Amat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2009 Perşembe

Öldürmek, Amat, İhsan Oktay Anar


İlk kez öldürdüğünde bir değil sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da zavallı bir kadının kocasını da, savaş giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür.,üçüncü kez ise kimseyi öldürmüş sayılmazsın.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Tuhaf bir savaş hikayesi!

“Benim aklıma gelmişse, bir başkasının da aklına gelmiştir”
Umberto Eco

Haşmetlu, Azametlu, Fehametlu, Devletlu hünkarımız Sultan Selim Han Efendimizin yeni sadrazamı Arap Hilmi Paşa'nın emri uyarınca, Enderun'un baş vakanuvisi olarak, Şaşı Haydar Efendi denilen zındığın, Çaldıran Meydan Muharebesi hakkında çalakalem yazıp bir de marifetmiş gibi sağda solda anlattıklarını düzeltme, sinsice yalanlardan arıtma, eksiğini gediğini kapatma şerefi, Tanrı'ya şükür ve hamd olsun ki şahsıma verilmiştir. Bir zamanlar emrimde çalışan ve sayısız tokadımı yiyen Şaşı Haydar nam zındığın ne kadar palavracı olduğu, ancak yine de vakanuvis geçindiği, yedi iklim dört bucaktaki aklı başında, mürekkep yalamış, dirsek çürütmüş münevver zevatın zaten malumudur.

Bu zındık, Çaldıran Muharebesinin bir kenarı 24 adım olan ve 64 kareden oluşan büyük bir kare içinde cereyan ettiğini söylerken, bir de utanmadan, siyah karelere kömür tozu, beyaz olanlara ise kireç döküldüğünü yazmıştır! Haşa! Doğrusu şudur: Sultan Selim Han, bu dev satranç oyunu için gereken zemini usta tutup masraflarını karşılayarak siyah granit ve beyaz mermerden yaptırıp cömertliğini göstermiştir. (Fakat güya bir şah olan İsmail, kesesini açıp bu hayırlı işe tek kuruş katkıda bulunmamıştır) Ayrıca, siyah ve beyaz karelerin kenarları, zındığın yazdığından farklı olarak 3 değil 4 adımdır. 64 parçalı bu dev kare için Efendimizin sarf ettiği paranın, ayıptır söylemesi, tam 216 zolata ve 144 akçe olduğunu söylerler.

Şimdi muharebenin nasıl geçtiğin gelelelim: Her iki taraf da siyah ve beyaz renklerden birini seçecekti. Bunun için imsak vaktine yakın bir zamanda, yani siyah iplikle beyaz ipliğin ayırd edilemediği bir vakitte, biri Zenci ve diğeri de Çerkez olan iki köle salıverildi. Oyunun raconu böyle gerektiriyordu: Ok ve yay ile Zenciyi vuran siyah, Çerkezi vuran ise beyaz olacaktı. Nitekim, Şah İsmail'in kırmızı oku Zencinin kalbinden, Yavuz Sultan Selim'in yeşil olku ise Çerkezin boğazından çıkınca her iki ordunun da renkleri belli oldu.

