İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2009 Perşembe

Öldürmek, Amat, İhsan Oktay Anar


İlk kez öldürdüğünde bir değil sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da zavallı bir kadının kocasını da, savaş giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür.,üçüncü kez ise kimseyi öldürmüş sayılmazsın.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Tuhaf bir savaş hikayesi!

“Benim aklıma gelmişse, bir başkasının da aklına gelmiştir”
Umberto Eco

Haşmetlu, Azametlu, Fehametlu, Devletlu hünkarımız Sultan Selim Han Efendimizin yeni sadrazamı Arap Hilmi Paşa'nın emri uyarınca, Enderun'un baş vakanuvisi olarak, Şaşı Haydar Efendi denilen zındığın, Çaldıran Meydan Muharebesi hakkında çalakalem yazıp bir de marifetmiş gibi sağda solda anlattıklarını düzeltme, sinsice yalanlardan arıtma, eksiğini gediğini kapatma şerefi, Tanrı'ya şükür ve hamd olsun ki şahsıma verilmiştir. Bir zamanlar emrimde çalışan ve sayısız tokadımı yiyen Şaşı Haydar nam zındığın ne kadar palavracı olduğu, ancak yine de vakanuvis geçindiği, yedi iklim dört bucaktaki aklı başında, mürekkep yalamış, dirsek çürütmüş münevver zevatın zaten malumudur.

Bu zındık, Çaldıran Muharebesinin bir kenarı 24 adım olan ve 64 kareden oluşan büyük bir kare içinde cereyan ettiğini söylerken, bir de utanmadan, siyah karelere kömür tozu, beyaz olanlara ise kireç döküldüğünü yazmıştır! Haşa! Doğrusu şudur: Sultan Selim Han, bu dev satranç oyunu için gereken zemini usta tutup masraflarını karşılayarak siyah granit ve beyaz mermerden yaptırıp cömertliğini göstermiştir. (Fakat güya bir şah olan İsmail, kesesini açıp bu hayırlı işe tek kuruş katkıda bulunmamıştır) Ayrıca, siyah ve beyaz karelerin kenarları, zındığın yazdığından farklı olarak 3 değil 4 adımdır. 64 parçalı bu dev kare için Efendimizin sarf ettiği paranın, ayıptır söylemesi, tam 216 zolata ve 144 akçe olduğunu söylerler.

Şimdi muharebenin nasıl geçtiğin gelelelim: Her iki taraf da siyah ve beyaz renklerden birini seçecekti. Bunun için imsak vaktine yakın bir zamanda, yani siyah iplikle beyaz ipliğin ayırd edilemediği bir vakitte, biri Zenci ve diğeri de Çerkez olan iki köle salıverildi. Oyunun raconu böyle gerektiriyordu: Ok ve yay ile Zenciyi vuran siyah, Çerkezi vuran ise beyaz olacaktı. Nitekim, Şah İsmail'in kırmızı oku Zencinin kalbinden, Yavuz Sultan Selim'in yeşil olku ise Çerkezin boğazından çıkınca her iki ordunun da renkleri belli oldu.

Şafak vakti Orduyu Hümayun ile Şah İsmail'in dev ordusu bu “satranç meydanı”nda savaş düzenini almıştı. Her iki tarafın da kaleleri, “taarruz süvarisi” denilen eski kuşatma kulelerine benziyordu. İçlerinde 20 nefer ve tepelerinde ise 4 şahidarbezen topu taşıyan bu tekerlekli kuleler, meydanın köşelerine yerleşmişlerdi. Onların yanında ise elleri topuzlu süvariler vardı. Ortaya yakın bir yerde ise,her birinin sırtında hamuda benzeyen ve içlerinde 3-4 kişi ile bir küpeşte topu bulunan savaş filleri göze çarpıyordu. Ortada Haşmetmaaplarının yanındaki beyaz karede, kıyıcılığıyla nam salmış Kara İbrahim Paşa, siyah karede de, Haşmetlu, Fehametlu, Devletlu Sultanımız Yavuz Selim, adet güneş gibi parlıyordu. Aynı düzeni Şah İsmail de almıştı.
Bu muhteşem görünüme rağmen, sözüm ona bir vakanüvis olan Şaşı Haydar nam zındık, papuç kadar diliyle, bu savaşta piyadelerin ön saflarda olduklarını ve bu yüzden haklarının yendiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Oysa Sultan Selim Efendimiz, yanında celladıyla piyadelerle hoşbeş edip bu zavallıların dertlerini dinleyecek kadar yüce gönüllülük göstermişlerdir. Üstüne üstlük şu apaçık bir hakikattir ki bir kale, bir atlı, bir fil asla vezir olamaz, ama 8 kare ilerlemeyi başaran basit bir piyade pekala bir vezir olabilir. H-2 hanesindeki Bozbora adlı piyade bu gerçeği anlamış görünmekteydi. İşittiğim kadarıyla bu hırslı ve azimli piyade, diğer 7 yoldaşı olan Keleşbay, Oğuzbala, Tosunbay, Dalboğa, Alpagut, Çavuldur ve Atambay'a, “Bakın görün teresler! Azmedip vezir olacağım! O zaman hepiniz elimi eteğimi öpmek için sıraya gireceksiniz!” diyecek kadar hakikate ve kadere meydan okuma cesaretini göstermişti. Fakat sultanımız muharebeyi Şattülarap Açılışıyla başlatınca H-2 karesindeki bu zavallının neredeyse tüm umutları yıkıldı.
Ancak bundan daha da kötü bir şey oldu. Şah İsmail'in önündeki piyade şişlenince yol açıldı ve Vezir İbrahim Paşa E-2 karesine geçerek Şah İsmail'i tehdit etti. İbrahim Paşa, Şah İsmail'e şah çekecekti. Fakat bu iş Yavuz Sultan Selimin yapması gereken bir şeydi. Vezir arkasını dönüp Padişah efendimize, “Devletlu Sultanım! Lütfen “ŞAH!” diye bağırınız. Oyunun kaidelerinden biri de budur. Bağırmazsanız yenik sayılırız” diye fısıldayınca, Efendimiz, “Yedi iklim dört bucağın hakimi olan benim gibi bir padişah, şu pis pis sırıtan İsmail'e değil “şah” demek, “hela bekçisi” bile demez! diye haykırdı. Bu söz üzerine İbrahim Paşa, “Sultanım! Sis dudaklarınızı kıpırdatın, ben de elimle ağzımı gizleyip 'şah' diye bağırayım, belki yutarlar” demek zorunda kaldı.

Muharebenin ortalarına doğru bir nice düşman katledildi ve bir nice yiğit şehadet mertebesine erdi. Ne var ki Şaşı Haydar denilen zındık, bu sırada araya bir yalan sokuşturmuştur: Buna göre, Kara İbrahim Paşanın seyisi Kaspar nam köle, efendisi olan vezirin ayağını üzengiye geçirirken elindeki çamuru paşanın çizmesine bulaştırdığı için tokat yedi. Bunun üzerine, intikam hisleriyle görev yerini terk ederek Padişah Efendimizin huzuruna varıp el etek öptükten sonra Sultan Selim Han Efendimize, eğer veziri feda ederse Şah İsmail'i yok edebileceğini anlattı. Şaşı Haydar Efendinin aktardığına göre, Kaspar denilen köle, eğer Vezir Kara İbrahim Paşa G-8 karesine giderse, Şah İsmail'in kalesi tarafından alınıp telef edilecek, ama atlının F-7 kalesine gelip şah çekmesi halinde, İsmail mat olacaktı. Haşa sümme haşa! Bu fikir Kaspar'a değil Padişahımıza aitti. Hem efendisine ihanet eden bir köleden ne bejlenir ki! Kaspar, Kara İbrahim Paşanın en çok değer verdiği köleydi. Çünkü esir pazarındaki açır arttırmada paşa, Kaspar'a tam 1115 Filuri değer biçmişti. Efendisinin bu kadar çok değer biçtiği bir kölenin ihaneti asla affedilemez!

Hal böyle olunca, Padişah Efendimiz vezire emir buyurdu ve G-8 karesine gitmesini emretti. Fakat Vezir Kara İbrahim Paşa, Hünkarımıza, “Devletlu Padişahım! Dediğiniz yere gidersem bu benim sonum olur! Şah İsmail'in kalesi beni alır! Beni feda etmeyin! Size bunca hizmetim var! Kıymayın bana!” diye yalvardı. Ama Efendimiz, “Bre melun! Padişahın için ölmekten nasıl korkarsın ey kavuğunu kerktiğimin veziri! Şimdi git dediğim yere!” diye haykırdı. Böylece vezir atını mahmuzladı mahmuzlamasına, ancak yolun yarısında durdu.

Veziri Kara İbrahim Paşanın emre uymadığını gören Hünkarımız küplere bindi ve apaşanın gerisindeki piyadeye, “Sen Vezirin arkasındaki piyade! Veziri hemen öldür! Emre karşı gelmenin ne olduğunu anlasın!” diye bağırdı. Fakat piyade, “Hünkarım! Ben satrançtan pek anlamam, ama bildiğim kadarıyla kendi taşımızı alamayız” diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz, “Dediğimi yap deyyus!” diye feryad edince, piyade, “Paşam! Seni öldürmek istemezdim. Ama emir yüksek yerden geldi. Sen en iyisi Kelime-i Şahadet getiriver” dedi ve çok geçmeden, mızrağını vezirin gırtlağına soktu.
Bu fırsat da işe yaramayınca ortalık can pazarına döndü. Hatta siyah ve beyaz kareler, dökülen kandan zort ayırt edilir oldu. Kala kala 3 taş kalmıştı: 2 şah ve bir kale.
Üçüncü taş olan kaleye Yavuz Sultan Selim Han efendimiz öyle bir omuz attı ki iki adam boyundaki kale devriliverdi. Ancak, o esnada oyunu seyredenlerden bir nefer, “Hünkarım! Ne yaptınız! Oyun pat oldu şimdi! Sözün kısası berabere kaldınız! Biz şimdi ne yapacağız! Artık Tebriz şehrini yağmalayamayacağız! Oysa karılarımıza ganimetle döneceğimize dair kitaba el basıp söz vermiştik!” diye nida etti.
Bu söz padişahımızın o kadar gücüne gitti ki kurala kaideye aldırmadan Şah İsmail'in üzerine yürüdü ve yakınına geldiğinde sağ eline tükürüp Acem Şahının suratına okkalı bir Osmanlı tokadı oturttu. Derken tokatlar şaplaklar birbirini izlemeye başladı. Ufak tefek biri olan İsmail, gerileye gerileye muharebe alanını terk etti.
Bu duruma seyirci kalamayan bazı “halden anlayan kişiler” Şah İsmail ile Sultan Selim'i birbirlerinden ayırmaya yeltendiler. Onca kalabalık birikince, artık kendini güvende hisseden İsmail, Padişahımıza nah işareti bile yaptı. Ama bir yeniçeri, Padişahımıza “Uyma sen ona ey Padişahım! Adam aile terbiyesi görmemiş!” deyince hünkarımızın öfkesi biraz yatışır gibi oldu.
Çaldıran Meydan Muharebesi bitmiş, her iki ordu da ağırlıklarını toplamaya başlamıştı. Attığı tokatlardan yorgun düşen Sultan Selim, oracıkta bulduğu bir tahtta oturup dinleniyordu ki on iki neferli bir Acem zabiti gelip, “Ey padişah! Bir zahmet o tahttan kalkıver. O taht Şah İsmail'indir ve onda, saçı bitmedik yetimin hakkı vardır.” dedi. Hal böyle olunca, Sultan Selim Efendimiz oturduğu tahta yellendi ve Acem zabitine, “Bu taht şimdi Yavuz Sultan Selim'in saldığı zarta ile mühürlenmiştir. Şimdi bu tahtı ister alın ister almayın, bu size kalmış artık!” dedi.
Bütün bunlara karşılık, Şaşı Haydar denilen zındık, Acem zabitinin Efendimize “Sen yellendikten sonra bu taht artık murdar olmuştur. Şahımız buna asla oturmaz. Ancak şunu bil ki şahımız da bu tahtta defalarca yellenmiştir. Şimdi sen onun zarta saldığı tahtta oturuyorsun. Bizim böyle bir tahta ihtiyacımız yok. Al, sen otur!” dediğini söyler ki yalanın da yalanıdır.
Birkaç şahidin söylediklerine bakılırsa, Sultan Selim Efendimiz, Şah İsmail'in tahtından hemen kalkmamıştır. Bazılarına göre yorgunluktan, diğerlerine göre “derin düşüncelere daldığından” ama bir iki kişiye göre ise, yalnızlığın tadını çıkarmak için...

14 Nisan 2009 Salı

Puslu Kıtalar Atlası,İhsan Oktay Anar


“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar”


Bilge demkeşin anlattığına göre, fî tarihinde çok uzak bir ülkenin padişahına gelen kâhinler ona ülkesinin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu söylemişlerdi. Sözkonusu tehlike ise, bir yıl sonra doğacak olan ve kurduğu düşlerin hepsi bir anda gerçeğe dönüşüverecek bir çocuktan ibaretti. Öyle ki, çocuk eğer başkentteki bütün evlerin altın olduğunu düşünürse, evler gerçekten o anda altın oluverecekti. Bununla birlikte eğer padişahın fakir olduğunu düşünecek olursa sarayları, köşkleri, atlasları ve altınları o anda hiçliğe karışacak olan padişah parasız pulsuz biri olacaktı. Çocuğu doğar doğmaz öldürmek de olmazdı, çünkü kader artık bağlanmıştı. O hiçbirşey düşünmeyecek olursa, düşünülmedikleri için artık ne dünya ne de kendileri varolabilirlerdi. Bunları işitir işitmez dehşet içinde kalan padişahın emriyle sözkonusu çocuk aranıp bulunmuş ve kırk bir ilim üstadı olan doksan dokuz âlim, gerçek olan ne varsa ona öğretmeye başlamıştı, öyle ki, çocuk bu sayede sadece gerçek olanları düşünecek ve böylece âlemin nizamı aksamayacaktı. Fakat düş kurması yasaklandığı için sonunda bu çocuk mutsuz olmuştu. Onunla birlikte ülkenin de mutsuz olduğunu gören en yaşlı bilgin, günlerce düşündükten sonra nihayet bir çözüme ulaşmış ve çocuğa, düş kurmasının yasak olduğunu, ama insanların düş kurduğunu düşlemesine herhangi bir sakınca olmayacağını söyleyerek ona izni vermişti.
İhtiyar demkeş, ademoğlunun gördüğü her rüyanın, kurduğu her düşün işte bu mutsuz çocuğun eseri olduğunu söyleyip hikayesini bitirdi.
...
Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu...
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
"Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır.

Kehanet Aynası,İhsan Oktay Anar

Kehanet Aynası başka birinde, mesela hala padişahta olsaydı, o mutlaka tövbe ederdi. Ama ben etmedim. Çünkü kıyametten kurtulmak mümkündü. Hemen hemen bütün elkimyacıların peşinde olduğu sonsuz hayata kavuşmak da, bütün bu şartlara rağmen mümkündü. Gördüğün topaç, beni Büyük Son'dan kurtaracak bir aygıt. Sana bunun nasıl gerçekleşeceğini de anlatacağım. Böylece boşluğu neden elde etmeye çalıştığımı da öğreneceksin.
Bilmek istediğin şeyi sana nihayet söylüyorum işte: Topaç, karşı harekete erişilebilecek bir araçtır ve karşı hareketi gerçekleştirmek için de boşluk gerekir. Kafan iyice karıştı, değil mi? Açıklayayım. Biz, hareket etmenin karşıtının durma olduğuna inanırız. Oysa bunun karşıtının karşı hareket olduğunu biliyorum. Bir örnek vereyim: Bir adam Ayasofya'dan saat üçte yola çıkar; üçü çeyrek geçe Bayezıt'a vardığında bir yankesici onun para kesesini çarpar. Üç buçukta Aksaray'a geldiğinde başı ağrımaya başlar ve nihayet saat dörtte Topkapısı'na ulaşır.
Fakat saat dörtte �zamanın geriye doğru aktığını' farzedersen, karşı hareketi tahayyül edebilirsin. Böyle bir durumda adamın saatinin akrebi, bu kez dörtten üçe doğru hareket ederken, adam da vaktiyle atmış olduğu her bir adımı bu kez geriye doğru atarak Topkapısı'ndan Ayasofya'ya doğru, yine aynı şartlarda, ama bu defa geri geri gitmeye başlar. Saati üçbuçuğu gösterdiğinde Aksaray'a varır ve başının ağrısı kesilir. Saat üçü çeyrek geçtiği sırada Bayezıd'a geldiğinde yankesici para kesesini onu kuşağına sokar ve nihayet saat üçte Ayasofya'ya varır. Kısaca, ilk hareket sırasında neler oluyorsa, zamanın geriye aktığı ikinci hareket sırasında da, bu kez tersine olmak üzere, aynı şeyler olur. İşte bu ikinci harekete karşı hareket diyorum ve buna erişmek de, zor olmasına rağmen imkansız değil. İstersen yine bir örnek vereyim."

25 Aralık 2008 Perşembe

Bir kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini iletti. Görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. Sihirbaz ona bir camgöz verdi.Adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırlatıldığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. Adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. Fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. Bu yüzden sihirbaz onu sarayında kırk gün ağırlamaya karar verdi. Gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. Günler ve gecelerce kadını düşündü taşındı. Sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri dönü. Kadın, o sırada içeride kendini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. Böylece adam kadını doya doya seyretti. Ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı.Bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. Fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. İntikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtı;p dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. Resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. Sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar


“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu.

Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı.

Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkta tıpkı bir baykuş gibi görmeye başladı. O gece hiçbir yere takılıp sendelemeden tam beş evi soydu ve ağzına kadar altın gümüşle dolu çuvalı evine taşırken güneş yükseliverdi: Zavallı hırsız, gün doğar doğmaz bir kör olmuştu. El yordamıyla evine gitti. Verdiği karara bin pişman olarak, gece olunca sihirbazın sarayına tekrar vardı ve ondan içine düştüğü zor durumdan kendisini kurtarmasını rica etti. Haline acıdığı için sihirbaz ona büyülü bir fener verdi. Fener ışık yerine karanlık saçarak onun gündüzleri de görmesini sağlayacaktı. Ama bu kez, onun saçtığı karanlık nedeniyle çevrede buluna diğer insanlar hiçbir şey göremeyeceklerdi.

Aldığı bu hediyeye sevinen hırsız, gündüzleri meyhaneye bu fenerle gidip gelmeye başladı. Gelgelelim, onun yaydığı karanlık nedeniyle yarenleri hırsızı görüp tanıyamadılar. Bütün bunlardan sonra o, karanlıkta kendisi görürken arkadaşlarının onu göremeyeceğini, aydınlıkta da arkadaşları onu görürken kendisinin onları göremeyeceğini anlayıverdi.

Sonunda para pul hırsı nedeniyle yapayalnız kaldığını kavradı. Böylece altın ve gümüşler içinde, ama tek başına, mutsuz bir hayat sürdü.

Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar



“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar”

İçinde babası Uzun İhsan Efendi olduğu halde, Galata rıhtımında bıraktığı fıçının bir gemiye yükleneceğinden ve bu geminin de ertesi sabah Cebelitarık’a doğru yelken açacığından habersiz olan Bünyamin, tam gece yarısı Ebrehe’nin huzurundaydı. Hınzıryedi efendisinin elini öptükten sonra çekip gitmişti. Bulundukları elkimya odasındaki civa buharı ve kükürt dumanı delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Oda da üç kişi çalışıyordu. Bunlardan biri odadaki üç zosimos ocağından birinin başında bir imbiğe zaç yağı dolduruyor, öteki ise zemindeki gübre havuzunda beklettiği zincifrenin yeterince mayalanıp mayalanmadığını denetliyordu. Buyurgan tavrına bakılırsa kıdemce onlardan üstün olduğu anlaşılan üçüncüsü ise adamların yaptığı işlerin yolunda gidip gitmediğini inceliyor ve yeri geldikçe emirler vererek onları yönlendiriyordu. Duvarlarda ki raflarda, sülyen, şap, mürdesenk, havacıva, göztaşı, tebeşir, zincifre ve daha nice maddeyle dolu kavanozlar sıralıydı. Zaç yağı, kezzap, tizap ve tuzruhu ise cam şişelerde muhafaza ediliyordu. Ocakların üzerindeki imbikler, erişilmek istenen maddenin doğup ortaya çıkmasını kolaylaştırmak için dölyatağı şeklinde imal edilmişlerdi. Ebrehe, gördüklerinden etkilenmişe benzeyen Bünyamin’e,

- Geldiğinden beri bu tuhaf mekanın nasıl bir yer olduğunu merak ediyorsun herhalde dedi. Belki de burada altın yapmayı amaçladığımızı sanıyorsun. Öyle değil mi?

Delikanlı,

- Bundan pek o kadar emin değilim diye cevap verdi, ‘Altını kazanmak ya da gaspetmek mümkün iken sizin böyle bir işe girişeceğinizi sanmıyorum.’

- Çok şey biliyormuş gibi konuşuyorsun. Ancak fazlasıyla silik birisin. Ağzından çıkan sözler beni şaşırtıyor, sanki biri bu sözleri kulağına fısıldıyor gibi. Kim bilir belki de birinden ilham alıyorsun.

Bünyamin’in aklına nedense babası Uzun İhsan Efendi geldi. Elkimya cehenneminden bir an önce gidip, rıhtımda babasını kurtarmak istiyordu. Ama içindeki bir dürtü onu, Ebrehe’nin amaçlarını öğrenmeye zorlamaktaydı.

- Peki burada ne elde etmeye çalışıyorsun diye sordu.

Büyük efendinin neşesi yerine gelmişti. Bu soruyu işitince gözleri parladı ve delikanlıya,

- Tabiatta yedi çeşit cisim olduğunu bilirsin mutlaka dedi. Ancak, altın, gümüş, kükürt, kalay, bakır, kurşun ve harısiniden ibaret olan bu yedi cisim yanında bir sekizincisinin olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde etmeye çalışıyoruz.

- Elkimyacıların aradığı filozof taşı olmasın bu?

- Hem evet, hem hayır. Fakat birçok bilgin, filozof taşıyla belki de bizim aradığımız şeyi kasdetmiş olabilir.

- Peki sizin aradığınız bu sekizinci cisim ne?

Ebrehe bu soruyu işitince duraksadı. Sanki bir sırrı verip vermemekte tereddüt ediyordu. Neden sonra gülümsedi ve fısıltıyla,

- “Yaratılmamış olan” dedi. “Biz yaratılmamış olanı arıyoruz...”

Bu cevap Bünyamin’i afallattığında, sözlerin bıraktığı etkiyi gören Ebrehe’nin memnuniyeti okunuyordu. Delikanlının kafasını iyice karıştırıp, kendi karanlık gölgesini onun zihnine sokmaya oldukça kararlıydı. Sözlerini şöyle sürdürdü.

- Bu deyim seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum. ‘Yaratılmamış olanı’ anlaman için ‘yaratılmış olan’ ile kesdedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için ‘yaratılmış olan’ kumaş iken, ‘yaratılmamış olan’ ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne ‘yaratılmamış olan’, ipliğe de ‘yaratılmış olan’ diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı ‘yaratılmış olan’ diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için ‘yaratılmamış olandır.’ Elkimyacı için de durum buna benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şekilde zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi, kibritte lap taşından oluşur. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı.

- Elbette varolmayandan yarattı.

- Öyleyse üzerindeki elbise nasıl ki yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna yaratılmamış olan diyoruz.

- Ve onu varlığa getirmeye çalışıyorsunuz.

- Hayır öyle denemez. Zorda olsa, elbiseni iplik haline getirmek ve ipliği de yüne dönüştürmek mümkün. Bu işleme ‘yok etme’ denir. Biz sadece, Tanrı’nın yaratım aşamasını tersine izleyerek, yaratılmamış olana, boşluğa erişmeye çalışıyoruz.

- Onu yeniden, bu kez kendi istediğiniz biçimde yaratmak için mi?

- Hayır. Bize onun kendisine gerekli. Sen hiç ‘boşluğa tapanları’ duydun mu?..

- Boşluğa tapanlar mı?..

- Bunlar bir Frenk tarikatıdır. Yaratılmamış olanın, yani boşluğun gücünü gören insanlar. Onlarla hiçbir ilgisi olmayan Fon Gerike adlı biri tarikat sırlarını keşfettiği için ateş püskürüyorlar. Adını söylediğim bu bilgin Magdeburg’da bir deney yaptı. Madeni iki yarım küreyi birleştirip içindeki havayı tulumbalarla boşaltarak boşluğu meydana getirdi. Böylece yapışan her bir yarımküredeki halkalara altışar at bağlatıp onları kırbaçladı. Tam on iki at, boşluk nedeniyle birbirlerine yapışan iki yarımküreyi ayırmayı başaramadı. Bu da boşluğun gücünü kanıtlar.

- İnanılması gerçekten zor.

- Ama doğru. Bununla birlikte, böylece meydana getirilen boşluk bizim işimize yaramaz. Çünkü biz, daha doğrusu ben, kendisinden dünyanın meydana geldiği asıl boşluğa erişmek istiyorum.

- Peki amaçladığın bu şeye eriştin diyelim. Onu ne yapacaksın?

- İşte şimdi bambaşka bir konuya geçiyoruz. Eline bir taş alıp fırlatırsan ne kadar hızlı gider sence?..

- Benzetmeyle ifade etmek gerekirse, bir kırlangıç kadar hızlı gideceğini söyleyebilirim.

- Peki neden daha hızlı, mesela sonsuz bir hızla gitmez?

- Çünkü o havanın içinde yol alır ve hava ona direnç gösterir. Bu direnç olmasaydı belki sonsuz bir hızla gidebilirdi.

- Şimdi havanın olmadığını ve taşın boşlukta fırlatıldığını farzet. Bu durumda ne diyebilirsin?

- Yoksa sonsuz hızın mı peşindesin?

- Bu soruya cevap vermek için henüz erken. Aristotales Fizik adlı eserinde, boşluğun olmadığını, eğer olsaydı boşlukta yol alan bir cismin sonsuz hıza erişeceğini, bunun da imkansız olduğunu söyler. Oysa bana göre boşluk var. Bunu adım gibi biliyorum. Böylece sonsuz hız da mümkün. Yaratılmamış olanın gücünü görebiliyor musun? Boşluğun gücünü on iki atınkiyle kıyaslamak onu küçültmek sayılır. O sandığımızdan da güçlü. Bu yüzden ona tapanların sayısı hızla artıyor. Yakında belki bütün insanlar boşluğun, dünyanın maddesi, malzemesi olduğunu görecekler.

- Boşluktan, sanki o imbikle damıtılabilir ya da işlem görebilir bir maddeymiş gibi bahsediyorsun.

Doğru bundan eminim.

Ebrehe bıraktığı izlenimden memnundu. Akla sığmaz açıklamalarıyla kafasını karıştırdığı delikanlıyı, üstelik bir de odayı kaplayan cıva buharının sersemlettiğini görüyor, ve gülümsemesinde büyük bir kibir okunuyordu. Şartlar onu her ne kadar kurbanını ağına düşürdüğünü gizlemeye zorlarsa zorlasın, yine de içinde belirsiz bir endişe vardı. Hayatını kurtaran bu delikanlıya gereğinden fazla önem verdiğini hissediyor ama bunun nedenini kendine yeterince açıklayamıyordu. İçinden bir ses ona, avucuna aldığını sandığı delikanlının meçhul bir şey tarafından korunduğunu söylese de, sahip olduğu büyük güçler Ebrehe’nin bu sesi dinlemesine engel oluyordu. Oysa Büyük Efendi hissettiği sıkıntıyı biraz deşseydi, iktidarın acizlik, güçsüzlüğün ise dirim çağrışımlarıyla yüklü olduğunu farkedecek ve Bünyamin’in kendisine karşı taşıdığı üstünlüğü biraz olsun anlayabilecekti.

Sanki tasarlanmış bir oyun gibi, güneşin doğmasına dört saat varken Ebrehe değerlendirmesi zor bir şey yapacaktı. Duvar saatine baktıktan sonra,

- Namaz vakti gelmiş. İzin verirsen sabah namazımı kılmak istiyorum dedi.

Büyük Efendi seccadesini yere serip namazını kılmaya hazırlanırken Bünyamin meseleyi henüz anlayabilmiş değildi. Çünkü odanın kirli havası onu adamakıllı sersemletmişti. Üstelik ocaklardaki ateşin harıltısı, imbiklerin fokurtusu ve Ebrehe’nin dua fısıltıları onun düş ile gerçeği karıştırmasına yol açıp kafasını bulandırmaya devam ediyordu. Biraz olsun kendine gelebilmek için odayı dolaşmaya başladı. Fakat bu sırada gözüne bir şey çarptı. Bu, sırmalı bir Şam kumaşıyla örtülmüş, dört ayaklı ve şekil itibariyle mangalı andıran bir eşyaydı. Bununla birlikte onun mangal olması pek mümkün değildi. Çünkü üzerindeki kumaşın fiatı su içinde en az elli filuri olmalıydı. Sağında şifreli metinleri okumaya yarayan o tuhaf cihaz, solunda ise bir gemici pusulası vardı. Delikanlı önce pusulaya, sonra da namazı kılmaya devam eden Ebrehe’ye baktı. Kafası iyice karışmıştı. Duvar saatine bakmayı akıl ettiğinde ise zihni adamakıllı bulandı. Büyük Efendi ibadetini bitirene kadar, Bünyamin ne kadar düşündüyse de işin içinden çıkamadı. Sonunda ona,

- Namazını yanlış zamanda, yanlış yöne dönerek kıldın. Dedi. Elbette eğer bu pusula ile bu saat bozuk değillerse. Çünkü kıble yerine tam kuzeye secde ettin.

Ebrehe tam da bu sözleri bekliyormuş gibi şaşırmadı. Bununla birlikte delikanlıya bir açıklama yapmaktan kaçınarak,

Bunun üzerinde durmanın sırası değil dedi, Gördüğün her şeyi merak etmeni anlayışla karşılıyorum. Ne var ki soruların cevabını öğrenebilmen için önce buna layık olduğunu göstermen gerekir. İçimden bir ses seni sınava çekmemi söylüyor. Belki de aynı ses sana bütün soruların cevabını fısıldayabilir. Ama belki de böyle bir yola başvurmadan bizzat sen bütün cevapları öğrenebilecek kadar güçlüsündür. Gerçekten güçlü müsün? Herhalde bunu hem sen, hem de ben bilmek istiyoruz. Arzu edersen bunu ölçebiliriz. Şu tezgahın üzerindeki gürzü görüyor musun? Değme babayiğit onu yerinden bile kıpırdatamaz. Sen denemek ister misin?

Sağlam ve sert tahtalardan yapılmış tezgahın başına gittiler. Üzerindeki darbe izleri ve yanıklara bakılırsa uzun yıllardan bu yana ağır işlerde kullanıldığı anlaşılan tezgahta tuhaf bir gürz vardı. Kol boyunda ve iki parmak kalınlığında demirden bir mille, bu milin ucuna raptedilip madeni bir kafesle korunmuş demir bir tekerlekten ibaretti. Tekerleğin ağırlığı yirmi okkadan fazla görünüyordu ve mili üzerinde kolayca döndürülen bu tekerleğe, üzerine sağlam bir ip dolanmış bir kasnak eklenmişti.

Ebrehe çatlak sesiyle,

Haydi! Bu gürzü kaldırmayı dene, diye bağırdı.

Bu iş imkansız görünmesine rağmen Bünyamin denileni yapmaya çalıştı. Fakat kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın başaramadı. Bunun üzerine Ebrehe yardımcılarını çağırdı. Gelen adamlar üç kişi oldukları halde gürzü güç bela kaldırıp, verilen emir üzerine, yanyana duran iki mengeneye milinden sıkıştırdılar. Bu işi başardıktan sonra tavandan sarkan bir zincire asılıp binbir güçlükle çekmeye başladılar. Zincir, tavandaki iki makaradan geçirilip en az yüz elli okka gibi görünen bir kurşun ağırlığa bağlanmıştı. Adamlar bu ağırlığı kaldırınca, Ebrehe gürzün kasnağına sarılı ipin ucunu zincirin halkalarından birine bağladı. Adamlar zinciri bırakır bırakmaz ağırlık düştü ve mengeneye kıstırılmış mile bağlı tekerlek, tıpkı bir topaç gibi fırıl fırıl dönmeye başladı. Ebrehe gürzün milini tuttuktan sonra mengeneleri gevşetti ve ucundaki o ağır tekerlek fırıl fırıl döndüğü halde, Bünyamin’in kaldırmayı başaramadığı bu tuhaf aleti cılız koluyla yavaş yavaş havaya kaldırdı. Fakat delikanlı şaşırmamıştı Ebrehe’ye.

- Göz boyamak için fena yöntem değil dedi, Topaç yasasına göre işleyen bir alet bu. Merkezkaç kuvveti tekerleğin ağırlığını ortadan kaldırıyor. Bu haliyle onu bir çocuk bile kaldırabilir.

Delikanlının küstahça sözleri karşısında Ebrehe’nin gözlerinde bir an şeytanca parıltılar belirmişti. Fakat bu nefret belirtileri göründükleri kadar çabuk kayboluverdiler. O ise, elindeki gürzü adamlarına teslim ettikten sonra eskisi gibi gülümsemeye başlamıştı.

- Senin, tanımadığım biri tarafından meçhul bir amaçla bana gönderildiğini düşünmeden edemiyorum dedi. Sanki söylediğin ve yaptığın her şey, sana o kişi tarafından öğretilmiş. Senin o silik şahsiyetinle sözlerin arasında bir bağ kurmakta zorluk çekiyorum. Hem küstahsın hem de alçakgönüllü. Hem güçsüzsün, hem de ne olduğunu bilemediğim bir üstünlük taşıyorsun.

Bünyamin sordu :

- Güçlü olmayı neden bu kadar çok istiyorsun?

- Elbette herkes gibi varlığımı sürdürmek için.

- Senin yaptığın bir tür tahnitçilik. Güç, ancak ölüleri korur.

- Bu sözler kesinlikle sana ait değil.

- Belki de sahip olduğum hiçbir şey bana ait değil. Zihinsel yeteneklerim de bunun içinde. Oysa sen, tabiatın kuvvetlerine sahip olmayı istiyorsun.

- Evet, haklısın. Dünya benim bir uzantım. Sen sadece kendi bedenini denetleyebilirsin. Oysa ben, uzaklardaki bir insanı, hatta bir kralı bile elimi kullandığım kadar kolay kullanabilirim. İstersem seni kandırabilirim, seninle oynayabilirim. Ama özgür olduğunu görmek hoşuma gidiyor. Zülfiyar gibi her dediğime inansaydın bu kadar zevk duymazdım. Haklısın. Tabiatın bütün güçlerinin sahibi olmayı istiyorum. Bunu bir ölçüde başardım da. Nasıl başardığımı sorsana bana. Sence tabiata etki eden kuvvetler içinde en büyüğü hangisi?

- Emin değilim. Ama sen bunun akıl olduğunu söyleyeceksin galiba.

- Bunlar senin sözlerin değil. Ama önemi yok. Doğru cevabı verdin. Evet, akıl. Ateş dediğimiz güç nasıl ki odunla beslenirse akıl da bilgiyle beslenir ve ben, tahmin edebileceğin çok üstünde bilgiye sahibim. Hatta senin hakkında bile.

Ebrehe şeytanca gülümsüyordu. Bu sözler Bünyamin’i ürkütmüştü. Birdenbire bütün ruhunu saran endişeyi Büyük Efendi’nin anlamamasına imkan yoktu. İçeri adamlar girince, Bünyamin yaka paça derhal bağlanacağını, üstünün aranıp o uğursuz paranın ele geçirileceğini sandı. Oysa Büyük Efendi adamlara, yirmi bir numaralı defteri getirmelerini buyurmuştu.

Defter gelince Ebrehe rasgele bir sayfa açtı. Sol tarafta Frenkler gibi giyinmiş bir adamın resmi görülüyordu. Sağ yaprak ise bir takım anlaşılmaz yazılarla doluydu. Büyük Efendi,

- Bu defterlerden daha yüzlerce var dedi. Eğer bu bilgilere sahip olabilirsen dünyayı yönetebilirsin. Bakalım neymiş. Sanırım ispanya’daki adamlarımın bir listesi. Eşgalleri, ikamet ettikleri yerler, başarıları, başarısızlıkları ve sicilleri. Neler yazıyor, istersen bir bakalım.

Defteri üstü saydam kağıtla kaplı bir kutunun içine yerleştiren Büyük Efendi mumun alevinde tutuşturduğu çırayı kutunun bir deliğine sokar sokmaz saydam kağıt aydınlanıverdi. Kağıt üzerindeki harfler yine karmakarışıktı. Bünyamin’e bu harfleri dikkat etmesini söyledikten sonra kutunun kenarlarındaki 666 adet düğmeyle teker teker oynamaya başladı. Düğmeler döndükçe, kağıt üzerine yansıyan harfler esrarengiz bir şekilde yerlerinden oynuyorlardı. Ebrehe,

Defterin her bir sayfasında 666 harf var diyordu. Düğmeler aynı sayıdaki aynayı harekete geçirerek harflerin kağıt üzerinde doğru yere yansımasını sağlıyor. Fakat bunu başarabilmen için her bir düğmenin hangi rakama getirilmesi gerektiğini bilmen gerekir. Bununla birlikte söz konusu rakamlar gizli de değil. Aklına güvenen herkes bu 666 rakamı bulabilir, elbette eğer bir dairenin çapına oranını ifade eden sayıyı 666 haneye kadar hesaplayabilirse. Eğer bunu başarabilirse hem bütün bilgilerin sahibi, hem de buranın Büyük Efendisi olur. Fakat bu iş bazılarına çok zor geliyor. Zülfiyar hala sayıyı hesaplama peşinde. Ne var ki daha çok işi var. Çünkü henüz ilk altı rakamı bile bulabilmiş değil.

Ebrehe bütün düğmeleri belli rakama getirdikten sonra, saydam kağıt üzerinde Frenk harfleriyle yazılmış bir metin gördü. Büyük Efendi defteri kutudan çıkarıp sayfasını çevirdikten sonra tekrar içeri soktu. Bu defterde gerçekten, İspanya’da bulunan casusların isimleri, yerleri ve sicilleri vardı. Ebrehe, kendi kişisel bilgisini de ekleyerek Bünyamin’e bütün defterleri okudu. Delikanlı da böylece, bulunduğu bu garip mekanın ne amaçla kullanıldığını öğrendi. Büyük Efendi şöyle diyordu :

Sana bu kadar gizli bilgileri, neden anlattığımı merak ediyorsundur elbette. Birinci sebep, benim hayatımı kurtarmış olman. Ondan daha büyük bir ikinci sebep var, fakat bunu sana söylemeyeceğim. Bütün bunları öğrendikten sonra artık kolayca dışarı çıkabileceğini de sanma. Seni buradan hemen bırakmayacağımı biliyorsun. Ne var ki teşkilatta canının sıkılmayacağına eminim. Çünkü burada, dışarıdakinden çok daha büyük bir dünya var. İstediğin yere girip çıkabilirsin. Bununla birlikte, dokunmaman gereken şeyi belki de biliyorsun. Şunu unutma. Burada olan her şeyi bilirim. Boş bir odaya girip kapıyı kapadığın zaman, bil ki mutlaka bir çift göz seni izliyor olacak. Kullandığım bu kelimeler için belki de özür dilemem gerekir. Fakat bunu yerleşmiş bir alışkanlığa ver. Çünkü misafirlerime, hele hele hayatımı kurtaran bir insana daha nazik davranmayı elbette isterdim.

Büyük Efendi bunları söyledikten sonra okuma kutusunun düğmelerini çevirerek ayarını bozdu. Artık harfler birbirinin içine geçmiş, defterdeki yazılar okunamaz olmuştu. Üfleyerek cihazın ışığını söndürdükten sonra, Ebrehe delikanlıya,

- Şimdi seni yalnız bırakıyorum dedi. Belki görüp öğrendiklerin üzerinde düşünmek istersin. Bunun için uzun zamanın olacağından emin olabilirsin.

Ebrehe gittikten sonra Bünyamin elkimya odasında yalnız kaldı. Burada neden bulunduğuna, hangi akla hizmet bu uğursuz mekana geldiğine açık bir cevap veremiyor, bilinmedik bir dürtünün sanki kendisini yönettiği sanısına kapılıyordu. O anda kendisinin, rüyalarında sık sık gördüğü yeniçerilerden biri olduğunu, karanlık bir sis içinde onlar gibi düş misali dlaştığını düşündü. Ancak bu, belirsiz bir düş olmalıydı. Kendisini bir kahraman gibi hissediyordu ama, Ebrehe’nin dediği gibi fazlasıyla silikti ve küstahca verdiği cevapları sanki birisi kulağına fısıldamıştı. Kendisine yol gösteren bu fısıltıyı tanır gibiydi. Babasının sesine benziyordu ve sanki her yere nüfuz etmişti. Bünyamin, elinde olmaksızın, zavallı babasının ta baştan beri büyük bir oyun oynadığını, karnından konuşanlar gibi su şırıltısından gök gürültüsüne, acı feryatlarından zevk inlemelerine, esnaf bağırtılarından savaş naralarına kadar bütün sesleri taklit ettiğini ve meddahlar gibi sesini kılıktan kılığa sokarak herkesi konuşturduğunu düşündü. Bu marazi düşünceler onu adamakıllı yorduğunda bir sedire oturup içinde bulunduğu durumu tartmaya çalıştı. Kendisini bitkin hissediyordu ama tuhaf bir bitkinlikti bu. Sanki bedenindeki gücün sahibi kendisi değildi ve karşı gelemeyeceği bir şey, belki de ona yorulmasını emretmişti.

Birdenbire odada yalnız olmadığını hissetti. Sedirden kalkıp odayı aramaya başladı, ama hiç kimseyi göremedi. Gözlerinde yaşlar belirmişti.

- Baba! dedi. Babacığım! Sen misin?

Fakat bu soruya cevap veren olmadı. Bünyamin hıçkıra hıçkıra ağlayarak,

- Beni buradan kurtar baba! dedi. Ben kahraman değilim, olamam da!

Delikanlı katıla katıla ağlamaya başlamıştı. Sedire kapanıp o kadar çok gözyaşı döktü ki, sonunda iyice bitkin düştü. Uyumak üzere olduğunu anladığında düş görmemek için dua etti. Buna rağmen, dalıp gittiğinde tıpkı kendisine benzeyen silik ve belirsiz düşler gördü...

27 Kasım 2008 Perşembe

Amat, İhsan Oktay Anar



Birinci vardiyanın neferleri biraz kafa dinleyip uyumak üzere basaltındaki brandalanna uzanmıslardı. Göbelez Baha'nın gözlerinin içi gülüyordu. "Hep merak etmisimdir ne zaman ve nerede ölecek olduğumu," dedi. "Âlimler hesap kitap yapıp bir denizcinin ortalama ömrünün 27 yıl olduğu sonucuna varmıslar. Allah'a ve ilme isyan etmem ama bu kadarcık bir süre bana az doğrusu! Eğer nakliye gemisindeyse zavallı bir denizcinin ömrü korsanlardan kaçmakla, yok eğer savas gemisindeyse bu kez aynı korsanları kovalamakla geçer. İste ekmeğini denizden kazanan bir bîçare denizci sözüm ona 16 yasında damat, 17 yasında baba olacak, defteri dürülûp ahireti boyladıgında ise geride en büyüğü 10 yasına basmıs 10-15 yetim bırakacak! Bu adalet midir! Ama bu vartayı atlatamazsak bizzat ben geride 48 yetim bırakmıs olacağım. Fakat içim ferah gönlüm hos! Hepsini meslek sahibi yapıp evlendirdim. Hatta içlerinde dede olanlar bile var. Torunumun torununu görüp ona elimi öptürdüm. Utanmadan bir de bana katil diyorsunuz! Ahirette de bana bu soruyu sorarlarsa, onlara hesabın ortada olduğunu, belki 5 can aldığımı ama 48 canın dünyaya gelmesinden sorumlu olduğumu, yani toplam 43 canın yasamasından dolayı sevap kazandığımı söyleyecek ve cennette güzel bir yer talep edeceğim. Eğer vermezlerse vebali boyunlarına olsun!"

Kazdağlı tomara parmak hesabı yaptıktan sonra sordu:

"Demek bir denizcinin ömrü 27 yıl. Ama ben 27 yasındayım. Yoksa benim vadem dolmus mu?"

Göbelez Baba, "Sen yasamamıssın ki ölesin!" dedi. "Değil torun tosun sahibi olmak, daha kadın kız nedir onu bile bilmiyorsun. Ben senin yasındayken dede olmustum. Simdi 81 yasındayım. Bu da senin yasının üç katı eder."

Kul Rıza Baba brandasından doğrulup, "Hadi oradan sersem!" dedi, "Bebekliğinde hasta olduğun zaman tâ Gelibolu'ya kadar sırtımda seni ben tasımıstım. 12 yasındaydım o zamanlar. Simdi ise 51 yasındayım. Sen nasıl oldu da bu kadarçabuk ihtiyarladın?"

Öfkelendiği için gözleri yuvalarında uğrayan Göbelez Baba, dislerinin arasından, "Çocuk değildim o zamanlar!" diye hırladı. "25 yasında dalyan gibi bir delikanlıydım. Senden âlâ essek bulamadığım için senin sırtına binmistim! Sana bir de semer vururdum ama dua et ki merhametli ve ehli insaf bir beyefendiyimdir.

Amat, İhsan Oktay Anar

Âh! Sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..."

"O devirdeki her kalyonda olduğu gibi Amat'ta da gemiciler, büyük ve küçük abdest ihtiyaçlarını, geminin en ucundaki gagaya benzer kısımda, yani basüstünde, herkesin gözü önünde giderirlerdi. Altı kafes gibi açık olan bu kısımdaki pislik, gemi dalgaya girdiğinde deliklerden giren suyla zaten kendiliğinden temizlenirdi. Yumusak havalarda ise buranın temizliği ceza olarak, su ya da bu sekilde bir kabahat islemis aylakçı çocuklardan birine yaptırılırdı. iste bu çocukların en büyük eğlencelerinden biri de, gemi hekimi İbrahim Bey'in basüstüne gelmesi ile baslardı. İdrar tutuklugu olduğu için 'Damlacı' diye andıkları bu ihtiyar adam, uçkurunu çözüp yere çömelince, üst güvertede, aralanmıs lombarların gerisinde, palasertelerde gizlenmis çocuklar daima, "Çisssss! Çisssss!" diye bağırır, bu yüzden adamcağızın dikkatini verip mesanesindeki sıvıyı bosaltması hayli zaman alırdı. Gerçi İbrahim Bey bu ihtiyacını bir lâzımlıkla, ameliyat yapıp kol bacak kestiği hasta koğusunda da giderebilirdi. Ancak dindar biri olarak, kosullar elverdiğince günde bes vakit namaz kıldığı bu yerin temiz olması gerekirdi. İbrahim Bey namazında niyazında biriydi ama bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmus ve fakir bir hekim olan babasından tıp ilmi hakkında az buçuk bir sey öğrendikten sonra, daha az vergi ödemek için kelime-i sahadet getirerek hidayete ermisti. Zamanla kendini yeni dinine fazlasıyla kaptırmıs, gayet sofu ve saygıdeğer bir zât olmustu. İbni Sina'nın tıp ilmi hakkındaki hemen her seyi anlattığı o muhtesem eseri, yani Kanun'u, bir gençlik hevesiyle okuyup" yutmakla kalmamıs, günlerini ve gecelerini verip bir de ezberlemisti. Fakat adam Arapça bilmiyordu. Her ne kadar âlim olmasa da iyi bir hafızdı. Bu Arapça eserden seçtiği bazı bölümleri umutsuz hastalarına ezberletip dua gibi sabah aksam ikiser üçer kez okumalarını tembihliyor ve bu yolla bazılarına sifâ verdiği bile vâki oluyordu. Anlasılan o ki, tıp kanunlarım bellekte tutmak bazı hastalıklara deva idi. Hidayete ermeden önce Abraham adını tasıyan bu hekim, yası ilerlediği zaman ruhunu yeni dinine o kadar kaptırmıstı ki, hastalığın ve bedensel acının, Cenâb-ı Hakk'ın bir takdiri olduğunu düsündü. Buna göre acı, islenen günahlar için verilen bir cezaydı. Öyleyse acılara ve hastalıklara tıbbî müdahalede bulunmak büyük bir günah olmalıydı. Ancak, fakirliğin gözü kör olsun, bu ihtiyar adam nafakasını doğrultup çorbasını kaynatmak zorundaydı. Adı gibi biliyordu ki, bir hekim ve günahkâr olarak cehennemde, dindirdiği her acıyı çekecek ve iyilestirdiği her hastalığa yakalanacaktı, ibadet için gittiği camide, cemaat arasında tabip olarak tanınmak ona bu yüzden utanç verdiği için soranlara, kendisinin müezzin olduğunu söylüyordu. Gel gör ki bu dolmayı herkes yutmamaktaydı. Bunun için, Ordu-yu Hümâyûn bir sefere çıktığı zaman, nalbantlardan tellâklara, saraçlardan hayalîlere, terzilerden imamlara kadar, askerlerin envai çesit ihtiyacını karsılamakla mükellef orducu esnafına cerrah ve dis hekimi olarak da katılmıstı. Kostantiniye'de takma disler çok pahalı olduğu için bu is kârlıydı: İbrahim Bey savas bittiğinde muharebe meydanını dolasıyor ve ker-peteniyle ölülerin sağlam dislerini çekip bunlardan takma disler yapıyordu. Bu disler ise Kostantiniye'de, neredeyse ağırlığınca altın değerindeydi! Belki de bu isten duyduğu pismanlık yüzünden, insanoğlunun günahkâr olduğuna, bu nedenle acı çekmesi gerektiğine iyice kani oldu. Bunu hastalarına belli etmekten de çekinmedi: Galata'daki dükkânına, dis ağrısından dolayı can havliyle kosup gelen bir zavallıyı sandalyesine oturtuyor, kerpeteniyle disi azıcık oynatıp acıyı iki misline çıkarttıktan sonra izin isteyip seccadesini yere yayıyor ve namaza duruyordu, Bu ibadeti sünnetleriyle birlikte edâ ettikten sonradır ki, gelip bîçarenin çürük disini çekiyordu. Hatta, her biri birer ıstırap timsali olan bu dislerden seçtiği bazılarını perdahlatıp kendisine bir tespih bile yaptırdı ki, bu 99'luk tespihin imamesi meshur cellât Kara Ali'nin köpek disiydi. Fakat bu huyu nedeniyle zamanla müsterisi azaldı. O da kalyonlarda hekimlik yapmaya basladı. Çünkü açık denizde seyreden bir gemide, kendisiyle rekabet edecek baska bir hekim olamazdı. Amat'ın hasta koğusu aslında onun kamarası sayılırdı. Burada tahtadan, sikesiz bir yatak ile cerrahın gözü iyi görsün diye asılmıs dört musamba fener vardı. Kösede ise talas dolu bir fıçı göze çarpıyordu. Ameliyat sırasında sıçrayan kan yüzünden birinin kayıp düsmemesi için bu fıçıdan kürek kürek alınan talas zemine dökülürdü, ipek elbise giymeyi seven İbrahim Bey, sıçrayan kan leke yapmasın diye öküz derisinden bir önlük giyerdi. Duvarlardaki raflarda, kan tutanlar için oğulotu, seytantersi ve binbirdelik otundan mamul merhemler ve haplar; küplemeye ve kalp teklemesine karsı çıfıtotu, tavsandudagı ve güveyfenerinden yapılma macunlar ve fitiller; egzama ve frengi için dulaptalotu, farekulağı ve çayırmelikesinden damıtılan iksirler ve gargaralarla dolu cam kavanozlar bulunuyordu. İyiydi hostu ama, sancak tarafındaki duvarda, tıpkı demircilerin ve marangozlann aletlerini astıkları tahtalara benzer bir tahta vardı ki, iste bu göze hiç de hos gelmiyordu: Buraya, rutubet ve kan nedeniyle paslanmıs ameliyat gereçleri, yani her biri insanın içini ürperten boy boy kerpeten ve kıskaçlar, kemik kesmek için testereler, keskin kısmındaki pırıltıları insanın içini ürperten nesterler, makaslar ve masalar asılıydi. Hele hele yatağın hemen yanındaki masada bulunan kuyumcu terazisi doğrusu pek garip duruyordu. Ama ibrahim Bey sonuçta, ekmek parası için çalısan biriydi. Bu nedenle, bir yaralıdan çıkarttığı kursunun ağırlığı kadar gümüs talep etmesi mubah sayılmalıydı. Bacağı kırılan eski topçubası, yelkencilerin gülle tasımak için diktikleri bir branda içinde dört gemici tarafından buraya getirildiğinde uyku halindeydi. Çünkü bir gece önce kendisine man otu, afyon ruhu ve adam otundan elde edilen bir sıvı içirilmisti. Sürekli yalpa vurup sallanan gemide ameliyat zor olacaktı, ibrahim Bey derhal ise koyuldu: Kan kaybetmesin diye zavallının bacağına sardığı kemeri çözdü. Tıpkı bir berber gibi nesterini masatta biledikten sonra, yamaklarına adamı sıkı tutmalarını söyledi. Nesteriyle deriyi ve uyluk kaslarını keserken, topçubasının gözleri açıldı. Bunun üzerine hekim, bir uzvu kesilirken acıdan dislerini kırmasın diye hastalarının ağızlarına tıktığı bir tahta parçasına gerek olduğunu hissetti. Yıllardır kullandığı bu ağız çubuğunda belki binlerce kisinin dis izi vardı. İki baslı kası keserken derin uykusundan uyanan topçubası, kullanıla kullanıla incelmis bu evladiyelik çubuğu kırdı. Hele testereyle uyluk kemiği kesildiği sırada, yarası zonk zonk zonklayan bu bîçare avaz avaz bağırmaya basladı. Ama tahammül etmesi gerekiyordu. İbrahim Bey kemik kırıntılarını bir fırçayla kanlı etin üzerinden süpürdükten sonra, belkemiginden gelen siniri tutup çekti ve bir düğüm attıktan sonra kesti. Ardından, hayvan bağırsağından yapılma bir kemence teli ve eğri bir iğneyle iki kanat hâlinde kestiği eti dikti. Yaraya yumurta beyazı sürdükten sonra isini tamamlamıs görünüyordu. Beynine isleyen siddetli ağndan dolayı gözlerinden yas gelen topçubası, görünüse bakılırsa kefeni yırtmıstı."



"ilk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilmiş o bebeği öldürmüşsündür. babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... bütün bu kişileri öldürmüş olursun. ikinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın."

12 Eylül 2008 Cuma

Amat, İhsan Oktay Anar



Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi'nin görkemli eseri Tezâkirü'l Mücrimin'de anlatıldığına göre, o zamanlar Galata'da, kulak çınlamasından kanlı basura, göbek düşmesinden sarı ve kara hummaya kadar cümle illete derman bulup Azrail'in elinden nice âdemoğlunu kurtarmakla nâm salmış Avram Efendi adında bir hekim vardı. Can kurtarmak kadar can beslemeyi de pek seven bu zât, uskumruya bayılırdı. O gece, Galata'daki camilerden okunan yatsı ezanları kanat çarpan güvercinler gibi göklere yükselirken sofra başında uskumru dolmasını tam ağzına atıyordu ki, alt katta kapısı yumruklanmaya başladı. Birkaç kişi sokaktan telaşla bağırıyordu. Hekim efendi istifini bozmadan elindeki dolmadan bir lokma daha ısırdıktan sonra kafesin arkasından karanlık sokağa baktı. Arap İmam'ın kahvehanesinin ünlü simalarından buhur mütevellisi, yedekçibaşı, selâm ağası, zindan kâtibi ve bir kayıkçı, ellerinde fenerlerle gecenin o saatinde aşağıda bekliyorlardı. Dediklerine bakılırsa, yârenleri olan Kayıkçı Recep'in gözlerinde bir tuhaflık vardı ve eğer hemen bir çare bulunmazsa adamcağız kör olup ona buna avuç açmak zorunda kalacaktı. Avram Efendi'nin yüreği cız etti. Çünkü duası makbul sayılmadığı için bu kayıkçıya kimse sadaka vermez ve bîçare açlıktan ölür giderdi. Hayırsever hekim bu yüzden, elinde dolma olduğu hâlde, basamakları gıcırdata gıcırdata aşağı inip sokak kapısını açtı. Başında gecelik takkesi, üstünde entari, ayaklarında ise terlik vardı. Muşamba fenerin ışığı altında bir inceledikten sonra, kayıkçının gözlerinin yuvalarından fırlamış olduğunu gördü. Son lokmasını yutup parmaklarını da yaladıktan sonra, adamcağızın gözlerini itip yuvalarına oturtuverdi. Kayıkçı artık karanllığa ve fakirliğe mahkûm olmaktan ebediyen kurtulmuştu kurtulmasına, ama az önce şifa bulduğu takdirde adamış olduğu horozu kesmeyi hayatı boyunca sürüncemede bırakacaktı. Vasiyetini de ancak ölüm döşeğindeyken 19 torununa beyan edecek, horozu kesmelerini yarım ağızla tembihleyecekti.

Galatalı hekim Avram Efendi, ilim irfan sahibi, eyyam görmüş, iti uğursuzu, veliyi deliyi bilen bir zât idi. Besbelli ki kayıkçının gözleri büyük bir şaşkınlık sonucu yuvalarından uğramıştı. O güne kadar cin, hayalet gibi yaratıkları görmesi bir türlü kısmet olmayan hekim, ilim tutkusunun yol açtığı bir merakla kayıkçıya, gördüğü hangi şeyin onu bu kadar şaşırttığını sorduğu vakit adamcağızın cevabı oradaki herkesin aklına durgunluk verdi: Kayıkçı, Galata Zindanı'nın önünde, deli marangozu görmüştü az önce!

24 Ağustos 2008 Pazar

Kitab-ül Hiyel, İhsan Oktay Anar

" rivayet ederler ki, vaktiyle maveraünnehir'de kör bir adam yaşıyordu. dünyanın güzelliklerini göremediğini sanan her kör gibi meyus ve dertliydi. sonunda ağlaya sızlaya bir sihirbaza gidip üzüntüsünü ona anlattı. gelgelelim sihirbaz ona çok tuhaf bir cevap verdi: o aslında kör değildi. çünkü o, gerçekte, dünyada bulunan sadece bir tek şeyi, son derece değerli bir şeyi görmekle ödüllendirilmişti. gördüklerini sanan diğer insanlar da, aslında bu değerli şeyi görmemekle cezalandırılmışlardı. sihirbazın söylediklerinin tesiriyle dünyayı dolaşmaya azmeden kör adam, görebileceği bu yegàne şeyi aramaya koyuldu. dağ tepe, tarla bayır dolaştı. vadileri, denizleri ırmakları aştı. nihayet günün birinde hayatında ilk kez gökyüzüne bakmayı akıl etti. çünkü aradığı şey aslında onun tam tepesindeydi. önce bir yıldız gördüğünü sandı. oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece, aslında kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti."

...
Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez., çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcat ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?”

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...