordu. İlk olarak yazı masası belirdi, sonra yatak, sonra koltuğun yanındaki halının üstüne dağılmış Pierre’in kendi eşyaları: ustura, zamk kutusu, kitaplar, kuru ot koleksiyonu.
-Agathe, sen misin?
Pierre gözlerini açmıştı, ona gülerek bakıyordu.
-Çatal, biliyorsun değil mi? dedi. Bunu adamı korkutmak için yaptım. Çatalın hemen hemen hiçbir şeysi yoktu. Eve’nin kaygıları silindi, hafifçe güldü.
-Çok iyi başardın, dedi. Çok şaşırdı. Pierre güldü.
-Gördün mü? Çatalı elinde uzun süre kurcaladı; avucunun içinde tutuyordu. Bu nesneleri tutmasını bilmemekten, avuçluyorlar, dedi.
-Doğru, dedi Eve.
Pierre sol elinin ayasına sağ elinin başparmağıyla hafifçe vurdu.
-Bununla tutuyorlar. Parmaklarını yaklaştırıyorlar, nesneyi yakalayınca avuçlarını onu gebertmek için üstüne bastırıyorlar.
Hızlı hızlı, dudaklarının ucuyla konuşuyordu. Şaşkın bir hali vardı. Sonra,
-Kendi kendime ne istediklerini soruyorum, dedi. Bu adam daha önce gelmişti. Niçin beni oraya göndermek istiyorlar?
Ne yaptığımı öğrenmek istiyorlarsa, ancak perdede okumak zorundalar, evlerinden çıkmaları da gerekmez. Hatalar yapıyorlar. Bense hiç hata yapmam, bu benim kozum. Hoffka, dedi, hoffka: Uzun ellerini alnının önünde oynatıyordu: -Sürtük! Hoffka paffka suffka. Daha da ister misin?
-Çan mı? diye sordu Eve.
-Evet. Çan gitti. Ağırbaşlılıkla yeniden konuşmaya başladı: -Bu herif bir ast dedi. Onu tanıyorsun, onunla salona gittin. Eve karşılık vermedi.
-Ne istiyor? diye sordu Pierre. Sana söylemiş olmalı. Kadın bir an karar veremedi, sonra birdenbire:
-Senin oraya kapatılmanı istiyor, dedi.
Pierre’e gerçek yavaş yavaş söylenince kuşkulanıyordu, şaşırtmak ve kuşkularını felç etmek için gerçeği şiddetle yüzüne vurmak gerekiyordu. Eve onu aldatmaktansa, sert davranmayı yeğ tutuyordu. Ona yalan söylediği ve adam buna inanmış göründüğü zaman, kadın ona karşı hafif de olsa, üstün gelmiş gibi bir izlenimden kendini kurtaramıyor ve bu kendi kendisinden tiksinmesine yol açıyordu.
-Beni kapatmak ha! diye alaycı bir tavırla yeniden söze başladı Pierre. Doğru yoldan çıkıyorlar. Duvarlar bana ne yapabilir ki? Bunun beni durduracağını sanıyorlar. İki türlü çete var mı yok mu diye, bazı kez soruyorum kendime: Doğru çete, yani Zencinin çetesi. Öteki çete, karıştırıcının, burnunu her şeye sokan ve aptallık üstüne aptallık yapan müsveddelerin çetesi.
Elini koltuğun kenarına doğru attı ve eline neşeli bir tavırla baktı:
Duvarlar aşılır canım. Sen ona ne yanıt verdin? diye merakla Eve’e dönerek sordu. -Seni kapatamayacaklarını. Adam omuzlarını silkti.
-Bunu söylememek gerekiyordu. Sen de yapmayacağın bir hatayı yaptın. Bırakalım oyunlarını oynasınlar. Adam sustu. Eve üzgün üzgün başını önüne eğdi. Tutup avuçluyorlar. Nasıl aşağılayıcı bir tavırla söylemişti bunu ve doğru gibiydi. Ben de nesneleri sıkıyor muyum? Boşuna gözlüyorum kendimi, hareketlerimin çoğu onun canını sıkıyor sanıyorum. Ama bana bunu söylemiyor. Kadın kendini birdenbire zavallı hissetti, tıpkı on dört yaşındayken ve M. Darbedat’nın, canlı ve hafifçe: İnsan sana bakınca, ellerini ne yapacağını bilemiyormuşsun sanıyor, dediği zamanki gibi. Bir hareket yapmaya cesaret edemiyordu ve tam bu anda, durumunu değiştirmek için dayanılmaz bir istek duydu. Ayaklarını halıya değdirerek yavaşça iskemlenin altına götürdü. Masanın üstündeki lâmbaya, Pierre’in alt kısmını siyaha boyadığı lâmbaya ve satranç takımına bakıyordu. Satranç tahtasının üstünde Pierre yalnızca siyah taşları bırakmıştı. Bazı bazı ayağa kalkıyor, masaya kadar gidiyor, taşları bir bir eline alıyordu. Onlarla konuşuyor, onlara Robot’lar diyor ve sanki parmaklarının arasında daha gerçekleşmemiş bir hayata can veriyordu. Onları yerine koyunca sıra Eve’e geliyor, gidip o dokunuyordu. (Biraz gülünç oluyordu bu.) Taşlar, ölü tahta parçaları haline dönüyorlardı, ama üstlerinde değişik, kavranamaz birşeyler kalıyordu, anlam gibi birşeyler. Bunlar onun nesneleri, diye düşündü. Odanın içinde bana bir şey kalmıyor. Eskiden onun birkaç mobilyası vardı. Ona anneannesinden kalan markalı küçük bir tuvalet masası ve ayna. Pierre buna alay yollu senin masan, diyordu. Pierre onları kendisiyle birlikte sürüklemişti; eşyalar gerçek yüzlerini yalnız Pierre’e gösteriyorlardı. Eve onlara saatlerce bakabiliyordu. Eşyalar, yorulmadan inatla onu hayâl kırıklığına uğratıyorlar, ona dış görünüşlerinden başka birşeylerini açık etmiyorlardı. Franchot ve M. Darbedat’a da öyle olmalıydı. Eve kendi kendine sıkıntıyla, Yine de ben onları tam babam gibi de görmüyorum. Tıpkı Pierre gibi görmem de mümkün değil, dedi.
Eve birazcık dizlerini oynattı. Bacakları karıncalanmıştı. Bedeni sert ve gergindi, ona acı veriyordu. Bedenini çok canlı, delişmen hissediyordu: Görünmez olmak ve orada kalmak istiyorum; o beni görmeden, ben onu görmek istiyorum. Bana ihtiyacı yok; odada fazlalığım ben. Biraz başını çevirdi ve Pierre’in üst tarafındaki duvara baktı. Duvarın üstünde tehlikeli şeyler yazılıydı.
Eve biliyordu, ama onları okuyamıyordu. Gözlerinin önünde oynamaya başlayana kadar hep duvar kâğıtlarındaki iri kırmızı güllere bakıyordu. Güller alacakaranlıkta alev alev yanıyorlardı. Tehlike, çoğu zaman, yatağının sol üstünde, tavana yazılmıştı. Ama bazı bazı yer değiştiriyordu. Kalkmam gerekiyor. Uzun zaman oturamıyorum, olmuyor. Duvarda, soğan kesitlerine benzeyen beyaz yuvarlaklar da vardı. Yuvarlaklar kendi çevrelerinde döndüler ve Eve’in elleri titremeye başladı: Çılgına döndüğüm anlar oluyor. Ama hayır, diye düşündü acı acı, ben deli olamam.
Sinirleniyorum o kadar. Birden elinin üstünde Pierre’in elini hissetti. Pierre tatlı tatlı,
-Agathe, dedi.