Şafak vakti Orduyu Hümayun ile Şah İsmail'in dev ordusu bu “satranç meydanı”nda savaş düzenini almıştı. Her iki tarafın da kaleleri, “taarruz süvarisi” denilen eski kuşatma kulelerine benziyordu. İçlerinde 20 nefer ve tepelerinde ise 4 şahidarbezen topu taşıyan bu tekerlekli kuleler, meydanın köşelerine yerleşmişlerdi. Onların yanında ise elleri topuzlu süvariler vardı. Ortaya yakın bir yerde ise,her birinin sırtında hamuda benzeyen ve içlerinde 3-4 kişi ile bir küpeşte topu bulunan savaş filleri göze çarpıyordu. Ortada Haşmetmaaplarının yanındaki beyaz karede, kıyıcılığıyla nam salmış Kara İbrahim Paşa, siyah karede de, Haşmetlu, Fehametlu, Devletlu Sultanımız Yavuz Selim, adet güneş gibi parlıyordu. Aynı düzeni Şah İsmail de almıştı.
Bu muhteşem görünüme rağmen, sözüm ona bir vakanüvis olan Şaşı Haydar nam zındık, papuç kadar diliyle, bu savaşta piyadelerin ön saflarda olduklarını ve bu yüzden haklarının yendiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Oysa Sultan Selim Efendimiz, yanında celladıyla piyadelerle hoşbeş edip bu zavallıların dertlerini dinleyecek kadar yüce gönüllülük göstermişlerdir. Üstüne üstlük şu apaçık bir hakikattir ki bir kale, bir atlı, bir fil asla vezir olamaz, ama 8 kare ilerlemeyi başaran basit bir piyade pekala bir vezir olabilir. H-2 hanesindeki Bozbora adlı piyade bu gerçeği anlamış görünmekteydi. İşittiğim kadarıyla bu hırslı ve azimli piyade, diğer 7 yoldaşı olan Keleşbay, Oğuzbala, Tosunbay, Dalboğa, Alpagut, Çavuldur ve Atambay'a, “Bakın görün teresler! Azmedip vezir olacağım! O zaman hepiniz elimi eteğimi öpmek için sıraya gireceksiniz!” diyecek kadar hakikate ve kadere meydan okuma cesaretini göstermişti. Fakat sultanımız muharebeyi Şattülarap Açılışıyla başlatınca H-2 karesindeki bu zavallının neredeyse tüm umutları yıkıldı.
Ancak bundan daha da kötü bir şey oldu. Şah İsmail'in önündeki piyade şişlenince yol açıldı ve Vezir İbrahim Paşa E-2 karesine geçerek Şah İsmail'i tehdit etti. İbrahim Paşa, Şah İsmail'e şah çekecekti. Fakat bu iş Yavuz Sultan Selimin yapması gereken bir şeydi. Vezir arkasını dönüp Padişah efendimize, “Devletlu Sultanım! Lütfen “ŞAH!” diye bağırınız. Oyunun kaidelerinden biri de budur. Bağırmazsanız yenik sayılırız” diye fısıldayınca, Efendimiz, “Yedi iklim dört bucağın hakimi olan benim gibi bir padişah, şu pis pis sırıtan İsmail'e değil “şah” demek, “hela bekçisi” bile demez! diye haykırdı. Bu söz üzerine İbrahim Paşa, “Sultanım! Sis dudaklarınızı kıpırdatın, ben de elimle ağzımı gizleyip 'şah' diye bağırayım, belki yutarlar” demek zorunda kaldı.

Muharebenin ortalarına doğru bir nice düşman katledildi ve bir nice yiğit şehadet mertebesine erdi. Ne var ki Şaşı Haydar denilen zındık, bu sırada araya bir yalan sokuşturmuştur: Buna göre, Kara İbrahim Paşanın seyisi Kaspar nam köle, efendisi olan vezirin ayağını üzengiye geçirirken elindeki çamuru paşanın çizmesine bulaştırdığı için tokat yedi. Bunun üzerine, intikam hisleriyle görev yerini terk ederek Padişah Efendimizin huzuruna varıp el etek öptükten sonra Sultan Selim Han Efendimize, eğer veziri feda ederse Şah İsmail'i yok edebileceğini anlattı. Şaşı Haydar Efendinin aktardığına göre, Kaspar denilen köle, eğer Vezir Kara İbrahim Paşa G-8 karesine giderse, Şah İsmail'in kalesi tarafından alınıp telef edilecek, ama atlının F-7 kalesine gelip şah çekmesi halinde, İsmail mat olacaktı. Haşa sümme haşa! Bu fikir Kaspar'a değil Padişahımıza aitti. Hem efendisine ihanet eden bir köleden ne bejlenir ki! Kaspar, Kara İbrahim Paşanın en çok değer verdiği köleydi. Çünkü esir pazarındaki açır arttırmada paşa, Kaspar'a tam 1115 Filuri değer biçmişti. Efendisinin bu kadar çok değer biçtiği bir kölenin ihaneti asla affedilemez!

Hal böyle olunca, Padişah Efendimiz vezire emir buyurdu ve G-8 karesine gitmesini emretti. Fakat Vezir Kara İbrahim Paşa, Hünkarımıza, “Devletlu Padişahım! Dediğiniz yere gidersem bu benim sonum olur! Şah İsmail'in kalesi beni alır! Beni feda etmeyin! Size bunca hizmetim var! Kıymayın bana!” diye yalvardı. Ama Efendimiz, “Bre melun! Padişahın için ölmekten nasıl korkarsın ey kavuğunu kerktiğimin veziri! Şimdi git dediğim yere!” diye haykırdı. Böylece vezir atını mahmuzladı mahmuzlamasına, ancak yolun yarısında durdu.

Veziri Kara İbrahim Paşanın emre uymadığını gören Hünkarımız küplere bindi ve apaşanın gerisindeki piyadeye, “Sen Vezirin arkasındaki piyade! Veziri hemen öldür! Emre karşı gelmenin ne olduğunu anlasın!” diye bağırdı. Fakat piyade, “Hünkarım! Ben satrançtan pek anlamam, ama bildiğim kadarıyla kendi taşımızı alamayız” diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz, “Dediğimi yap deyyus!” diye feryad edince, piyade, “Paşam! Seni öldürmek istemezdim. Ama emir yüksek yerden geldi. Sen en iyisi Kelime-i Şahadet getiriver” dedi ve çok geçmeden, mızrağını vezirin gırtlağına soktu.
Bu fırsat da işe yaramayınca ortalık can pazarına döndü. Hatta siyah ve beyaz kareler, dökülen kandan zort ayırt edilir oldu. Kala kala 3 taş kalmıştı: 2 şah ve bir kale.
Üçüncü taş olan kaleye Yavuz Sultan Selim Han efendimiz öyle bir omuz attı ki iki adam boyundaki kale devriliverdi. Ancak, o esnada oyunu seyredenlerden bir nefer, “Hünkarım! Ne yaptınız! Oyun pat oldu şimdi! Sözün kısası berabere kaldınız! Biz şimdi ne yapacağız! Artık Tebriz şehrini yağmalayamayacağız! Oysa karılarımıza ganimetle döneceğimize dair kitaba el basıp söz vermiştik!” diye nida etti.
Bu söz padişahımızın o kadar gücüne gitti ki kurala kaideye aldırmadan Şah İsmail'in üzerine yürüdü ve yakınına geldiğinde sağ eline tükürüp Acem Şahının suratına okkalı bir Osmanlı tokadı oturttu. Derken tokatlar şaplaklar birbirini izlemeye başladı. Ufak tefek biri olan İsmail, gerileye gerileye muharebe alanını terk etti.
Bu duruma seyirci kalamayan bazı “halden anlayan kişiler” Şah İsmail ile Sultan Selim'i birbirlerinden ayırmaya yeltendiler. Onca kalabalık birikince, artık kendini güvende hisseden İsmail, Padişahımıza nah işareti bile yaptı. Ama bir yeniçeri, Padişahımıza “Uyma sen ona ey Padişahım! Adam aile terbiyesi görmemiş!” deyince hünkarımızın öfkesi biraz yatışır gibi oldu.
Çaldıran Meydan Muharebesi bitmiş, her iki ordu da ağırlıklarını toplamaya başlamıştı. Attığı tokatlardan yorgun düşen Sultan Selim, oracıkta bulduğu bir tahtta oturup dinleniyordu ki on iki neferli bir Acem zabiti gelip, “Ey padişah! Bir zahmet o tahttan kalkıver. O taht Şah İsmail'indir ve onda, saçı bitmedik yetimin hakkı vardır.” dedi. Hal böyle olunca, Sultan Selim Efendimiz oturduğu tahta yellendi ve Acem zabitine, “Bu taht şimdi Yavuz Sultan Selim'in saldığı zarta ile mühürlenmiştir. Şimdi bu tahtı ister alın ister almayın, bu size kalmış artık!” dedi.
Bütün bunlara karşılık, Şaşı Haydar denilen zındık, Acem zabitinin Efendimize “Sen yellendikten sonra bu taht artık murdar olmuştur. Şahımız buna asla oturmaz. Ancak şunu bil ki şahımız da bu tahtta defalarca yellenmiştir. Şimdi sen onun zarta saldığı tahtta oturuyorsun. Bizim böyle bir tahta ihtiyacımız yok. Al, sen otur!” dediğini söyler ki yalanın da yalanıdır.
Birkaç şahidin söylediklerine bakılırsa, Sultan Selim Efendimiz, Şah İsmail'in tahtından hemen kalkmamıştır. Bazılarına göre yorgunluktan, diğerlerine göre “derin düşüncelere daldığından” ama bir iki kişiye göre ise, yalnızlığın tadını çıkarmak için...

27 Kasım 2008 Perşembe

Amat, İhsan Oktay Anar



Birinci vardiyanın neferleri biraz kafa dinleyip uyumak üzere basaltındaki brandalanna uzanmıslardı. Göbelez Baha'nın gözlerinin içi gülüyordu. "Hep merak etmisimdir ne zaman ve nerede ölecek olduğumu," dedi. "Âlimler hesap kitap yapıp bir denizcinin ortalama ömrünün 27 yıl olduğu sonucuna varmıslar. Allah'a ve ilme isyan etmem ama bu kadarcık bir süre bana az doğrusu! Eğer nakliye gemisindeyse zavallı bir denizcinin ömrü korsanlardan kaçmakla, yok eğer savas gemisindeyse bu kez aynı korsanları kovalamakla geçer. İste ekmeğini denizden kazanan bir bîçare denizci sözüm ona 16 yasında damat, 17 yasında baba olacak, defteri dürülûp ahireti boyladıgında ise geride en büyüğü 10 yasına basmıs 10-15 yetim bırakacak! Bu adalet midir! Ama bu vartayı atlatamazsak bizzat ben geride 48 yetim bırakmıs olacağım. Fakat içim ferah gönlüm hos! Hepsini meslek sahibi yapıp evlendirdim. Hatta içlerinde dede olanlar bile var. Torunumun torununu görüp ona elimi öptürdüm. Utanmadan bir de bana katil diyorsunuz! Ahirette de bana bu soruyu sorarlarsa, onlara hesabın ortada olduğunu, belki 5 can aldığımı ama 48 canın dünyaya gelmesinden sorumlu olduğumu, yani toplam 43 canın yasamasından dolayı sevap kazandığımı söyleyecek ve cennette güzel bir yer talep edeceğim. Eğer vermezlerse vebali boyunlarına olsun!"

Kazdağlı tomara parmak hesabı yaptıktan sonra sordu:

"Demek bir denizcinin ömrü 27 yıl. Ama ben 27 yasındayım. Yoksa benim vadem dolmus mu?"

Göbelez Baba, "Sen yasamamıssın ki ölesin!" dedi. "Değil torun tosun sahibi olmak, daha kadın kız nedir onu bile bilmiyorsun. Ben senin yasındayken dede olmustum. Simdi 81 yasındayım. Bu da senin yasının üç katı eder."

Kul Rıza Baba brandasından doğrulup, "Hadi oradan sersem!" dedi, "Bebekliğinde hasta olduğun zaman tâ Gelibolu'ya kadar sırtımda seni ben tasımıstım. 12 yasındaydım o zamanlar. Simdi ise 51 yasındayım. Sen nasıl oldu da bu kadarçabuk ihtiyarladın?"

Öfkelendiği için gözleri yuvalarında uğrayan Göbelez Baba, dislerinin arasından, "Çocuk değildim o zamanlar!" diye hırladı. "25 yasında dalyan gibi bir delikanlıydım. Senden âlâ essek bulamadığım için senin sırtına binmistim! Sana bir de semer vururdum ama dua et ki merhametli ve ehli insaf bir beyefendiyimdir.

Amat, İhsan Oktay Anar

Âh! Sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..."

"O devirdeki her kalyonda olduğu gibi Amat'ta da gemiciler, büyük ve küçük abdest ihtiyaçlarını, geminin en ucundaki gagaya benzer kısımda, yani basüstünde, herkesin gözü önünde giderirlerdi. Altı kafes gibi açık olan bu kısımdaki pislik, gemi dalgaya girdiğinde deliklerden giren suyla zaten kendiliğinden temizlenirdi. Yumusak havalarda ise buranın temizliği ceza olarak, su ya da bu sekilde bir kabahat islemis aylakçı çocuklardan birine yaptırılırdı. iste bu çocukların en büyük eğlencelerinden biri de, gemi hekimi İbrahim Bey'in basüstüne gelmesi ile baslardı. İdrar tutuklugu olduğu için 'Damlacı' diye andıkları bu ihtiyar adam, uçkurunu çözüp yere çömelince, üst güvertede, aralanmıs lombarların gerisinde, palasertelerde gizlenmis çocuklar daima, "Çisssss! Çisssss!" diye bağırır, bu yüzden adamcağızın dikkatini verip mesanesindeki sıvıyı bosaltması hayli zaman alırdı. Gerçi İbrahim Bey bu ihtiyacını bir lâzımlıkla, ameliyat yapıp kol bacak kestiği hasta koğusunda da giderebilirdi. Ancak dindar biri olarak, kosullar elverdiğince günde bes vakit namaz kıldığı bu yerin temiz olması gerekirdi. İbrahim Bey namazında niyazında biriydi ama bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmus ve fakir bir hekim olan babasından tıp ilmi hakkında az buçuk bir sey öğrendikten sonra, daha az vergi ödemek için kelime-i sahadet getirerek hidayete ermisti. Zamanla kendini yeni dinine fazlasıyla kaptırmıs, gayet sofu ve saygıdeğer bir zât olmustu. İbni Sina'nın tıp ilmi hakkındaki hemen her seyi anlattığı o muhtesem eseri, yani Kanun'u, bir gençlik hevesiyle okuyup" yutmakla kalmamıs, günlerini ve gecelerini verip bir de ezberlemisti. Fakat adam Arapça bilmiyordu. Her ne kadar âlim olmasa da iyi bir hafızdı. Bu Arapça eserden seçtiği bazı bölümleri umutsuz hastalarına ezberletip dua gibi sabah aksam ikiser üçer kez okumalarını tembihliyor ve bu yolla bazılarına sifâ verdiği bile vâki oluyordu. Anlasılan o ki, tıp kanunlarım bellekte tutmak bazı hastalıklara deva idi. Hidayete ermeden önce Abraham adını tasıyan bu hekim, yası ilerlediği zaman ruhunu yeni dinine o kadar kaptırmıstı ki, hastalığın ve bedensel acının, Cenâb-ı Hakk'ın bir takdiri olduğunu düsündü. Buna göre acı, islenen günahlar için verilen bir cezaydı. Öyleyse acılara ve hastalıklara tıbbî müdahalede bulunmak büyük bir günah olmalıydı. Ancak, fakirliğin gözü kör olsun, bu ihtiyar adam nafakasını doğrultup çorbasını kaynatmak zorundaydı. Adı gibi biliyordu ki, bir hekim ve günahkâr olarak cehennemde, dindirdiği her acıyı çekecek ve iyilestirdiği her hastalığa yakalanacaktı, ibadet için gittiği camide, cemaat arasında tabip olarak tanınmak ona bu yüzden utanç verdiği için soranlara, kendisinin müezzin olduğunu söylüyordu. Gel gör ki bu dolmayı herkes yutmamaktaydı. Bunun için, Ordu-yu Hümâyûn bir sefere çıktığı zaman, nalbantlardan tellâklara, saraçlardan hayalîlere, terzilerden imamlara kadar, askerlerin envai çesit ihtiyacını karsılamakla mükellef orducu esnafına cerrah ve dis hekimi olarak da katılmıstı. Kostantiniye'de takma disler çok pahalı olduğu için bu is kârlıydı: İbrahim Bey savas bittiğinde muharebe meydanını dolasıyor ve ker-peteniyle ölülerin sağlam dislerini çekip bunlardan takma disler yapıyordu. Bu disler ise Kostantiniye'de, neredeyse ağırlığınca altın değerindeydi! Belki de bu isten duyduğu pismanlık yüzünden, insanoğlunun günahkâr olduğuna, bu nedenle acı çekmesi gerektiğine iyice kani oldu. Bunu hastalarına belli etmekten de çekinmedi: Galata'daki dükkânına, dis ağrısından dolayı can havliyle kosup gelen bir zavallıyı sandalyesine oturtuyor, kerpeteniyle disi azıcık oynatıp acıyı iki misline çıkarttıktan sonra izin isteyip seccadesini yere yayıyor ve namaza duruyordu, Bu ibadeti sünnetleriyle birlikte edâ ettikten sonradır ki, gelip bîçarenin çürük disini çekiyordu. Hatta, her biri birer ıstırap timsali olan bu dislerden seçtiği bazılarını perdahlatıp kendisine bir tespih bile yaptırdı ki, bu 99'luk tespihin imamesi meshur cellât Kara Ali'nin köpek disiydi. Fakat bu huyu nedeniyle zamanla müsterisi azaldı. O da kalyonlarda hekimlik yapmaya basladı. Çünkü açık denizde seyreden bir gemide, kendisiyle rekabet edecek baska bir hekim olamazdı. Amat'ın hasta koğusu aslında onun kamarası sayılırdı. Burada tahtadan, sikesiz bir yatak ile cerrahın gözü iyi görsün diye asılmıs dört musamba fener vardı. Kösede ise talas dolu bir fıçı göze çarpıyordu. Ameliyat sırasında sıçrayan kan yüzünden birinin kayıp düsmemesi için bu fıçıdan kürek kürek alınan talas zemine dökülürdü, ipek elbise giymeyi seven İbrahim Bey, sıçrayan kan leke yapmasın diye öküz derisinden bir önlük giyerdi. Duvarlardaki raflarda, kan tutanlar için oğulotu, seytantersi ve binbirdelik otundan mamul merhemler ve haplar; küplemeye ve kalp teklemesine karsı çıfıtotu, tavsandudagı ve güveyfenerinden yapılma macunlar ve fitiller; egzama ve frengi için dulaptalotu, farekulağı ve çayırmelikesinden damıtılan iksirler ve gargaralarla dolu cam kavanozlar bulunuyordu. İyiydi hostu ama, sancak tarafındaki duvarda, tıpkı demircilerin ve marangozlann aletlerini astıkları tahtalara benzer bir tahta vardı ki, iste bu göze hiç de hos gelmiyordu: Buraya, rutubet ve kan nedeniyle paslanmıs ameliyat gereçleri, yani her biri insanın içini ürperten boy boy kerpeten ve kıskaçlar, kemik kesmek için testereler, keskin kısmındaki pırıltıları insanın içini ürperten nesterler, makaslar ve masalar asılıydi. Hele hele yatağın hemen yanındaki masada bulunan kuyumcu terazisi doğrusu pek garip duruyordu. Ama ibrahim Bey sonuçta, ekmek parası için çalısan biriydi. Bu nedenle, bir yaralıdan çıkarttığı kursunun ağırlığı kadar gümüs talep etmesi mubah sayılmalıydı. Bacağı kırılan eski topçubası, yelkencilerin gülle tasımak için diktikleri bir branda içinde dört gemici tarafından buraya getirildiğinde uyku halindeydi. Çünkü bir gece önce kendisine man otu, afyon ruhu ve adam otundan elde edilen bir sıvı içirilmisti. Sürekli yalpa vurup sallanan gemide ameliyat zor olacaktı, ibrahim Bey derhal ise koyuldu: Kan kaybetmesin diye zavallının bacağına sardığı kemeri çözdü. Tıpkı bir berber gibi nesterini masatta biledikten sonra, yamaklarına adamı sıkı tutmalarını söyledi. Nesteriyle deriyi ve uyluk kaslarını keserken, topçubasının gözleri açıldı. Bunun üzerine hekim, bir uzvu kesilirken acıdan dislerini kırmasın diye hastalarının ağızlarına tıktığı bir tahta parçasına gerek olduğunu hissetti. Yıllardır kullandığı bu ağız çubuğunda belki binlerce kisinin dis izi vardı. İki baslı kası keserken derin uykusundan uyanan topçubası, kullanıla kullanıla incelmis bu evladiyelik çubuğu kırdı. Hele testereyle uyluk kemiği kesildiği sırada, yarası zonk zonk zonklayan bu bîçare avaz avaz bağırmaya basladı. Ama tahammül etmesi gerekiyordu. İbrahim Bey kemik kırıntılarını bir fırçayla kanlı etin üzerinden süpürdükten sonra, belkemiginden gelen siniri tutup çekti ve bir düğüm attıktan sonra kesti. Ardından, hayvan bağırsağından yapılma bir kemence teli ve eğri bir iğneyle iki kanat hâlinde kestiği eti dikti. Yaraya yumurta beyazı sürdükten sonra isini tamamlamıs görünüyordu. Beynine isleyen siddetli ağndan dolayı gözlerinden yas gelen topçubası, görünüse bakılırsa kefeni yırtmıstı."



"ilk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilmiş o bebeği öldürmüşsündür. babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... bütün bu kişileri öldürmüş olursun. ikinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın."

12 Eylül 2008 Cuma

Amat, İhsan Oktay Anar



Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi'nin görkemli eseri Tezâkirü'l Mücrimin'de anlatıldığına göre, o zamanlar Galata'da, kulak çınlamasından kanlı basura, göbek düşmesinden sarı ve kara hummaya kadar cümle illete derman bulup Azrail'in elinden nice âdemoğlunu kurtarmakla nâm salmış Avram Efendi adında bir hekim vardı. Can kurtarmak kadar can beslemeyi de pek seven bu zât, uskumruya bayılırdı. O gece, Galata'daki camilerden okunan yatsı ezanları kanat çarpan güvercinler gibi göklere yükselirken sofra başında uskumru dolmasını tam ağzına atıyordu ki, alt katta kapısı yumruklanmaya başladı. Birkaç kişi sokaktan telaşla bağırıyordu. Hekim efendi istifini bozmadan elindeki dolmadan bir lokma daha ısırdıktan sonra kafesin arkasından karanlık sokağa baktı. Arap İmam'ın kahvehanesinin ünlü simalarından buhur mütevellisi, yedekçibaşı, selâm ağası, zindan kâtibi ve bir kayıkçı, ellerinde fenerlerle gecenin o saatinde aşağıda bekliyorlardı. Dediklerine bakılırsa, yârenleri olan Kayıkçı Recep'in gözlerinde bir tuhaflık vardı ve eğer hemen bir çare bulunmazsa adamcağız kör olup ona buna avuç açmak zorunda kalacaktı. Avram Efendi'nin yüreği cız etti. Çünkü duası makbul sayılmadığı için bu kayıkçıya kimse sadaka vermez ve bîçare açlıktan ölür giderdi. Hayırsever hekim bu yüzden, elinde dolma olduğu hâlde, basamakları gıcırdata gıcırdata aşağı inip sokak kapısını açtı. Başında gecelik takkesi, üstünde entari, ayaklarında ise terlik vardı. Muşamba fenerin ışığı altında bir inceledikten sonra, kayıkçının gözlerinin yuvalarından fırlamış olduğunu gördü. Son lokmasını yutup parmaklarını da yaladıktan sonra, adamcağızın gözlerini itip yuvalarına oturtuverdi. Kayıkçı artık karanllığa ve fakirliğe mahkûm olmaktan ebediyen kurtulmuştu kurtulmasına, ama az önce şifa bulduğu takdirde adamış olduğu horozu kesmeyi hayatı boyunca sürüncemede bırakacaktı. Vasiyetini de ancak ölüm döşeğindeyken 19 torununa beyan edecek, horozu kesmelerini yarım ağızla tembihleyecekti.

Galatalı hekim Avram Efendi, ilim irfan sahibi, eyyam görmüş, iti uğursuzu, veliyi deliyi bilen bir zât idi. Besbelli ki kayıkçının gözleri büyük bir şaşkınlık sonucu yuvalarından uğramıştı. O güne kadar cin, hayalet gibi yaratıkları görmesi bir türlü kısmet olmayan hekim, ilim tutkusunun yol açtığı bir merakla kayıkçıya, gördüğü hangi şeyin onu bu kadar şaşırttığını sorduğu vakit adamcağızın cevabı oradaki herkesin aklına durgunluk verdi: Kayıkçı, Galata Zindanı'nın önünde, deli marangozu görmüştü az önce!

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...