Okuduğum kitaplardan, altı çizilesi satırlar...
12 Aralık 2009 Cumartesi
Jean Paul Sartre, Bulantı
17 Haziran 2009 Çarşamba
Boşlukta, bütün nesneler aynı hızla düşer, Sartre, Bulantı

Bir değişiklik olsa, doğa birdenbire kıvranmaya başlasa, ne olur? Dalgakıranları, savunma duvarları, elektrik santralleri, izabe fırınları, şahmerdanları o zaman ne işlerine yarayacak? Değişiklik olsun biraz, görelim, daha fazlasını istemiyorum. Birden yalnızlığa gömülmüş kimseler, yapayalnız, korkunç yalnızlıkları içinde insanlar sokaklarda koşuşacak.gözleri bir yere dikili, dertlerinden hem kaçıp hem onu içlerinde taşıyarak, ağızları açık, kanatlarını çırpan dil böcekleriyle önümden yorgun argın geçecekler. O zaman katıla katıla güleceğim; gövdem, düğün çiçekleri ve kasımpatıları gibi açılan ne idüğü belirsiz pis kabuklarla kaplı olsa bile güleceğim. Sırtımı bir duvara dayayıp önümden geçtikleri sırada, “Biliminiz nerede? Hümanizmanıza ne oldu? Düşünen kamış onurunuzdan ne haber?” diye haykıracağım. Korkmayacağım, hiç olmazsa şu anda korktuğumdan fazla korkmayacağım. Benim asıl korkum varoluştan.
---
İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak, anları yağlarından sıyırmak, bükmek , kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksafon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bunu şöylede anlatabiliriz: Yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret kentlerinin dünyasında varolup gidiyor ve tabloların ardında, kitapların ardında bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu.
Some of these days,
You will miss me honey
Jean Paul Sartre – La Nausea -Bulantı
11 Nisan 2009 Cumartesi
Bulantı Sartre

Autodidacte, koruyucu, uzak bir bakışla süzüyor beni. Sözlerine dikkat etmiyormuş gibi: “İnsanları sevmek gerek, sevmek gerek…” diye mırıldanıyor.
“Kimleri, şuradaki insanları mı?”
“Onları da herkesi sevmek gerek.”
Genç çifte dönüyor, işte sevilmesi gereken şey. Bir an beyaz saçlı beyi seyrediyor. Sonra bana bakıyor. Yüzünde sessiz bir sorgunun belirdiğini görüyorum. Başımla ‘hayır” der gibi bir hareket yapıyorum. Bana acır gibi bir hali var.
“Şu arkanızda iki genç var ya, onları seviyormusunuz siz?”
Delikanlı ile genç kadına bakıp düşünüyor. “Onları tanımadığımı söyletmek istiyorsunuz bana” diyor kuşkulu bir tavırla. “Evet efendim, onları tanımıyorum ama zaten sevgi gerçek bir tanıyış değildir.” diye ekliyor ukalaca ve gülerek.
“Peki sevdiğiniz nedir?”
“Genç olduklarını görüyorum, onlarda sevdiğim gençliktir. Başka şeylerde var tabii.”
Sözünü kesip kulak kabartıyor. “Söylediklerimi anlıyor musunuz?”
Hemde nasıl. Çevresindeki yakınlıktan yüreklenen delikanlı, kendi takımının geçen yıl Le Havre klüplerinden birine karşı kazandığı futbol maçını yüksek sesle anlatıyor.
Sözüme devam ediyorum. “Sırtınız onlara dönük olduğu için söylediklerini anlamıyorsunuz. Kadının saçlarının rengini söyleyebilirmisiniz peki?”
Şaşırıyor: Doğrusu… (gençlere bakıp kendini topluyor” Siyah!
“Gördünüz mü?”
“Efendim?”
“Orada oturan iki insanı sevmediğinizi gördünüz mi şimdi? Sokakta görseniz tanımazsınız onları. Çünkü onlar sizin için birer imge sadece. Şu anda duygulanışınızın konusu onlar değil. Siz insanın gençliği, erkeğin ve kadının aşkı, insan sesi üzerinde duygulanıyordunuz.”
“Peki bunlar yok mu?”
“Hayır bunların hiçbiri yok, ne gençlik, ne olgunluk, ne ihtiyarlık, ne de ölüm. Ardınızda oturan ve su içen ihtiyar adam gibi. Onda sevdiğiniz şey olgun adam olduğunu sanıyorum. Çöküşüne doğru cesaretle ilerleyen ve kendinş kapıp koyvermek istemediği için özentiyle giyinen olgun adam, değil mi?”
“Ta kendisi” diyor cesaretle.
“Bu adamın godoşun biri olduğunu fark etmiyor musunuz?”
Gülüyor, aklımı kaçırdığımı düşünüyor, beyaz saçlarla çerçevelenmiş güzel yüze şöyle bir göz atıyor. “Sizin söylediğiniz anlamı taşıdığını kabul edelim, ama nasıl oluyor da bu insan hakkında yüzüne bakarak yargıya varıyorsunuz? Kim bir insanı bu kadar kısa sürede, yüzüne bakarak tanıyabilir?” diyor.
Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmaki herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara.
“Hoşçakalın..”
Jean Paul Sartre- La Nausea- Bulantı
1 Nisan 2009 Çarşamba
Burada bir yanlışlık var. Sartre, Bulantı