Ona gülümsüyordu, ama elini parmaklarının ucuyla, bir çeşit iğrenmeyle tutuyordu, sanki bir yengeç yakalamıştı da yengecin kıskaçlarından korunmak istemişti. -Agathe, dedi, sana fazlasıyla güvenmek isterdim:
Eve gözlerini yumdu ve göğsü kabardı: Hiç yanıt vermemek gerekiyor, yoksa hemen kuşkulanacak, hiçbir şey söylemeyecek. Pierre, elini bırakmıştı.
-Seni ne kadar seviyorum Agathe, dedi. Ama seni anlayamıyorum. Niçin her zaman odada duruyorsun?
Eve, yanıt vermedi.
-Söyle bana, niçin?
Kadın kuru kuru:
-Seni sevdiğimi çok iyi biliyorsun, dedi.
-Sana inanmıyorum, dedi Pierre. Niçin beni sevecekmişsin?
Sana korku vermem gerek, ben kafadan sakatım. Güldü, ama birden ciddileşti.
-Seninle benim aramda bir duvar var. Seni görüyorum, seninle konuşuyorum, ama sen öte yandasın. Bizi sevişmekten alıkoyan nedir? Bana öyle geliyor ki bu eskiden çok kolaydı. Hamburg’dayken.
-Evet, dedi. Eve, acı acı. Hep Hamburg.
Gerçek geçmişlerinden hiç söz etmiyordu. Ne Eve, ne de o, hiçbir zaman Hamburg’da olmuşlardı.
-Kanallar boyunca gezerdik. Bir mavna vardı, hatırlıyor musun? Mavna siyahtı. Kaptan köşkünün üstünde bir köpek vardı. Alabildiğine uyduruyordu, yapmacıklı bir hali vardı.
-Senin elinden tutuyordum, başka bir tenin vardı. Bana söylediklerinin hepsine inanıyordum. Susunuz! diye bağırdı.
Bir an kulak kabarttı. Tasalı bir sesle:
-Şimdi geliyorlar, dedi.
Eve sıçradı:
-Geliyorlar mı? Artık hiç gelmeyeceklerini sanıyordum. Üç günden beri Pierre çok sakindi, heykeller gelmemişti. Her ne kadar hiç kabullenmese de Pierre’in heykellere karşı müthiş bir korkusu vardı.
Eve’in yoktu, ama gelip de odada vızıldayarak uçmaya başladılar mı kadın Pierre’den korkuyordu. Pierre:
-Bana ziuthre’ü ver, dedi.
Eve ayağa kalktı ve zuithre’ü aldı. Bu Pierre’in kendi yapıştırdığı karton parçaları yığınıydı. Bunu heykelleri savuşturmak için kullanıyordu. Ziuthre bir örümceğe benziyordu. Bu kartonlardan birinin üstüne Pierre: Tuzağa karşı kuvvet, ötekinin üstüne: Kara, diye yazmıştı. Bir üçüncüsünün üstüne de gözleri kırış kırış, gülen bir yüz resmi çizmişti. Bu Voltaire’di. Pierre, ziuthre’ü bir ayağından yakaladı ve anlaşılmaz bir tavırla dikkatle baktı. -Artık bana hizmet etmiyor, dedi.
-Niçin?
-Onu altüst etmişler. Kadına uzun uzun baktı. Dişlerinin arasından:
-Pek isterdin bunu, dedi.
Eve, Pierre’e kızmıştı. Her gelişlerinde, haberi oldu; nasıl yapıyor bunu? Hiç aldanmaz. Ziuthre, Pierre’in parmaklarının ucundan acınacak bir halde sarkıyordu. Onu kullanmamak için her defasında iyi bir bahane bulur. Pazar günü geldiklerinde ziuthre’ün kaybolmuş olduğunu ileri sürüyordu, ama ben onun zamk kutusunun arkasında olduğunu görüyordum. Pierre onu görmek istemiyordu. Heykelleri kendine çekenin yine kendisi mi, değil mi diye kendi kendime soruyorum. İnsan onun içten olup olmadığını asla bilemiyordu. Bazı zamanlar, Eve’e öyle geliyordu ki Pierre elinde olmadan düşünce ve görüşlerinde hastalıklı bir bollukla dolup taşıyordu. Ama başka zamanlar, Pierre’in uydurur gibi bir hali vardı. Acı çekiyor. Ama nereye kadar heykellere ve Zenciye inanıyor? Ne olursa olsun heykelleri görmediğini biliyorum, yalnızca işitiyor. Onlar geçerken başını çeviriyor, -hemen arkasından onları gördüğünü söylüyor, onları betimliyor. Birden Doktor Franchot’nun kırmızı yüzünü hatırladı: Ama, hanımefendi, bütün akıl hastaları yalancıdırlar. Gerçekten hissettikleriyle, hissettiklerini ileri sürdüklerini ayırdetmeye kalkarsanız zamanınızı boşa harcarsınız, dediğini hatırladı. Sıçradı: Franchot niye dışarıdan gelip işe karışıyor? Ben kendimi onun yerine koyup düşünemem.
Pierre ayağa kalkmıştı, zuithre’ü gidip kâğıt sepetine attı: İstediğim senin gibi düşünmektir? diye mırıldandı kadın. Pierre mümkün olduğu kadar az yer kaplamak için dirseklerini yanlarına yapıştırıp ayaklarının ucunda, küçük adımlar atarak yürüyordu. Geri gelip oturdu ve anlaşılmaz bir tavırla Eve’e baktı. -Siyah duvar kâğıtları yapıştırmak gerek, dedi. Bu odada yeteri kadar siyah yok. Koltuğa yığılmıştı. Eve, her zaman çekilmeye, büzülmeye hazır bu cimri bedene kederle baktı: Kollar, bacaklar, kafa, içeri çekilebilen uzuvlar gibiydiler. Saat altıyı vurdu, piyano
susmuştu. Eve içini çekti: Heykeller hemen gelmiyorlardı, onları beklemek gerekiyordu.
-Işığı yakmamı ister misin?
Kadın, onları karanlıkta beklemeyi yeğliyordu.
-İstediğini yap, dedi Pierre.
Eve küçük masa lâmbasını yaktı ve odayı kırmızı bir sis kapladı. Pierre de bekliyordu. Konuşmuyordu, ama dudakları kıpırdıyordu; kırmızı siste iki koyu gölge yapıyorlardı. Eve, Pierre’in dudaklarını seviyordu. Eskiden coşturucu ve duygulandırıcıydılar, ama haz vericiliklerini yitirmişlerdi.
Biraz titreyerek birbirlerinden ayrılıyorlar ve durmadan birleşiyorlardı, yeniden ayrılmak için birbirlerini eziyorlardı. Bu içine kapanmış yüzde yalnızca onlar yaşıyorlardı; iki korkak hayvan gibiydiler. Pierre ağzından tek bir ses çıkmadan saatlerce böyle mırıldanabiliyordu ve çoklukla Eve, bu sürekli küçük hareketlerle büyüleniyordu. Ağzını seviyorum. Pierre onu hiç öpmüyordu artık; dokunuşlardan korkuyordu: Geceleri Pierre’e, katı ve kuru erkek elleri dokunuyordu, bütün bedenini çimdikliyorlardı; çok uzun tırnaklı kadın elleri iğrenç iğrenç okşuyorlardı onu. Her zaman baştan aşağıya giyimli yatıyordu, ama eller elbiselerinin altına giriyorlardı ve gömleğini çekiyorlardı. Bir kere, gülme duymuştu ve şişkin dudaklar kendi dudakları üstüne gelip yapışmıştı. O geceden beridir artık Eve’i öpmüyordu.
-Agathe, dedi Pierre, ağzıma bakma! Eve gözlerini indirdi.
Arkasından nobranca:
-Dudaklardan birşeyler okumanın öğrenilebileceğini bilmiyor değilim, dedi.
Eli koltuğun kolu üstünde titriyordu. İşaret parmağı gerildi, gelip başparmağa üç kere vurdu ve öteki parmaklar kasıldılar:
Bu bir kötü ruhları kovma işaretiydi. Kadın Başlıyor, diye düşündü. Pierre’i kollarının arasına almak istedi. Pierre yüksek sesle ve kibar bir tavırla konuşmaya başladı:
-San Pauli’yi hatırlıyor musun? Yanıt vermemeli. Belki bir tuzaktır.
-Ben seni orada tanımıştım, dedi hoşnutça. Bir Danimarkalı denizcinin elinden almıştım seni. Az daha dövüşecektik, ama hesabını ödedim de seni götürmeme ses çıkarmadı. Güldürüden başka bir şey değildi bu.
Yalan söylüyor, söylediklerinin birine inanmıyor. Adımın Agathe olmadığını biliyor. Yalan söylediği zaman ondan nefret ediyorum. Ama kadın, onun sabit bakışlarını gördü ve kızgınlığı eriyip gitti. Yalan söylemiyor, diye düşündü, tükenmiş bitmiş. Heykellerin yaklaştığını hissediyor. Onları duymamak için konuşuyor. Pierre iki elini de koltuğun kenarlarına yapıştırıyordu. Yüzü uçuktu, gülümsüyordu.
-Bu karşılamalar her zaman bir gariptir, dedi adam, ama ben rastlantı olduğuna inanmıyorum. Seni kimin gönderdiğini sormuyorum, biliyorum ki yanıt vermeyeceksin. Ne olursa olsun, sen beni çâtlatma konusunda oldukça beceriklisin.
İğneleyici ve aceleci bir sesle güçlükle konuşuyordu.
Doğru dürüst söyleyemediği ve ağzından yumuşak ve şekilsiz bir madde gibi çıkan sözcükler vardı.
-Beni şenliğin orta yerine götürdün; siyah otomobillerin olduğu yere, ama ben sırtımı döner dönmez kırmızı gözleri ışıl ışıl yanan bir kalabalık vardı otomobillerin arkasında. Benim koluma girmiş, onlara işaret ettiğini düşünüyorum, ama ben bir şey görmüyordum. Ben Kutlama Törenlerinin büyüsü içindeydim.
Kadının önüne doğru, gözleri iri iri açılmış, baktı. Elini, çabucak, kısa bir hareketle ve konuşmasını kesmeksizin alnından geçirdi. Konuşmasını kesmek istemiyordu.
-Bu Cumhuriyeti kutlama törenleriydi, dedi keskin bir sesle. Sömürgelerin tören için gönderdikleri cins cins hayvanlar nedeniyle ilgi çekici bir görüntü vardı. Sen maymunların arasında kaybolmaktan korkuyordun. Maymunlar arasında dedim, diye çevresine bakarak küstah bir sesle tekrarladı: Zenciler arasında diyebilirdim! Masaların altına kaçan ve görünmediklerini sanan eciş bücüşler, benim bakışım tarafından hemen ortaya çıkarılmışlar ve çivilenip kalmışlardır. Emir susmak’tır, diye bağırdı. Susmak. Herkes yerine ve heykellerin girmesi için hazır ol, bu emirdir. Taralala -uluyor ve ellerini ağzına götürüp boru gibi yapıyordu- tralala, trala-lalala. Adam sustu ve Eve anladı ki heykeller odaya girmekteler. Solgun ve aşağılayıcı bir ifadeyle dimdik ayakta duruyordu. Eve de kaskatı olmuştu ve ikisi birden sessizlik içinde beklediler. Koridorda biri yürüyordu: Marie, hizmetçi kadındı bu, kuşkusuz şimdi gelmişti. Eve düşündü: Gaz için ona para vermem gerekecek. Sonra heykeller uçmaya başladılar, Eve ile Pierre’in arasından geçiyorlardı.
Pierre Hınk, yaptı ve ayaklarını altına alarak koltuğa büzüldü. Başını çeviriyordu, zaman zaman sırıtıyordu, ama alnında ter damlaları boncuk boncuk beliriyordu. Eve, bu solgun yüzün, yumuşak bir titremeyle şekil değiştiren bu ağzın görünüşüne dayanamadı, gözlerini kapattı. Gözkapaklarının kırmızı fonunda yaldızlı çizgiler oynamaya başladılar. Kendini yaşlı ve bitkin hissediyordu. Kadının hemen yanında Pierre gürültüyle soluyordu. Heykeller uçuyorlar, vızıldıyorlar, onun üstüne doğru eğiliyorlar… Hafif bir gıdıklanma, omzunda ve sağ böğründe bir ağrı duydu. İçgüdüsüyle, bedeni iğrenç bir şeye değmekten sakınır gibi, ağır ve biçimsiz bir eşyanın geçişine yol verir gibi sola doğru eğildi. Birden yer tahtası gıcırdadı, içinden, gözlerini açmak, elleriyle havayı yoklayarak sağına bakmak isteği delice kabarmıştı.
Hiçbir şey yapmadı. Gözlerini kapalı tuttu ve yakıcı bir sevinç onu ürpertti: Ben de korkuyorum, diye düşündü. Bütün yaşarlığı gelip sağ yanına sığınmıştı. Gözlerini açmadan Pierre’e doğru eğildi. Küçücük bir çaba ona yetecek ve ilk kez bu dokunaklı evrene girecekti. Heykellerden korkuyorum, diye düşündü. Bu şiddetli ve gözü kapalı bir kabullenme, bir dua idi.
Kadın bütün gücüyle onların varlığına inanmak istiyordu. Sıkıntı sağ yanını kötürümleştiriyordu. Bundan yeni bir duygu, bir dokunum çıkarmaya çalışıyordu. Kolunda, böğründe ve omzunda onların geçişini hissediyordu. Heykeller alçaktan ve yavaş uçuyorlardı. Vızıldıyorlardı. Eve onların kötücül bir tavırları olduğunu ve gözlerini çevreleyen kirpiklerin taştan çıktığını biliyordu, ama onları çok kötü canlandırabiliyordu. Onların tümüyle canlı olmadıklarını da biliyordu, ama koskoca bedenlerin üstünde et tabakalarının, ılık pulların görüldüğünü de biliyordu; parmaklarının ucunda taş, deri soyulur gibi soyuluyor ve avuç içleri onları kaşındırıyordu. Eve bütün bunları göremiyordu. Devanası gibi iri, gösterişli ve gülünç kadınların, bir insanoğlu tavrı ve taşın som inatçılığıyla, tam onu yalayıp geçtiklerini düşünüyordu yalnızca. Pierre’in üstüne eğiliyorlar. Eve öyle bir güç harcıyordu ki elleri titremeye başladı.
Bana doğru eğiliyorlar… Korkunç bir çığlık birdenbire onu dondurdu. Pierre’e dokundular. Kadın gözlerini açtı: Pierre başını ellerinin arasına almıştı, soluk soluğaydı. Eve tükendiğini, bittiğini hissetti: Bir oyun, diye düşündü acı bir pişmanlıkla, bir oyundan başka bir şey değil, bir an olsun buna içten inanmadım. Ama bu sırada Pierre gerçekten acı çekmiştir.
Pierre yatıştı ve derin bir soluk aldı. Ama gözbebekleri garip bir şekilde iri iri duruyorlardı; terliyordu.
-Onları gördün mü? diye sordu adam.
-Görmedim.
-Böylesi senin için daha iyi, seni korkuturlardı. Ben alıştım buna.
Eve’in elleri hep titriyordu, kanı başına çıkmıştı. Pierre cebinden bir sigara çıkarıp ağzına götürdü. Ama sigarayı yakmadı.
-Benim için fark etmez onları görmek, dedi, ama bana dokunmalarını istemiyorum. Bana sivilce bulaştırmalarından korkuyorum.
Bir an düşündü ve sordu:
-Onları işittin mi?
-Evet, dedi Eve, bir uçak motoru gibi.
(Pierre, geçen pazar, kadına tam böyle söylemişti.) Pierre biraz babacan bir tavırla gülümsedi.
-Abartıyorsun, dedi. Ama solgundu. Eve’in ellerine baktı: Ellerin titriyor. Seni etkiledi bu. Agathe’cığım. Ama sinirlenmenin gereği yok, yarından önce gelmeyecekler. Eve konuşamıyordu, dişleri takırdıyordu ve Pierre’in bunu görmesinden korkuyordu. Pierre ona uzun uzun baktı.
-Adamakıllı güzelsin, dedi başını sallayarak. Yazık, gerçekten yazık. Hızla elini uzattı ve kulağını okşadı.
-Benim güzel şeytanım! Biraz canımı sıkıyorsun; çok güzelsin. Beni rahatsız ediyor bu. Özetleme söz konusu olmasaydı…
Durdu ve şaşkın şaşkın Eve’e baktı:
-Bu sözcük olmadı… Dilimin ucunda… Dilimin ucunda, dedi belirsiz bir tavırla gülümseyerek. Bir başka sözcük var dilimin ucunda… Şey canım… tam yerinde. Sana söyleyeceğimi unuttum.
Bir an düşündü ve başını salladı:
-Haydi, dedi, ben uyuyorum. Çocuksu bir sesle ekledi: Biliyorsun Agathe, yoruldum. Kafamı toparlayamıyorum. Sigarasını attı ve kaygıyla halıya baktı. Eve yastığı başının altına koydu.
-Sen de uyuyabilirsin, dedi gözlerini kapayarak, gelmeyecekler.
ÖZETLEME. Pierre uyuyordu, dudaklarında saf bir yarım gülüş vardı, başını eğiyordu. Yanağıyla omzunu okşamak istiyor gibiydi. Eve’in uykusu yoktu, düşünüyordu:
Özetleme. Pierre birden aptalca bir havaya bürünmüştü ve sözcük ağzından dışarı dökülmüştü, uzun ve beyazımsı. Pierre şaşkın şaşkın önüne bakmıştı; sözcüğü görüyor ve onu tanımıyor gibi. Ağzı yumuşaktı, açıktı. İçinde bir şey kırılmış gibiydi. Geveledi. Bu ilk kez geliyor onun başına. Farkına vardı zaten. Artık kafasını toplayamadığını söyledi. Pierre tatlı tatlı inledi ve eli belli belirsiz kıpırdadı. Eve ona dik dik baktı: Nasıl uyanacak bakalım? Bu düşünce içini kemiriyordu. Pierre uyur uyumaz, bunu düşünmesi gerekiyordu, bundan vazgeçemiyordu. Gözleri dönmüş bir halde uyanmasından ve saçmalamaya başlamasından korkuyordu. Ben aptalım, diye düşündü, bu bir yıldan önce başlamaz, Franchot söyledi ya. Ama içinin sıkıntısı gitmiyordu. Bir yıl; bir kış, bir ilkbahar, bir yaz, bir başka sonbaharın başlangıcı. Bir gün bu çizgiler bozulacaktı; çenesi sarkacaktı, sulu gözlerini yarım yamalak aralayacaktı. Eve, Pierre’in elinin üstüne doğru eğildi ve dudaklarını değdirdi: Daha önce öldürürüm seni.
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...
-
Evet bu yüzden, yorgunluğumu anlatamıyorum kimseye Olric. Yakınmalarımda ince bir alay görüyorlar. Bu inceliği bana yakıştıranlar tabii cahi...
-
Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlar...
-
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...