Söylüyor. İşte kurtulmuş iki kişi: Musevi ve Zenci kadın. — varoluş günahından temizlemişler kendilerini. ... Deneyemez miyim ben ... Bir müzik parçası söz konusu değil tabii... ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun: Başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, varolmuş olan bir şeyden söz eder, oysa, bir varolan bir başka varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz...
İnsanın böyle dünyalara bölünmesinin yapaylığı ve onun somut yaşamında bunun bir karşılığının bulunmadığı daha önce (incelememizde) gösterilmişti. Aynı şekilde, insanın kendine özgü etkinliklerinden birine indirgenmesi sonucunda onun yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğuna işaret edilmişti. Ancak, yine de, Roquentin'in güncesinde çağdaş insanın, «das Man» olarak yaşam üslûbunun göz önüne serilmiş olduğunu söylemek mümkündür. Çağdaş insan kendisini ve diğer kişileri belli bir bütünlüğü dan bir kişi olarak değil, toplumsal işlevine, bu işlev çerçevesinde edindiği role göre değerlendirir: «Ne olacak sanki? Herkesin hesabı ayrı: onun gözünde kahvesine gelen müşterilerinden farklı değilim ki». O bir meslek sahibi, bir koca, bir baba... vb. olarak «ötekiler» (les autres)'dir. Ötekiler, beklenmedik olaylar, «tatsız kazalar» meydana gelmedikçe kendilerini «her zaman evinde hisseder», «korkuları olmayan», yalnız olduklarını kendilerinden saklayan, dünyanın hangi yollarla yönetildiğini hep bilen, bunlardan hiç kuşku duymayan «Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri... bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar.
Bütün gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve alanlara neşeyle bakıyorlar bu şehrin kendi şehirleri olduğunu, bir 'güzel burjuva şehri' niteliği taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar: kendi yurtlarında olduklarım duyuyorlar. Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan "başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını: dünyanın belli ve değişmez kanunlara göre işlediğini günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtde kapanır: kurşun 335 derecede erir: son tramvay Hotel de Ville'den onbiri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlı kimselerdir. Yarın'ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü azbuçuk süslerler.... Yasalar yaparlar, bayağı romanlar yazarlar....
Sıcaktan gevşiyorlar, yüreklerinde, aynı hafif ve tatlı düş sürüp gidiyor. Tedirgin değiller, sarı duvarlara ve insanlara güvençle bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar
Sartre- Bulantı
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...

-
Evet bu yüzden, yorgunluğumu anlatamıyorum kimseye Olric. Yakınmalarımda ince bir alay görüyorlar. Bu inceliği bana yakıştıranlar tabii cahi...
-
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...
-
Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlar...