20 Nisan 2009 Pazartesi

Usta ile Margarita,Mihail Bulgakov

Gayretkeş muhasebecinin, taksiden inip kendi kendine yazı yazan giysiyle karşılaştığı sırada, Kiev postası da Moskova Garı'na giriyordu. Elinde kumaş bir bavul olan, temiz giyimli bir yolcu, birinci sınıf kompartımanların olduğu 9 numaralı vagondan indi. Bu yolcu Kiev'de eski Enstitü sokağında oturan, merhum Berlioz'un amcası iktisatçı ve planlama uzmanı Maksimilyen Andreyeviç Poplavski'den başkası değildi. Maksimilyen Andreyeviç'in gelişinin başlıca nedeni, önceki gece geç vakit aldığı telgraftı. Telgrafta şunlar yazılıydı:

PATRİARŞİYE GÖLLERİ KIYISINDAKİ PARKTA BİR TRAMVAY BAŞIMI KOPARDI. CENAZE CUMA SAAT 15'TE. GEL. BERLIOZ.

Maksimilyen Andreyeviç, doğal olarak, Kiev'in en akıllı kişilerinden biri sayılırdı. Ama böyle bir telgraf, dünyadaki en aklı başında insanı bile şaşırtacak türdendi. Biri başının kesildiğini telgrafla bildiriyorsa, başı tam kesilmemiş ve henüz yaşıyor demektir. İyi ama bu durumda bir cenaze nasıl söz konusu olabilir? İnsan, sağlığı iyiden iyiye kötüleyip önceden öleceğini sezdiğinde mi çeker bu telgrafı? Olabilir; ama bu noktada, fazla ileri giden tuhaf, kesin bir ifade var, öte yandan: İnsan kendi cenazesinin Cuma günü öğleden sonra üçte kaldırılacağını nereden bilebilir? Şaşırtıcı bir telgraf doğrusu!


19 Nisan 2009 Pazar

Saint Germain Kontu,Foucault Sarkacı,Umberto Eco

Bir gün, Kudüs'te Pontius Platus'u tanıdığını anlattı, valinin evini ayrıntılarıyla betimledi, akşam yemeğinde sunulan yemek çeşitlerini saydı döktü. Bunların düş ürünü olduğuna inanan Rohan Kardinali, Saint-Germain kontunun uşağına -saçları ağarmış, dürüst görünüşlü, yaşlı bir adam- döndü:
"Arkadaşım" dedi, "efendinizin söylediklerine inanmakta güçlük çekiyorum. Karnından konuşan biriyse, diyecek sözüm yok, altın yapan birisi olduğunu da kabul edebilirim, ama iki bin yaşında olduğunu, Pontius Platus'u gördüğünü söylemesi? Bu kadarı fazla. Siz de orada mıydınız?" dedikten sonra gülmeye başladı.
"Hayır, Monsenyör" diye yanıtladı uşak, bön bön, " Kont hazretlerinin hizmetine gireli daha ancak dört yüzyıl oldu."

18 Nisan 2009 Cumartesi

Sayıbilime inanmalı mı? Foucault Sarkacı,Umberto Eco



"Bir çok kez ölür korkaklar, ölmeden önce"
Shakespeare- Julius Ceasar


Keops piramidi'nin yüksekliği, yan yüzeylerinin toplam alanının kare köküne eşittir. ölçüler 'metre' olarak değil, mısır ve ibran arışına en yakın ölçü birimi olan 'ayak' olarak alınmalıdır. Çünkü 'metre' modern çağda icat edilmiş soyut bir ölçüdür. bir mısır arışı, 1,728 ayak eder. Kesin yüksekliği bilmiyorsak, pirimidion'dan, büyük piramidin üstüne konmuş, onun uç noktasını oluşturan küçük piramitten yararlanabiliriz. Güneşte pırıl pırıl parlayan altın ya da başka bir madenden yapılmıştı bu küçük piramit. Şimdi, küçük piramidin yüksekliğini, tüm piramidin yüksekliği ile çarpar, elde ettiğimiz toplamı da onun beşinci kuvveti ile çarparsak, yeryüzünün çevresini buluruz. dahası, tabanın çevresini yirmi dördün üçüncü kuvveti ile çarpıp ikiye bölersek, yerkürenin çapını elde ederiz. Sonra, piramidin tabanının alanını 96'yla, onu da on'un sekizinci kuvvetiyle çarparsak, doksan altı milyon sekiz yüz on bin mil kare eder ki, bu da yeryüzünün alanına eşittir. doğru mu?"

"Demek," diye duraksadı Belbo, "bu bay, kesinleşmiş gerçekleri yinelemekten başka bir şey yapmıyor?"
"Gerçekler mi?" diye güldü Aglie, eğri büğrü, ama hoş bir tadı olan purolarından sunmak için puro kutusunu bir kez daha açtı. "Yıllar önce bir tanıdığımın dediği gibi, quid est veritas*. Bir yığın saçmalık. Her şeyden önce, piramidin tabanını, yüksekliğin tam iki katına bölerseniz, kesirleri de hesaba katarsanız, pi sayısını değil, 3,1417254 sayısını bulursunuz. küçük bir fark ama önemli. Sonra Piazzi Smyth'in öğrencilerinden biri, Stonehenge'i ölüçmüş olan Flinders Petrie, hocasını, bir gün, hesapları doğru çıksın diye, kralın bekleme odasının granit duvarlarının çıkıntılarını eğelerken yakaladığını söylüyor.. Yine de tüm bu söylentiler arasında sugötürmez gerçeklerde var. Beyler, lütfen benimle pencerenin yanına kadar gelir misiniz?"
Gösterişli bir biçimde pencere kanatlarını ardına dek açtı, dışarıya bakmamızı söyledi; uzakta, dar bir sokakla caddenin kesiştiği köşede, piyango biletlerinin satıldığı anlaşılan, tahtadan yapılmış küçük bir kulübeyi gösterdi bize.
"beyler," dedi, "gidip şu kulübeyi ölçmenizi rica ediyorum. tezgahın uzunluğunun 149 santimetre olduğunu göreceksiniz, yani dünya ile güneş arasındaki uzaklığın yüz milyarda biri. kulübenin arka tarafının yüksekliğini, pencerenin genişliğine bölerseniz: 176:56=3,14 çıkar. Ön tarafın yüksekliği 19 desimetredir; bu da, yunan aydönümü yıllarının sayısına eşittir. İki ön köşenin yüksekliği ile, iki arka köşenin yüksekliğinin toplamı ise: (190x2)+(176x2)=732'dir; bu da poitiners zaferinin tarihidir. tezgahın kalınlığı 3,10 santimetre, pencere kornişinin genişliği ise 8,8 santimetredir. tam sayıların yerine onlara denk düşen alfabe harflerini (3 yerine c, 8 yerine h) koyarsak, c10h8'i elde ederiz. bu da naftalinin formülüdür."
"olağanüstü!" dedim, "bütün bu ölçümleri yaptınız mı?"
"hayır," dedi aglie, "jean-pierre adam diye biri, başka bir kulübe üstünde yaptı. sanırım, piyango biletleri satılan bütün kulübelerin boyutları az çok aynıdır. sayılarla ne isterseniz yapabilirsiniz. Diyelim ki, elimde kutsal dokuz sayısı var; ben de 1314 sayısını elde etmek istiyorum, J-acques De Molay'ın yakıldığı tarihtir bu - ne yaparım? 9'u 146 ile çarparım; Kartaca'nın yıkıldığı uğursuz tarih. Bu sonuca nasıl vardım? 1314'ü uygun bir tarih elde edinceye dek, ikiye , üçe, vb. böldüm; sonunda uygun bir tarih buldum. 1314'ü, 6,28 ve 3,14'ün iki katına da bölebilir, böylece 209'u bulurdum. Bergama Kralı I. Attalus'un tahta çıktığı yıldır bu. Görüyorsunuz ya?"

Betty Blue, Philippe Djian

"Biliyorsun Eddie var olmayan bir şeyin arkasından koşuyor. Yaralı bir hayvan gibi, anlıyor musun ve her seferinde biraz daha aşağıya düşüyor. Dünyanın ona dar geldiğine inanıyorum, bütün sorunlarının buradan kaynaklandığını düşünüyorum..."

Oltasını şimdiye dek hiç atmadığı kadar uzağa fırlattı, ağzını buruşturdu.

"Yine de yapabileceğimiz bir şey olması gerekiyor." diye söylendi.

"Evet, tabii ki, mutluluğun var olmadığını, cennetin var olmadığını, kazanılacak ya da kaybedilecek hiçbir şey olmadığını ve hiçbir şeyin özünün değiştirilemeyeceğini anlaması gerekiyor. Ve eğer bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanırsan bir kere daha yanılmış olursun, çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır. Tek yapabileceğin şey akşam yatmak ve sabah mümkünse bir tebessümle kalkmaktır. Sen ne düşünürsen düşün bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek, sadece işleri karmaşıklaştıracaktır."

Gözlerini yukarı kaldırdı ve başını salladı:
"Tanrım, herife onu bu durumdan kurtarmanın bir yolu var mı diye soruyorum o kalkıp bana yapacağı en iyi işin kafasına bir kurşun sıkmak olduğunu söylüyor!!!"

"Hayır, kesinlikle değil, benim söylemek istediğim, hayatın, bir yığın sahte kısmetle dolu bir fuar standı olmadığı. Eğer buna bel bağlayacak kadar aptal olursan çarkın asla durmadığını çabuk fark edersin. Ve işte bu noktada acı çekmeye başlarsın. Hayatta birtakım hedeflere saplanmak, kendini zincire vurmaktır."

İkinci balık sudan çıktı. Eddie içini çekti.
"Ben çocukken burada sudan çok balık vardı." diye mırıldandı.

"Ben çocukken yolun aydınlık olacağına inanıyordum."

15 Nisan 2009 Çarşamba

Tuhaf bir savaş hikayesi!

“Benim aklıma gelmişse, bir başkasının da aklına gelmiştir”
Umberto Eco

Haşmetlu, Azametlu, Fehametlu, Devletlu hünkarımız Sultan Selim Han Efendimizin yeni sadrazamı Arap Hilmi Paşa'nın emri uyarınca, Enderun'un baş vakanuvisi olarak, Şaşı Haydar Efendi denilen zındığın, Çaldıran Meydan Muharebesi hakkında çalakalem yazıp bir de marifetmiş gibi sağda solda anlattıklarını düzeltme, sinsice yalanlardan arıtma, eksiğini gediğini kapatma şerefi, Tanrı'ya şükür ve hamd olsun ki şahsıma verilmiştir. Bir zamanlar emrimde çalışan ve sayısız tokadımı yiyen Şaşı Haydar nam zındığın ne kadar palavracı olduğu, ancak yine de vakanuvis geçindiği, yedi iklim dört bucaktaki aklı başında, mürekkep yalamış, dirsek çürütmüş münevver zevatın zaten malumudur.

Bu zındık, Çaldıran Muharebesinin bir kenarı 24 adım olan ve 64 kareden oluşan büyük bir kare içinde cereyan ettiğini söylerken, bir de utanmadan, siyah karelere kömür tozu, beyaz olanlara ise kireç döküldüğünü yazmıştır! Haşa! Doğrusu şudur: Sultan Selim Han, bu dev satranç oyunu için gereken zemini usta tutup masraflarını karşılayarak siyah granit ve beyaz mermerden yaptırıp cömertliğini göstermiştir. (Fakat güya bir şah olan İsmail, kesesini açıp bu hayırlı işe tek kuruş katkıda bulunmamıştır) Ayrıca, siyah ve beyaz karelerin kenarları, zındığın yazdığından farklı olarak 3 değil 4 adımdır. 64 parçalı bu dev kare için Efendimizin sarf ettiği paranın, ayıptır söylemesi, tam 216 zolata ve 144 akçe olduğunu söylerler.

Şimdi muharebenin nasıl geçtiğin gelelelim: Her iki taraf da siyah ve beyaz renklerden birini seçecekti. Bunun için imsak vaktine yakın bir zamanda, yani siyah iplikle beyaz ipliğin ayırd edilemediği bir vakitte, biri Zenci ve diğeri de Çerkez olan iki köle salıverildi. Oyunun raconu böyle gerektiriyordu: Ok ve yay ile Zenciyi vuran siyah, Çerkezi vuran ise beyaz olacaktı. Nitekim, Şah İsmail'in kırmızı oku Zencinin kalbinden, Yavuz Sultan Selim'in yeşil olku ise Çerkezin boğazından çıkınca her iki ordunun da renkleri belli oldu.

Şafak vakti Orduyu Hümayun ile Şah İsmail'in dev ordusu bu “satranç meydanı”nda savaş düzenini almıştı. Her iki tarafın da kaleleri, “taarruz süvarisi” denilen eski kuşatma kulelerine benziyordu. İçlerinde 20 nefer ve tepelerinde ise 4 şahidarbezen topu taşıyan bu tekerlekli kuleler, meydanın köşelerine yerleşmişlerdi. Onların yanında ise elleri topuzlu süvariler vardı. Ortaya yakın bir yerde ise,her birinin sırtında hamuda benzeyen ve içlerinde 3-4 kişi ile bir küpeşte topu bulunan savaş filleri göze çarpıyordu. Ortada Haşmetmaaplarının yanındaki beyaz karede, kıyıcılığıyla nam salmış Kara İbrahim Paşa, siyah karede de, Haşmetlu, Fehametlu, Devletlu Sultanımız Yavuz Selim, adet güneş gibi parlıyordu. Aynı düzeni Şah İsmail de almıştı.
Bu muhteşem görünüme rağmen, sözüm ona bir vakanüvis olan Şaşı Haydar nam zındık, papuç kadar diliyle, bu savaşta piyadelerin ön saflarda olduklarını ve bu yüzden haklarının yendiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Oysa Sultan Selim Efendimiz, yanında celladıyla piyadelerle hoşbeş edip bu zavallıların dertlerini dinleyecek kadar yüce gönüllülük göstermişlerdir. Üstüne üstlük şu apaçık bir hakikattir ki bir kale, bir atlı, bir fil asla vezir olamaz, ama 8 kare ilerlemeyi başaran basit bir piyade pekala bir vezir olabilir. H-2 hanesindeki Bozbora adlı piyade bu gerçeği anlamış görünmekteydi. İşittiğim kadarıyla bu hırslı ve azimli piyade, diğer 7 yoldaşı olan Keleşbay, Oğuzbala, Tosunbay, Dalboğa, Alpagut, Çavuldur ve Atambay'a, “Bakın görün teresler! Azmedip vezir olacağım! O zaman hepiniz elimi eteğimi öpmek için sıraya gireceksiniz!” diyecek kadar hakikate ve kadere meydan okuma cesaretini göstermişti. Fakat sultanımız muharebeyi Şattülarap Açılışıyla başlatınca H-2 karesindeki bu zavallının neredeyse tüm umutları yıkıldı.
Ancak bundan daha da kötü bir şey oldu. Şah İsmail'in önündeki piyade şişlenince yol açıldı ve Vezir İbrahim Paşa E-2 karesine geçerek Şah İsmail'i tehdit etti. İbrahim Paşa, Şah İsmail'e şah çekecekti. Fakat bu iş Yavuz Sultan Selimin yapması gereken bir şeydi. Vezir arkasını dönüp Padişah efendimize, “Devletlu Sultanım! Lütfen “ŞAH!” diye bağırınız. Oyunun kaidelerinden biri de budur. Bağırmazsanız yenik sayılırız” diye fısıldayınca, Efendimiz, “Yedi iklim dört bucağın hakimi olan benim gibi bir padişah, şu pis pis sırıtan İsmail'e değil “şah” demek, “hela bekçisi” bile demez! diye haykırdı. Bu söz üzerine İbrahim Paşa, “Sultanım! Sis dudaklarınızı kıpırdatın, ben de elimle ağzımı gizleyip 'şah' diye bağırayım, belki yutarlar” demek zorunda kaldı.

Muharebenin ortalarına doğru bir nice düşman katledildi ve bir nice yiğit şehadet mertebesine erdi. Ne var ki Şaşı Haydar denilen zındık, bu sırada araya bir yalan sokuşturmuştur: Buna göre, Kara İbrahim Paşanın seyisi Kaspar nam köle, efendisi olan vezirin ayağını üzengiye geçirirken elindeki çamuru paşanın çizmesine bulaştırdığı için tokat yedi. Bunun üzerine, intikam hisleriyle görev yerini terk ederek Padişah Efendimizin huzuruna varıp el etek öptükten sonra Sultan Selim Han Efendimize, eğer veziri feda ederse Şah İsmail'i yok edebileceğini anlattı. Şaşı Haydar Efendinin aktardığına göre, Kaspar denilen köle, eğer Vezir Kara İbrahim Paşa G-8 karesine giderse, Şah İsmail'in kalesi tarafından alınıp telef edilecek, ama atlının F-7 kalesine gelip şah çekmesi halinde, İsmail mat olacaktı. Haşa sümme haşa! Bu fikir Kaspar'a değil Padişahımıza aitti. Hem efendisine ihanet eden bir köleden ne bejlenir ki! Kaspar, Kara İbrahim Paşanın en çok değer verdiği köleydi. Çünkü esir pazarındaki açır arttırmada paşa, Kaspar'a tam 1115 Filuri değer biçmişti. Efendisinin bu kadar çok değer biçtiği bir kölenin ihaneti asla affedilemez!

Hal böyle olunca, Padişah Efendimiz vezire emir buyurdu ve G-8 karesine gitmesini emretti. Fakat Vezir Kara İbrahim Paşa, Hünkarımıza, “Devletlu Padişahım! Dediğiniz yere gidersem bu benim sonum olur! Şah İsmail'in kalesi beni alır! Beni feda etmeyin! Size bunca hizmetim var! Kıymayın bana!” diye yalvardı. Ama Efendimiz, “Bre melun! Padişahın için ölmekten nasıl korkarsın ey kavuğunu kerktiğimin veziri! Şimdi git dediğim yere!” diye haykırdı. Böylece vezir atını mahmuzladı mahmuzlamasına, ancak yolun yarısında durdu.

Veziri Kara İbrahim Paşanın emre uymadığını gören Hünkarımız küplere bindi ve apaşanın gerisindeki piyadeye, “Sen Vezirin arkasındaki piyade! Veziri hemen öldür! Emre karşı gelmenin ne olduğunu anlasın!” diye bağırdı. Fakat piyade, “Hünkarım! Ben satrançtan pek anlamam, ama bildiğim kadarıyla kendi taşımızı alamayız” diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz, “Dediğimi yap deyyus!” diye feryad edince, piyade, “Paşam! Seni öldürmek istemezdim. Ama emir yüksek yerden geldi. Sen en iyisi Kelime-i Şahadet getiriver” dedi ve çok geçmeden, mızrağını vezirin gırtlağına soktu.
Bu fırsat da işe yaramayınca ortalık can pazarına döndü. Hatta siyah ve beyaz kareler, dökülen kandan zort ayırt edilir oldu. Kala kala 3 taş kalmıştı: 2 şah ve bir kale.
Üçüncü taş olan kaleye Yavuz Sultan Selim Han efendimiz öyle bir omuz attı ki iki adam boyundaki kale devriliverdi. Ancak, o esnada oyunu seyredenlerden bir nefer, “Hünkarım! Ne yaptınız! Oyun pat oldu şimdi! Sözün kısası berabere kaldınız! Biz şimdi ne yapacağız! Artık Tebriz şehrini yağmalayamayacağız! Oysa karılarımıza ganimetle döneceğimize dair kitaba el basıp söz vermiştik!” diye nida etti.
Bu söz padişahımızın o kadar gücüne gitti ki kurala kaideye aldırmadan Şah İsmail'in üzerine yürüdü ve yakınına geldiğinde sağ eline tükürüp Acem Şahının suratına okkalı bir Osmanlı tokadı oturttu. Derken tokatlar şaplaklar birbirini izlemeye başladı. Ufak tefek biri olan İsmail, gerileye gerileye muharebe alanını terk etti.
Bu duruma seyirci kalamayan bazı “halden anlayan kişiler” Şah İsmail ile Sultan Selim'i birbirlerinden ayırmaya yeltendiler. Onca kalabalık birikince, artık kendini güvende hisseden İsmail, Padişahımıza nah işareti bile yaptı. Ama bir yeniçeri, Padişahımıza “Uyma sen ona ey Padişahım! Adam aile terbiyesi görmemiş!” deyince hünkarımızın öfkesi biraz yatışır gibi oldu.
Çaldıran Meydan Muharebesi bitmiş, her iki ordu da ağırlıklarını toplamaya başlamıştı. Attığı tokatlardan yorgun düşen Sultan Selim, oracıkta bulduğu bir tahtta oturup dinleniyordu ki on iki neferli bir Acem zabiti gelip, “Ey padişah! Bir zahmet o tahttan kalkıver. O taht Şah İsmail'indir ve onda, saçı bitmedik yetimin hakkı vardır.” dedi. Hal böyle olunca, Sultan Selim Efendimiz oturduğu tahta yellendi ve Acem zabitine, “Bu taht şimdi Yavuz Sultan Selim'in saldığı zarta ile mühürlenmiştir. Şimdi bu tahtı ister alın ister almayın, bu size kalmış artık!” dedi.
Bütün bunlara karşılık, Şaşı Haydar denilen zındık, Acem zabitinin Efendimize “Sen yellendikten sonra bu taht artık murdar olmuştur. Şahımız buna asla oturmaz. Ancak şunu bil ki şahımız da bu tahtta defalarca yellenmiştir. Şimdi sen onun zarta saldığı tahtta oturuyorsun. Bizim böyle bir tahta ihtiyacımız yok. Al, sen otur!” dediğini söyler ki yalanın da yalanıdır.
Birkaç şahidin söylediklerine bakılırsa, Sultan Selim Efendimiz, Şah İsmail'in tahtından hemen kalkmamıştır. Bazılarına göre yorgunluktan, diğerlerine göre “derin düşüncelere daldığından” ama bir iki kişiye göre ise, yalnızlığın tadını çıkarmak için...

Boğazın Suları Çekildiği Zaman,Kara Kitap, Orhan Pamuk

Boğaz'ın sularının çekilmekte olduğunu farkettiniz mi? Sanmıyorum. Bayram şenliğine çıkmış çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile, dirsekleştiğimiz vapur iskelelerinde, kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş koltuklarında yarım yamalak okuyoruz. Ben haberi bir fransız jeoloji dergisinde okudum.

Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın , küçük bir kasabayı sulayan alçakgönüllü bir derenin tabanı gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta binlerce geniş borudan şelaleler gibi gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini tahmin etmek zor değil. Kızkule'sinin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni, bir hayat başlayacak.

Ellerinde ceza fişleri ile oradan oraya koşan belediye memurlarının bakışları arasında, eskiden 'boğaziçi' denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak yeni mahallelerden sözediyorum. Gecekondularından, salaş bar, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden atlı karınca lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş tekkeleri ve marksist franksiyon yuvalarından ve kapkaççı plastik atölyeleriyle naylon çorap imalathanelerinden...bu kıyametimsi kargaşanın içinde şirketi hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş amerikan transatlantikleriyle yosunlu Ion sütunları arasında açık ağzıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran kelt ve likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı bizans hazineleri , gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasından yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün istanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılış leşleri ve yeni cennetleri keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve uyarıyorum: o gün, dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek.

Bir zamanlar , boğaz'ın ipek sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak rakı içtiğimiz masallarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda boğaz akıntılarının ve bahar kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren genel aramaların korkusuyla denizel dökülen kılıçları, hançerleri , paslanmış pala ve tabanca tüfekleri ele geçirip ölüm korkusuyla birbirine girenlerin haykırışları duyulacak. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerinden yaşayan istanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve çamur sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı seyrettikleri belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş parçaları sıkıştıracaklar. Baloncu ve kağıt helvacılarla birlikte toplaştığımız kıyı kahvelerinde, bundan sonra , donanma şenliğine değil , meraklı çocukların kurcalayıp kendileriyle birlikte havaya uçurdukları mayınların kan kırmızısı aydınlığına bakacağız. ekmek paralarını, fırtınalı denizin kumsallara getirip attığı bizans mangırları ve boş konserve kutularını toplamakla kazanan lodosçular , bir zamanlar sel sularının kıyı köylerindeki ahşap evlerden kopartıp boğaz'ın derinliklerine yığdığı kahve değirmenlerinden , kuşları yosun tutmuş guguklu saatlerden ve midyelerin zırhıyla kaplanmış kara piyanolardan çıkaracaklar artık. işte o günlerin birinde ben, dikenli teller içinden, bu yeni cehennemin içine kara bir cadillac'ı bulmak için bir geceyarısı süzüleceğim.Kara cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki istanbul resmine hayran olduğum bir beyoğlu haydudunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. arabanın istanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini dağdelen ile tütün kralı maruf'ta vardı. son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydutumuz bir geceyarısı polis tarafından sıkıştırılınca , sevgilisiyle bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan , bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi akıntı burnu'ndan cadillac'ıyla birlikte boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıpta bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları cadillac'ı nerede bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.

Orada, eskiden 'boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar , küpeler , gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde , çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluluğun az ötesinde olacak.

Eskiden "sahil yolu " denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen gülcemal vapurunu torpillemek isterken , uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken ingiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış ingiliz iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda çin porselenleriyle akşam çayına artık liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımız içtiğini anlayacağım. karanlığın içinde , daha ötede kayzer wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çabası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. yağmalanmış bir ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak ampullerini göreceğim. gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim. yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık, gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki , ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran kara cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım.

Nereden geldiği anlaşılmayan fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan kara cadillac'a ağır ağır, korkuyla yanı başlarındaki haçlı muhafızlarından izin alır gibi saygıyla yaklaşacağım. Cadillac'ın kapısının kulplarını zorlayacağım ama, baştan aşağı midye ve deniz kestaneleriyle kaplı araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve yeşilimsi pencereleri yerlerinden hiç oynamayacak. O zaman, cebimden tükenmez kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan birini kaplayan fıstıki yeşil yosun tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.

Gece yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun , nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.

O zaman , kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam , gel bana; yaklaşan korkunç felaket unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.

14 Nisan 2009 Salı

Puslu Kıtalar Atlası,İhsan Oktay Anar


“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar”


Bilge demkeşin anlattığına göre, fî tarihinde çok uzak bir ülkenin padişahına gelen kâhinler ona ülkesinin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu söylemişlerdi. Sözkonusu tehlike ise, bir yıl sonra doğacak olan ve kurduğu düşlerin hepsi bir anda gerçeğe dönüşüverecek bir çocuktan ibaretti. Öyle ki, çocuk eğer başkentteki bütün evlerin altın olduğunu düşünürse, evler gerçekten o anda altın oluverecekti. Bununla birlikte eğer padişahın fakir olduğunu düşünecek olursa sarayları, köşkleri, atlasları ve altınları o anda hiçliğe karışacak olan padişah parasız pulsuz biri olacaktı. Çocuğu doğar doğmaz öldürmek de olmazdı, çünkü kader artık bağlanmıştı. O hiçbirşey düşünmeyecek olursa, düşünülmedikleri için artık ne dünya ne de kendileri varolabilirlerdi. Bunları işitir işitmez dehşet içinde kalan padişahın emriyle sözkonusu çocuk aranıp bulunmuş ve kırk bir ilim üstadı olan doksan dokuz âlim, gerçek olan ne varsa ona öğretmeye başlamıştı, öyle ki, çocuk bu sayede sadece gerçek olanları düşünecek ve böylece âlemin nizamı aksamayacaktı. Fakat düş kurması yasaklandığı için sonunda bu çocuk mutsuz olmuştu. Onunla birlikte ülkenin de mutsuz olduğunu gören en yaşlı bilgin, günlerce düşündükten sonra nihayet bir çözüme ulaşmış ve çocuğa, düş kurmasının yasak olduğunu, ama insanların düş kurduğunu düşlemesine herhangi bir sakınca olmayacağını söyleyerek ona izni vermişti.
İhtiyar demkeş, ademoğlunun gördüğü her rüyanın, kurduğu her düşün işte bu mutsuz çocuğun eseri olduğunu söyleyip hikayesini bitirdi.
...
Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu...
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
"Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır.

Kehanet Aynası,İhsan Oktay Anar

Kehanet Aynası başka birinde, mesela hala padişahta olsaydı, o mutlaka tövbe ederdi. Ama ben etmedim. Çünkü kıyametten kurtulmak mümkündü. Hemen hemen bütün elkimyacıların peşinde olduğu sonsuz hayata kavuşmak da, bütün bu şartlara rağmen mümkündü. Gördüğün topaç, beni Büyük Son'dan kurtaracak bir aygıt. Sana bunun nasıl gerçekleşeceğini de anlatacağım. Böylece boşluğu neden elde etmeye çalıştığımı da öğreneceksin.
Bilmek istediğin şeyi sana nihayet söylüyorum işte: Topaç, karşı harekete erişilebilecek bir araçtır ve karşı hareketi gerçekleştirmek için de boşluk gerekir. Kafan iyice karıştı, değil mi? Açıklayayım. Biz, hareket etmenin karşıtının durma olduğuna inanırız. Oysa bunun karşıtının karşı hareket olduğunu biliyorum. Bir örnek vereyim: Bir adam Ayasofya'dan saat üçte yola çıkar; üçü çeyrek geçe Bayezıt'a vardığında bir yankesici onun para kesesini çarpar. Üç buçukta Aksaray'a geldiğinde başı ağrımaya başlar ve nihayet saat dörtte Topkapısı'na ulaşır.
Fakat saat dörtte �zamanın geriye doğru aktığını' farzedersen, karşı hareketi tahayyül edebilirsin. Böyle bir durumda adamın saatinin akrebi, bu kez dörtten üçe doğru hareket ederken, adam da vaktiyle atmış olduğu her bir adımı bu kez geriye doğru atarak Topkapısı'ndan Ayasofya'ya doğru, yine aynı şartlarda, ama bu defa geri geri gitmeye başlar. Saati üçbuçuğu gösterdiğinde Aksaray'a varır ve başının ağrısı kesilir. Saat üçü çeyrek geçtiği sırada Bayezıd'a geldiğinde yankesici para kesesini onu kuşağına sokar ve nihayet saat üçte Ayasofya'ya varır. Kısaca, ilk hareket sırasında neler oluyorsa, zamanın geriye aktığı ikinci hareket sırasında da, bu kez tersine olmak üzere, aynı şeyler olur. İşte bu ikinci harekete karşı hareket diyorum ve buna erişmek de, zor olmasına rağmen imkansız değil. İstersen yine bir örnek vereyim."

13 Nisan 2009 Pazartesi

Düş Gören iki Adamın Masalı - Jorge Luis Borges



Güvenilir insanların düştükleri kayıtlara bakılırsa, evvel zaman içinde Kahire'de çok zengin bir adam yaşarmış. Ama öylesine cömert, öylesine eli açıkmış ki, sonunda babaevi dışında her şeyini yitirmiş, bir süre sonra da geçimini çalışarak sağlamak zorunda kalmış. O kadar çok çalışıyormuş ki, bir gece bahçesindeki bir incir ağacının dibinde uyuyakalmış.Düşünde iliklerine kadar ıslanmış bir adam görünmüş. Adam ağzından bir altın sikke çıkartarak şöyle demiş. " Kısmetin İsfahan'da; oraya git, kısmetini orada ara"
Adam, ertesi sabah erkenden kalkıp uzun bir yolculuğa çıkmış. Çöllerin, gemilerin, korsanların, putperestlerin, ırmakların, yabanıl hayvanların ve insanların yoluna çıkardığı tekmil tehlikelere göğüs germiş, en sonunda İsfahan'a varmış. Ama kent kapısınıdan girer girmez, gecenin karanlığına teslim olmuş, bir cami avlusunda uyuyakalmış. Caminin hemen yakınında bir ev varmış. O sırada bir hırsız çetesi camiden geçip, bitişikteki eve girmiş. Ama evin sahipleri, hırsızların gürültüsüne uyanmışlar. "Yetişin, hırsız var!" diye bağırmışlar. Sonunda, asesbaşı asesleriyle birlikte yetişmiş, hırsızlarda damdan dama atlayarak kaçmışlar. Asesbaşı caminin avlusunun aranmasını buyurunca, Kahire'den gelen adamı yakalamışlar, falakaya yatırıp basmışlar sopayı, adamcağız neredeyse öleyazmış.

Adam iki gün sonra, zindanda kendine gelmiş.Asesbaşı adamı çağırtıp sormuş: "Kimsin, kimin nesisin, nereden gelirsin?"
Adam, "Şanlı Kahire'den gelirim" diye yanıt vermiş. "Adım Muhammet El-Magribi." Bu sefer Asesbaşı "İsfahan'da ne işin var?" diye sormuş. Adam doğruyu söylemeyi yeğlemiş ve demiş ki : " Düşümde gördüğüm biri bana İsfahan'a gitmemi buyurdu, kısmetimin beni orada beklediğini söyledi. Ama İsfahan'a geldiğimde, benden esirgemediğiniz falaka çıktı kısmetime!"
Bunu duyan Asesbaşı gülmüş ve demiş ki:" Ey kafasız adam, düşümde tam üç kere Kahire'de bir ev gördüm. Evin avlusunda bir bahçe, bahçenin ucunda bir güneş saati, güneş saatinin ardında bir incir ağacı, incir ağacının ardında bir çeşme, çeşmenin altında çuvallar dolusu altın vardı. Gene de kulak asmadım bu yalana. Ama sen, katırla iblisin evladı, bir düş uğruna yollara düşüp diyar diyar dolaşmışsın. Bir daha İsfahan'da görmeyeyim seni. Al şu sikkeleri, çek git buradan."

Adam parayı alıp yola koyulmuş, soluğu evinde almış. Bahçesinde ki çeşmenin (asesbaşının rüyasında gördüğü çeşmenin) altını kazmış, büyük bir define bulmuş...

11 Nisan 2009 Cumartesi

Bulantı Sartre

“İnsanın, başkalarından, onları sevdiğinden daha çok nefret edemeyeceğimi sanırım” diyorum.

Autodidacte, koruyucu, uzak bir bakışla süzüyor beni. Sözlerine dikkat etmiyormuş gibi: “İnsanları sevmek gerek, sevmek gerek…” diye mırıldanıyor.

“Kimleri, şuradaki insanları mı?”

“Onları da herkesi sevmek gerek.”

Genç çifte dönüyor, işte sevilmesi gereken şey. Bir an beyaz saçlı beyi seyrediyor. Sonra bana bakıyor. Yüzünde sessiz bir sorgunun belirdiğini görüyorum. Başımla ‘hayır” der gibi bir hareket yapıyorum. Bana acır gibi bir hali var.

“Şu arkanızda iki genç var ya, onları seviyormusunuz siz?”

Delikanlı ile genç kadına bakıp düşünüyor. “Onları tanımadığımı söyletmek istiyorsunuz bana” diyor kuşkulu bir tavırla. “Evet efendim, onları tanımıyorum ama zaten sevgi gerçek bir tanıyış değildir.” diye ekliyor ukalaca ve gülerek.

“Peki sevdiğiniz nedir?”

“Genç olduklarını görüyorum, onlarda sevdiğim gençliktir. Başka şeylerde var tabii.”

Sözünü kesip kulak kabartıyor. “Söylediklerimi anlıyor musunuz?”

Hemde nasıl. Çevresindeki yakınlıktan yüreklenen delikanlı, kendi takımının geçen yıl Le Havre klüplerinden birine karşı kazandığı futbol maçını yüksek sesle anlatıyor.

Sözüme devam ediyorum. “Sırtınız onlara dönük olduğu için söylediklerini anlamıyorsunuz. Kadının saçlarının rengini söyleyebilirmisiniz peki?”

Şaşırıyor: Doğrusu… (gençlere bakıp kendini topluyor” Siyah!

“Gördünüz mü?”

“Efendim?”

“Orada oturan iki insanı sevmediğinizi gördünüz mi şimdi? Sokakta görseniz tanımazsınız onları. Çünkü onlar sizin için birer imge sadece. Şu anda duygulanışınızın konusu onlar değil. Siz insanın gençliği, erkeğin ve kadının aşkı, insan sesi üzerinde duygulanıyordunuz.”

“Peki bunlar yok mu?”

“Hayır bunların hiçbiri yok, ne gençlik, ne olgunluk, ne ihtiyarlık, ne de ölüm. Ardınızda oturan ve su içen ihtiyar adam gibi. Onda sevdiğiniz şey olgun adam olduğunu sanıyorum. Çöküşüne doğru cesaretle ilerleyen ve kendinş kapıp koyvermek istemediği için özentiyle giyinen olgun adam, değil mi?”

“Ta kendisi” diyor cesaretle.

“Bu adamın godoşun biri olduğunu fark etmiyor musunuz?”

Gülüyor, aklımı kaçırdığımı düşünüyor, beyaz saçlarla çerçevelenmiş güzel yüze şöyle bir göz atıyor. “Sizin söylediğiniz anlamı taşıdığını kabul edelim, ama nasıl oluyor da bu insan hakkında yüzüne bakarak yargıya varıyorsunuz? Kim bir insanı bu kadar kısa sürede, yüzüne bakarak tanıyabilir?” diyor.

Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmaki herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara.

“Hoşçakalın..”

Jean Paul Sartre- La Nausea- Bulantı

1 Nisan 2009 Çarşamba

Kayıp Zamanın İzinde

Gerçeklik, meçhule götürür bizi sadece ve bu yolda pek fazla ilerlememiz mümkün değildir. en iyisi bilmemek, mümkün olduğunca az düşünmek, kıskançlığa en ufak bir somut ayrıntı sunmamaktır. ne yazık ki, dış dünya olmasa da iç dünyamız bazı olaylar çıkarır karşımıza; tek başıma düşüncelere daldığım zaman bulduğum bazı gerçekler, bazen bana gerçekliğin küçük parçalarını sunuyordu; bu küçük ayrıntılar, tıpkı birer mıknatıs gibi, meçhulün bir parçasını kendilerine çekerler ve o andan itibaren, meçhul bize acı vermeye başlar.
Bu tür ufak tefek ayrıntılar, normal olarak bizi çevreleyen havada sürekli olarak uçuşur, insanların çoğu bunları gün boyu soluduğu halde, ne sağlıkları bozulur ne de keyifleri kaçar, ama hastalığa eğimli gerçekliğe yakın bir insan için, yeni acılar yaratabilecek tehlikelerdir her biri

Marcel Proust- Kayıp Zamanın İzinde Cilt III (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde)

Burada bir yanlışlık var. Sartre, Bulantı




Ben de olmak istemiştim. Hattâ bundan başka bir şey istemedim. İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak anları yağlarından sıyırmak, bükmek, kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksofon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bu kıssa konusu bile olabilir. Şöyle anlatabiliriz: yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret şehirlerinin dünyasında varolup gidiyor ve ... bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu. İyice sersemlik ettikten sonra durumu kavradı: artık gözleri açılmıştı; bunda bir yanlışlık olduğunu anladı: ... ben bir budalayım diye düşündü. Tam bu sırada, varoluşun öbür yakasında, ancak uzaktan görülebilen ve yaklaşılamayan öteki dünyada ufak bir melodi dans etmeye, şarkı söylemeye başladı.

Söylüyor. İşte kurtulmuş iki kişi: Musevi ve Zenci kadın. — varoluş günahından temizlemişler kendilerini. ... Deneyemez miyim ben ... Bir müzik parçası söz konusu değil tabii... ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun: Başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, varolmuş olan bir şeyden söz eder, oysa, bir varolan bir başka varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz...

İnsanın böyle dünyalara bölünmesinin yapaylığı ve onun somut yaşamında bunun bir karşılığının bulunmadığı daha önce (incelememizde) gösterilmişti. Aynı şekilde, insanın kendine özgü etkinliklerinden birine indirgenmesi sonucunda onun yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğuna işaret edilmişti. Ancak, yine de, Roquentin'in güncesinde çağdaş insanın, «das Man» olarak yaşam üslûbunun göz önüne serilmiş olduğunu söylemek mümkündür. Çağdaş insan kendisini ve diğer kişileri belli bir bütünlüğü dan bir kişi olarak değil, toplumsal işlevine, bu işlev çerçevesinde edindiği role göre değerlendirir: «Ne olacak sanki? Herkesin hesabı ayrı: onun gözünde kahvesine gelen müşterilerinden farklı değilim ki». O bir meslek sahibi, bir koca, bir baba... vb. olarak «ötekiler» (les autres)'dir. Ötekiler, beklenmedik olaylar, «tatsız kazalar» meydana gelmedikçe kendilerini «her zaman evinde hisseder», «korkuları olmayan», yalnız olduklarını kendilerinden saklayan, dünyanın hangi yollarla yönetildiğini hep bilen, bunlardan hiç kuşku duymayan «Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri... bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar.

Bütün gün çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve alanlara neşeyle bakıyorlar bu şehrin kendi şehirleri olduğunu, bir 'güzel burjuva şehri' niteliği taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar: kendi yurtlarında olduklarım duyuyorlar. Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan "başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını: dünyanın belli ve değişmez kanunlara göre işlediğini günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtde kapanır: kurşun 335 derecede erir: son tramvay Hotel de Ville'den onbiri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlı kimselerdir. Yarın'ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü azbuçuk süslerler.... Yasalar yaparlar, bayağı romanlar yazarlar....

Sıcaktan gevşiyorlar, yüreklerinde, aynı hafif ve tatlı düş sürüp gidiyor. Tedirgin değiller, sarı duvarlara ve insanlara güvençle bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar

Sartre- Bulantı

31 Mart 2009 Salı

Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım, Tutunamayanlar, Oğuz Atay




Evet bu yüzden, yorgunluğumu anlatamıyorum kimseye Olric. Yakınmalarımda ince bir alay görüyorlar. Bu inceliği bana yakıştıranlar tabii cahil insanlar. Ötekilerle artık görüşmüyorum. Darıldım onlara. Onlar bu dargınlığımın farkında değil tabii. Kapıdan çıkıp gidince hemen unutuluyorum. Bir de benimle uğraşacak vakitleri yok. Çünkü uğraşmayadeğmiyorum. Ben de darıldım onlara işte. Yolda,onlardan birini görünce, sıkılarak gülümsüyorum. İçimden geçenleri saklamak istiyorum. Onların içinden ne geçtiğini anlayamıyorum; yüzlerinden belli olmaz ki duyguları. Bu nedenle,yüzlerini görmek içime sıkıntı veriyor. Sıkıntıma onlar sebep oldu sanki. Hepsi de sanki hiçbir şey olmamış gibi rahatça yürüyor yolda. Karşıdan karşıya emin adımlarla geçiyorlar. Günlük yaşayışlarını sürdürüyorlar. Galiba yalnız ben yoruldum. Ve bu yorgunluğumu yaşamak zorundayım.

Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimsede uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. Bana acımayın. Ben kötüyüm; sizlere karşı kötü duygular besledim içimden. Beceriksizliğimden uygulayamadım kötü düşüncelerimi. Sizleri kıskandım, küçük gördüm, bayağı buldum: bana yapılmasını istemediğim kötülükleri sizlere yapmak istedim. Fırsat bulunca da yaptım. Dün gece rüyamda biri beni öldürdü. İçimin boşaldığını hissettim. Ben de ne işkenceler düşünmüşümdür bana kötülük edenler için. Beni de öldürmelerini istiyorum artık. Çünkü, artık olduğum gibi kalmaya dayanamıyorum. Yalnız, beni öldürürseniz kötülüklerim gene gizli kalacak. Onları bir sır gibi mezara götüreceğim: gene aldatacağım sizleri. Gelin, hep birlikte,önce yaşarken öldürelim beni. Aklıma geldiği zaman bile ürperdiğim yaşantılarımı ortaya koyalım: didik didik edelim. Ondan sonra ölümün bir anlamı olur benim için. Sizinde işinize yarar: benim gibilerden sakınırsınız bundan sonra. Hayır işinize yaramaz. Ortalıkta dolaşmanızdan, pek zarar görmüş bir durumunuz sezilmiyor. Belki de gizli gizli zehirlemişimdir sizleri. Gelin, hep birlikte yapalım şu işi:acımasız, soğukkanlı. Çiğ çiğ yenen bir şeyin, ne bileyim mesela bir deniz böceğinin, tam ağzınıza attığınız sırada bağırdığını düşünün: insanda iştah kalır mı? Bu nedenle,becerebildiğim kadar tatlı davranmaya çalışacağım. Bu, benim de işime geliyor. Neden mi? Zamanla anlarsınız, bir başlayalım da.
Bu sabah uyandığım zaman, gecenin sıkıntısı göğsümden kalkmamıştı. Demek ölüm bu, diye düşünüyordum. Sabahları uyandığıma sevinemiyorum. Gecenin sıkıntısı, öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum.Öğleden sonra da akşamın hüznü çöküyor...

Oğuz Atay- Tutunamayanlar

Düşünmeyince kurtuluyorsunuz, Tutunamayanlar, Oğuz Atay




Oysa, yazılamayan ne acıklı olaylar vardı. Haber aldığımıza göre, iki çoçuk babası genç bir mühendis, son günlerde evinde kötü kötü düşünmektedir. Özellikle, karısı çocukları uyuturken karanlık düşüncelere dalan bu genç adam yuvasının geleceği hakkında planlar kurmadığı gibi...
Gazeteyi elinden bıraktı. Yanındaki sehpanın üzerindeki bir kutuya konulmuş olan pipolarından bir tane aldı: sigaranın zararlarını düşünen karısı ona değişik pipolar almıştı. Pipoyu yakmadan ağzına soktu. Onu Günseli’yle görmüşlerdi. Belki Aysel’lede görmüşlerdi. Onu görüyorlardı. Hiçbir şey yapmadan, aptalca bir düzen içinde yaşarken kimse görmüyordu. Sonra, alışılmışın dışında en küçük bir davranışını görüyorlardı. Nasıl görüyorlardı acaba? Sizi gördük, diyorlardı. Bütün gün sadece bakıyorlardı; sonra akşam evlerine dönünce rahat koltuklarına gömülüp kimleri gördüklerinin bir muhasebesini yapıyorlardı. Önce erkek, gördüklerini anlatıyordu ,sonra başkalarının görüp ona söylediklerini anlatıyordu, en sonunda da başkalarının daha başkalarından duyduklarını anlatıyordu. Sonra kadın başlıyordu: ona gelenlerin gördüklerini anlatıyordu. Anlatma bitince, yoruma geçiyorlardı. Birbirlerine, gördün mü? diyorlardı. Gördün mü? Peki neden ben kimseyi görmüyorum? Görmesini bilmek gerek; bakarak dolaşmalı. Parmağını havada sallayarak; görürsünüz, dedi; hepsine. Hepiniz görürsünüz. Ben size gösteririm. Yıllarca konuşur durursunuz artık. Rahat koltuğundan kalktı: rahatsız olmuştu. Düşünene bu koltukların faydası yok. Bir sandalyeye oturdu. Düşünceli görünüyorsunuz Turgut. Ne korkunç bir iftira. Beni mi düşünceli görüyorsunuz? Hiç âdetim değildir: düşünmem. Hayır, düşünceli görünüyorsunuz. Muhakkak bir sıkıntınız var. Demek yakalanmak için bir tuzak bu. Düşünceli görünüyorsunuz. Düşünmeyince kurtuluyorsunuz. Neyin var, düşünceli görünüyorsun. Bu sözden sakınmalı. Düşüncesiz de olma. O zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam derler. Düşünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. İşiniz de çalışırken düşünün. Ev satın alırken düşünün. Çocuklarınızın geleceğini düşünün. Yalnız, akşam evde otururken, durup dururken düşünmeyin. Arka odadan Sevgi’nin sesi geliyordu. Uyumuyor. Gidip bir görünmeli. Babalar çocuklarına, uyumadan görünürlerse çok etkili olur. Müşfik fakat kararlı bir sesle konuşulur. Nermin, seng örünmeyince bir türlü uyumuyorlar, diyor; babalık ve ailereisliği duygusunu okşuyor. Sen söyleyince başka oluyor.Seni görünce susuyorlar. Babaları olmadan uyumuyorlar. Görünüşte ne masum bir söz. Tercümesi: hiçbir akşam ve pazar, beni onlarla yalnız bırakma. İş yolculuklarını ne yapayım? Bırak başkaları gitsin. Şirkette adam mı yok?

Böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? Büyük vegüzel şeyleri demek istiyorum. Önce eşya engel oluyor,sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. Düşünmek için kendime bir daire tutsam. İçinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. Kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum. Odalardan hiçbirinin özel bir adı yok; hepsi de sadece oda. Bir odada, sandalyenin üstünde,düşünme elbiselerim duruyor. Üstümdekileri çıkarıp hemen bir dolaba kaldırıyorum ve dolabın kapağını hemen kapatıyorum. Ne dolabı olduğu belli değil; dolap işte, herşey konabilir içine. Her şey, düşünmeyle ilgisine göre adlandırılıyor, her şey düşünmeye yaradığı oranda önemli. Orada ne düşüneceğim? Kim bilir? Oraya gitmeden belli olmaz. Ne düşüneceğimi düşünürüm. Sonra oturur yazarım. Yazmak mı? Bu kelimeden ürktü birden. Ne demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç. Fakat Selim yazdı. Adres defterindeki düzgün yazısına hiç benzemeyen bir yazıyla karanlık satırlar doldurdu.

Oğuz Atay- Tutunamayanlar

28 Mart 2009 Cumartesi

Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle karar verildi., Tutunamayanlar, Oğuz Atay




Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen,değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar,yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler,yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her za-man döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarlaaralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımızaoturacaklar.
Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz.Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil.
Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman,bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın,onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık;
yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle,hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken bir takım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize,sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybir-liğiyle karar verildi.

OĞUZ ATAY- Tutunamayanlar

12 Mart 2009 Perşembe

Masumiyet Müzesi




Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum…

“geri dönerken mutluluğun sahile vuran dev bir dalga gibi ağır çekimle içimde büyüdüğünü,bütün geleceğime bir zafer duygusuyla vurmak üzere olduğunu derinden hissettim....katıksız mutluluğun bu dünyada ancak bir başkasına sarılarak ve şimdi elde edileceğine kesinlikle inanmasaydım,hayatımın en mutlu anı olarak işte bu anı göstermek isterdim.”

“mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca.”

"her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. nasıl izah edeceğiz bunu?"

"aşk nedir?"
"neymiş?"
"aşk, füsun'un karayolları, kaldırımlar, evler, bahçeler ve odalarda gezinirken ve çay bahçelerinde, lokantalarda ve akşam yemeği sofrasında otururken, ona bakan kemal'in duyduğu bağlılık duygusuna verilen addır."
"hmmm... güzel cevap" derdi füsun. "beni görmediğin zaman aşk olmuyor mu?"
"o zaman fena bir takıntı, bir hastalık oluyor"


"füsun'un hemen arkasından ben de kendimi denize attım. aklımın tuhaf bir yanı denizde ona canavarların, kötü yaratıkların saldırdığını söylüyordu. ona yetişmeli, denizin karanlığında onu korumalıydım. çırpıntılı sularda onu arayarak aşırı bir mutluluk çılgınlığıyla ve o mutluluğu kaybetme telaşıyla bütün gücümle yüzdüğümü, bir an telaştan boğulacak gibi olduğumu hatırlıyorum. füsun, boğaz akıntısına kapılıp gitmişti! o an ben de onunla ölmek istedim."

"...onun istanbul'da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri okuyup benim seyrettiğim televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç görememek beni çok üzüyordu..."

Geçen zaman, hatıralarımı zayıflatmıyor, çektiğim acıyı daha dayanılır kılmıyordu. Her güne ertesi günün daha iyi olacağını, onu birazcık olsun unutmuş olacağımı umarak başlıyor, ama ertesi gün karnımdaki ağrının hiç değişmediğini, acının sürekli yanan kuvvetli bir kara lamba gibi içimi karartmaya devam ettiğini hissediyordum. Onu birazcık daha az düşünebilmeyi, zamanla onu unutabil-meyi başardığıma inanabilmeyi ne de çok isterdim! Onu düşünmediğim dakika artık çok azdı, daha doğrusu hiç yoktu. Belki bazı geçici anlar vardı, o kadar. Bu "mutlu" anlar da çok kısa sürüyor, bir-iki saniyelik bir unutma süresinden sonra, kara lamba tıpkı bir apartmanın kendiliğinden sönen otomatiği gibi kendiliğinden yanıp karnımı, genzimi, ciğerlerimi zehirliyor, nefes alış verişlerimi bozuyor, varolmayı sürekli gayret gerektiren bir zorluğa çeviriyordu…

---

Füsun ile yan yana oturmanın zevkiyle halka halka perdedeki filme, sinemadaki kalabalığa yayılan geçici mutluluğum, bir kıskançlık rüzgârıyla bütün âlemi lanetleyen kapkara bir kasvete hemen dönüşebilirdi. Ama bazan da, sihirli bir anda bütün dünyam ışıl ısıl aydınlanırdı. İkide bir kör olan kahramanların sefil dünyasının karanlığı ruhuma iyice sinmişken, bir an kolum kolunun kadife tenine değer, bu çarpışmanın verdiği harika tadı kaybetmemek için, kolumu hiç kıpırdatmaz, filmi anlamadan seyrederken onun da kolunu hiç kıpırdatmadan tenini benim tenimin dokunuşuna bıraktığını hisseder, mutluluktan bayılacağımı sanırdım. Yaz sonunda Arnavutköy Çampark Sinemasında şımarık bir zengin kızıyla, onu yola getiren şoförünün maceralarını Küçük Hanımefendi filminde izlerken, kollarımız gene birbirine böyle değip yapıştı ve teninin alevi benim tenimi alevlendirince, gövdem hiç beklenmedik bir tepki verdi. Bu sure vücudumun edepsizliğine hiç aldırmadan onun tenine değmenin baş döndürücü anlarına kendimi bırakmıştım ki, birden ışıklar \ andı ve beş dakikalık ara başladı. Utanç verici heyecanımı gizlemek için, lacivert kazağımı kucağıma koydum.
"Gazoz alalım mı?" dedi Füsun. Film aralarında gazoz, çekirdek almaya çoğu zaman kocasıyla giderdi.
"Olur ama bir dakikacık bekle," dedim. "Bir şey düşünüyorum."
vucudumun bu edepsizliğini lise yıllarında sınıf arkadaşlarımdan gizlemek için yaptığım gibi, anneannemin ölümünü düşündüm, çocukluğumun gerçek ve hayali cenaze törenlerini, babamın beni azarlamasını, kendi cenazemi, mezarımın karanlık olacağını ve gözümün toprakla dolacağını hızla gözlerimin önünden geçirdim.
Yarım dakika sonra, ayağa kalkabilecek gibi olunca "Tamam," dedim, "gidelim."

---

Hiçbir şey olmamış gibi yapabilmek için, sıradan şeyler düşünmeye bütün gücümle kendimi zorladım. Tıpkı çocukluğumda ve ilk gençliğimde sıkıntıdan patlayarak metafizik düşüncelere kapıldığım zamanlarda olduğu gibi, kendime şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum: "Ne düşünüyorum şimdi ben? Ne düşündüğümü düşünüyorum!" Bu kelimeleri kafamda uzun uzun tekrarladıktan sonra kararlı bir şekilde Füsuna döndüm, "Boşları geri istiyorlarmış," dedim ve elindeki boş ga-zoz şişesini alıp kalkıp götürdüm. Öbür elimde kendi şişem vardı. İçindeki gazoz bitmemişti. Kimse bakmıyordu, benim şişemdeki gazozu Füsunun boş şişesine doldurdum, kendi boş şişemi gazoz satan çocuklara geri verdim. Elimde burada müzede sergilediğim Füsunun şişesi, geri dönüp oturdum.
Füsun kocasıyla konuşuyordu, fark etmemişlerdi. Ben de sonuna kadar perdedeki filmi hiç fark etmedim. Çünkü az önce Füsunun dudaklarına değen şişe, şimdi benim titreyen ellerimdeydi. Başka bir şey düşünmek istemiyor, kendi dünyama, kendi eşyalarıma dönmek istiyordum. Bu şişe yıllarca, Merhamet Apartmanı ndaki yatağın başucunda dikkatle korunmuştur…

---

Keskinlere gidip sofralarına oturduğum sekiz yılda, Füsunun 4213 adet sigara izmaritini saklayıp biriktirdim. Bir ucu Füsunun gül dudaklarına değen, ağzının içine giren, kimi zaman filtresine dokunarak anladığım gibi diline değen, ıslanan ve çoğu zaman da dudaklarına sürdüğü ruj ile hoş bir kırmızıya boyanan bu izmaritlerin her biri; derin acıların, mutlu anların hatıralarını taşıyan çok özel, mahrem eşyalardır. Bazan sinirli bir hareketle sigarasını küllüğe bastırırdı. Bazan bu bir sinirlenme hareketi değil, bir sabırsızlık jesti olurdu. Sigarayı küllüğe bir çeşit öfkeyle bastırdığını da çok görmüştüm ve bundan huzursuz olurdum. Kimi günler, çok küçük ısrarlı hareketlerle, sigarayı küllüğün tabanına vura vura söndürüldü. Bazan da kimse bakmazken bir yılanın başını usulca eziyormuş gibi sigarayı küllüğe büyük bir güçle ve ağır ağır bastırırdı. O zaman hayattaki bütün öfkesini izmaritten çıkardığını düşünürdüm. Televizyonu seyrederken, sofradaki sohbeti dinlerken,sigarayı küllüğe, o yöne hiç bakmadan dalgın dalgın bastırdığı da olurdu. Eline kaşığı ya da büyük bir sürahiyi almadan önce, elini boşaltmak için aceleyle bir hamlede söndürdüğünü de çok gördüm.Bazan neşeli, mutlu olduğu zamanlarda, canını acıtmadan bir hayvanı öldürür gibi, sigarayı bir hamlede işaret parmağının ucuyla küllüğe hafifçe bastırarak söndürürdü. Mutfakta iş görürken, tıpkı Nesibe Hala gibi ağzındaki sigarayı musluktan akan suya bir an değdirip sonra çöpe atardı.
Bütün bu değişik yöntemler ve daha niceleri, Füsunun elinden çıkan izmaritlerin her birine özel bir biçim, bir ruh verirdi. Onları Merhamet Apartmanında cebimden çıkarır, dikkatle inceler, her birini ayrı bir şeye; mesela boynu, başı ezilmiş, kamburu çıkmış, haksızlığa uğramış kara yüzlü küçük insancıklara ya da tuhaf korkutucu soru işaretlerine benzetirdim. Bazan izmaritleri Şehir Hatları gemilerinin bacalarına, deniz böceklerine benzetirdim. Bazan da onları beni uyaran ünlem işaretleri, gelecekteki bir tehlikenin ilk belirtileri, pis kokulu çöpler ya da Füsun'un ruhunu ifade eden birşeyler, hatta bu ruhun parçası olarakgörür, filtrelerinin ucundaki ruj izini de hafifçe tadarak hayat hakkında,Füsun hakkında derin düşüncelere dalardım. Müzemi gezen okurlar, bu sekiz yılda biriktirdiğim 4213 izmaritin her birinin altında onu hangi tarihte aldığıma ilişkin nota bakıp vitrinleri lüzumsuz bilgilerle donattığımı düşünmesin: Her sigara izmaritinin biçimi, Füsun'un onu söndürürken hissettiği yoğun bir duygunun dışavurumudur. Mesela, Peri Sineması'nda Kırık Hayatların çekimine başlanan 17 Mayıs 1981 günü Füsun'un küllüğünden aldığım bu üç izmarit de, içe doğru sertçe kıvrılmış içine kapanık halleriyle yalnız o berbat ayların değil, Füsun'un o günkü sessizliğini, konudan uzak duruşunu, hiçbir şey yokmuş gibi davranışını hatırlatır bana. Düzgün görünüşlü başka bazı izmaritlerin üzerindeki lekelerin sıcak bir yaz akşamı Füsun un yediği vişneli dondurmadan bulaştığını hatırlıyorum. Yaz akşamları üç tekerlekli el arabasıyla Tophane ve Çukurcumanın parke taşı kaplı sokaklarında "Gayymak!" diye bağırarak ve elindeki çanı sallayarak ağır ağır dolaşan dondurmacı Kamil Efendi, kışlan da gene aynı arabayla helva satardı. Bir keresinde Füsun bana Kamil Efendi'nin bu el arabasını, çocukluğunda kendi bisikletini götürdüğü bisikletçi Beşir'e tamir ettirdiğini anlatmıştı. Sıcak yaz akşamlarında, patlıcan kızartma ve yoğurt yediğimizi, Füsun ile birlikte açık pencereden dışarıya bakışımızı başka 4213 izmarit bir-iki sigaraya ve altlarındaki tarihe bakarken hatırlıyorum. Böyle zamanlarda Füsun eline küçük bir küllük alır ve diğer elindeki Samsun sigarasının külünü sık sık o küllüğe silkerdi. O zaman onun şık bir partiye gitmiş bir kadın olduğunu hayal ederdim. Ya da Füsun benimle pencerenin önünde sohbet ederken böyle birini taklit ederdi. İstesebenim gibi, bütün Türk erkekleri gibi, sigaranın külünü pencereden aşağıya silkebilir, sigarayı pencerenin kenarına bastırıp aşağı atabilir, dahası yanan sigaraya fiske vurur gibi bir parmak hareketiyle fırlatıpuçurur, karanlığın içinde döne döne düşüşünü seyredebilirdi. Amahayır. Füsun herkesin yaptığı bu sigara jestlerinin hiçbirini yapmaz,inceliği ve kibarlığı ile bana da örnek olurdu. Uzaktan bakan biri, bizi kaçgöçün olmadığı bir Batı ülkesinde, bir partide, birbirlerini tanımak için sakin bir köşeye çekilmiş, kibar kibar konuşan bir çift sanabilirdi. Açık pencereden dışarı bakarken, hiç göz göze gelmeden, az önce televizyonda seyrettiğimiz filmin sonundan, yaz sıcağının ağırlığından, sokakta saklambaç oynayan çocuklardan gülüşerek bahsederdik. Derken Boğaz yönünden hafif bir rüzgâr eser ve denizin yosun kokusu ve hanımellerinin bayıltıcı kokusuyla birlikte, bana Füsunun saçlarının ve teninin kokusunu, sonra da bu sigaranın dumanının hoş kokusunu taşırdı..

---

Füsun'a en yakın olan, bütün sırlarını bilen ve bence Kemal'i de en iyi anlayan kişi olan Ceyda ile, beni ölümünden altı ay önce zaten Kemal tanıştırmıştı. Ceyda Hanım, Füsun'un, Kemal Bey'in hiç görmediği bir fotoğrafını geçen gün bulduğunu söyledi. Bu hepimizi heyecanlandırdı. Fotoğraf 1973 Milliyet Güzellik Yarışmasının final gecesinde, kuliste Hakan Serinkan, sahnede soracağı kültür sorularını Füsun'a fısıldarken çekilmişti.
"Ne yazık ki ikimiz de dereceye giremedik Orhan Bey, ama hakiki liseli kızlar gibi o gece Füsun ile gözlerimizden yaşlar akıncaya kadar güldük," dedi Ceyda. "Füsun'un bu fotoğrafı işte tam o sırada çekildi." Bir hamlede çıkarıp ahşap sehpanın üzerine koyduğu solgun fotoğrafa bakar bakmaz, Kemal Bey'in suratı kül gibi beyaz oldu ve uzun bir sessizliğe gömüldü.
Ceyda'nın kocası güzellik yarışması hikâyesinden hiç hoşlanmadığı için, Füsun'un eski fotoğrafına orada daha fazla bakamadık. Ama her zamanki gibi çok anlayışlı olan Ceyda, gecenin sonunda fotoğrafı Kemal Bey'e hediye etti.
Ceyda'nın Maçka'daki evinden çıkınca, Kemal Bey'le Nişantaşı'na doğru gecenin sessizliğinde yürüdük. "Ben bu akşam müzede değil, annemle Teşvikiye'de kalacağım."
Ama Pamuk Apartmanı'ndan beş bina önce, Merhamet Apartmanının önüne gelince durdu ve gülümsedi.
"Romanınızı sonuna kadar okudum," dedi. "Ben siyaseti sevmem. Bu yüzden, kusura bakmayın ama biraz zorlandım. Ama sonunu sevdim. Ben de oradaki kahraman gibi, romanın sonunda okuyucuyla doğrudan konuşmak isterim. Böyle bir hakkım var mı? Kitabınız ne zaman bitiyor?"
"Sizin müzeden sonra," dedim. Bu artık aramızda ortak bir şaka olmuştu. "Okura son sözünüz nedir?"
"Ben, o kahraman gibi, okurların bizleri uzaktan anlayamayacağını söylemeyeceğim. Tam tersi müzemizi gezenler, kitabınızı okuyanlar bizi anlayacaklardır. Ama başka bir sözüm var."

Bunu der demez, cebinden Füsun'un fotoğrafım çıkardı ve Merhamet Apartmanı'nın önündeki sokak lambasından gelen solgun ışığın altında, Füsun'a aşkla baktı. Ben de yanma geçtim.
"Güzel değil mi?" dedi tıpkı otuz küsur yıl önce babasının kendisine dediği gibi.
İki erkek, Füsun'un üzerine 9 numara işlenmiş siyah mayolu fotoğrafına, bal rengi kollarına, hiç de neşeli olmayan, tam tersi hüzünlü yüzüne, harika vücuduna ve fotoğrafın çekilişinden tam otuz dört yıl sonra bile bizi çarpan yüz ifadesindeki insani yoğunluğa, ruhsallığa hayretle, aşkla, saygıyla baktık.
"Bu fotoğrafı müzeye koyun Kemal Bey, lütfen," dedim.
"Kitaptaki son sözüm şudur Orhan Bey, lütfen unutmayın..."
"Unutmam."

Füsun'un fotoğrafını aşkla öptü ve ceketinin göğüs cebine yerleştirdi. Sonra bana zaferle gülümsedi. "Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım."


20 Şubat 2009 Cuma

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan



Ankara treni geçtikten yarım saat sonra dış kapıyı demirleyip kilitledi. Gecikme üç saat değil iki saattı. Salonun ışıklarını söndürdü; odaya girdi. Salı gecesi menteşeleri yağlamıştı. Dün gece çok az kalmıştı odada; havluya yaklaşırken dönüp çıkmıştı. Yürüdü; yatağın yanında başucu masasının önünde durdu. O gece şuracıkta yatağın kıyısında oturuyordu kadın: kara kazağı, iri yuvarlaklı gümüş kolyesi. Bakmıştı. Tepside çaydanlık, süzgü, çay bardağı; tabakta beş şeker. Altı şeker koymuştu. Eksik şeker kadının tek şekerle bir bardak çay içtiğine kesin bir kanıt mıydı? Ya ikiye bölüp yarımşar şekerle iki bardak çay içtiyse? Şekeri ağzına alıp üç bardak bile içebilirdi. Elini uzatırken çekti; ama kadının çayı nasıl içtiğini bilmesi gerekiyordu. Eğilip çaydanlığın kapağını kaldırdı. Yarısından çoğu doluydu; bir bardak içmişti. Kapağı yerine bıraktı.Çay bardağını aldı, ışığa tutup elinde çevirdi: Bardağın kıyısında kadının dudaklarının değdiği yer belli belirsiz lekeliydi. Bir leke daha vardı ama küçüktü; parmağın iziydi belki. Yukarı odada bir gıcırtı oldu. Yüzü ışığa dönük bir süre bardağa baktı. Dibinde bir yudumluk kararmış çay artığı vardı. Bardağı ağzına götürürken gözlerini kapadı; durgun, bayat çayın kokusunu duydu; kadının dudaklarının izi sandığı yeri öptü. Birden bir gürültü oldu yukarıda, tavan çatırdadı. Sıçradı, bardak elinden yere düşüp parçalandı. Gözleri açık, kılları diken dikendi. Emekli Subay yataktan düşmüş olacaktı. Karyola demirini tuttu; yutkundu. Yukarı odadan su sesi, sonra bir gıcırtı geldi; adam yeniden yatmıştı demek. Yüreğinin çarpıntısı yavaşlıyordu. Demiri bırakıp bir adım geri çekildi; yerdeki bardak kırıklarına baktı. Oda bozulmuştu; kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.

Ferdydurke, Witold Gombrowicz



Ayrıca, günümüzde pek moda olan üçyüz, dört yüz adet küçük şiir kitabı yığın halinde çekmecenin dibindeydi. Bizim liseli kız, itiraf etmek gerek, bunları okumadığı gibi sayfalarını bile açmamıştı. Kitaplar ithaflarla bezenmişlerdi; bu ithaflarda ölçülü, dürüst, nesnel ve içtenlikli bir tonla, kızın şiirleri okuması ısrarla isteniyor, kız bunları okumaya zorlanıyor; kısa, özlü ve özentili terimlerle, okumadığı takdirde yerileceği; okursa, tersine, övüleceği bildiriliyordu; yine, okumadığı takdirde, aydınlar toplumundan atılmakla korkutuluyor; ozanın yalnızlığı, ozanın emeği, ozanın özel görevi, ozanın rolü, ozanın acısı, ozanın yürekliliği, ozanın yeteneği, ozanın ruhu dayanak olarak gösterilip okuması rica ediliyordu.

Ama işin en tuhaf yanı, bu kitaplarda da baldırlardan söz edilmemesiydi. Daha da tuhafı, bunların adlarında bile baldır sözcüğü hiç geçmiyordu. Adları yalnızca şöyleydi: Soluk Şafaklar ve Sökmek Üzere Olan Şafaklar; Yeni Tanyeri ve Tanyeri Yeni; Savaş Çağı ve Çağın Savaşı; Cansıkıcı Çağ ve Genç Çağ; Uyanık Gençlik ve Gençlik Uyanık; Savaşçı Gençlik ve Yürüyen Gençlik; Ayakta Gençlik ve Merhaba Gençler; Gençliğin Acısı ve Gençliğin Gözleri ve Gençliğin Dudakları; Yeni İlkyaz ve Benim İlkyazım; İlkyaz ve Ben; İlkyaz Kasırgası ve Makinelitüfek Ateşi; Kılıçlar ve Semaforlar, Antenler, Pervaneler ve Öpücüğüm, Okşayışım, Bitkinliklerim; Gözlerim ve Dudaklarım (baldırlardan hiç söz yok). Tümü şiir biçimindeydi; sanatsal yarım uyaklı ya da yarım uyaksızdı; cesurca eğretilemeler içeriyordu ya da kulağa oldukça hoş gelen bir dille yazılmışlardı... Ama neredeyse baldır sözü yoktu; çok az, normalden daha az geçiyordu. Yazarlar ustalıkla, beceriklilikle Güzellik, Sanatın Yetkinliği, Yapıtların İç Mantığı, Derneklerin Kaçınılmaz Gerekliliği ya da Sınıf Bilinci, Savaşım, Güzel Yarınlar gibi bu tür objektif ve baldır karşıtı ögelerin arkasına sığınmışlardı. Ne var ki çok açık seçikti bu şiirler; karışık, güç ve kesinlikle yararsız sanat anlayışları içinde bir tür şifreli mesaj oluşturuyorlardı ve bu zayıf nahif, küçük hayalcileri bu kadar garip, anlaşılmaz şeyler yazmaya iten güçlü bir neden vardı. İyice düşünüp taşındıktan sonra aşağıdaki kıtayı anlaşılır bir dile çevirmeyi başardım:

ŞİİR

Ufuklar şişeler gibi patlıyor
Yeşil bir leke bulutların altında kabarıyor
Çamların gölgesine geri dönüp-
oradan
o doymaz ağzımla
günlük ilkyazımı içime çekiyorum.

BENİM ÇEVİRİM

Baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar,
Baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar
Baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar,
baldır
baldır, baldır, baldır
baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Sören Kiekergard




O anı öpücüklerle, sarılmalarla, olgunlaşmamış beklentilerle (bunun için bana teşekkür borçlusun) berbat etmedik cordelia'cığım. ben tersini yapmaya çalışıyorum, daha derin bir yara açmak için geriyorum aşk yayını. bir okçu gibi, yayın telini gevşetiyor, sonra yine geriyorum, şarkısını dinliyorum - marşımdır o benim- ama nişan almıyorum henüz, oku yaya takmadım bile daha.
...
Ruhum gerilmiş bir yay gibi ayarlı,düşüncelerim oklar gibi hazır duruyor kılıfta ama kana karıştırabilecekleri zehir yok uçlarında.
...
O farkında olmadığı sürece kendimle çelişkiye düşmekten korkmam ve istediğim şeyi başarırım. bırakın akademik müzakereciler övünsün hiçbir çelişkiye düşmemekle; bir genç kızın yaşamı, çelişkilerden uzak kalmayacak kadar çok zengindir, bu da çelişkiyi gerekli kılar.
...
Erkek gücü üzerine bulanık bir tül gibi aldatıcı şekilde gelen bir hüzün, erkek erotizminin bir parçasıdır. kadında buna denk düşen nitelik ise bir tür melankolidir.
...
Parmağımı varoluşa batırıyorum — hiçbirşey kokmuyor. neredeyim? dünya denilen bu şey nedir? beni buraya kandıran ve şimdi burada bırakan kimdir? dünyaya nasıl geldim? niçin bana danışılmadı?'
...
Mükemmel aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir.
...
İnsanda iyi olan ne varsa acı ondan doğmuştur.
...
Eğer yasaklamanın arzuyu uyandırdığı düsünülurse; birey görmezden gelme yerine bilgiye ulaşabilir, bu durumda adem özgürlüğün bilgisine sahip olmalıydı, çünkü arzusu onu kullanmak uzerineydi. Yasaklama onda endişe (anxiety) yaratıyor; çünkü aynı yasaklama kişinin özgür seçimindeki olasılıkları göz önüne getiriyor. Hiçbir şeye sahip olmamaktan doğan masumiyetteki endişe yerini başka bir endişeye bırakıyor: Herhangi bir şeyi yapabilme endişesi. Ne yapabileceğine dair hiçbir fikri yok çünkü…

Endişe baş dönmesiyle birlikte değerlendirilebilir. Büyük bir boşluğa bakmak zorunda kalan bireyin başı döner… Onun endişesi özgürlüğün baş dönmesidir… İşte tam o anda herşey kendini değişime bırakır, ve özgürlük yeniden ayağa kalktığında kendi suçluluğunun farkına varır. İşte bu iki moment arasında büyük bir uçurum vardır; öyle ki bu uçurumu hiçbir bilim açıklayamadı ve hiçbir bilim açıklayamayacak…

Bir kişi bir yandan hatırlaması gereken bir şey olmasını umut eder sürekli... diğer yandan umut etmesi gereken bir şeyi getirir aklına hep.... sonuç olarak umduğu şey geçmişte kalır, hatırladığı şey ise gelecektedir... bu kişi daima hedefine hem çok yakındır, hem de uzak; o anda onu mutsuz eden şeyin ne olduğunu fark eder, çünkü o an o şeye sahiptir, diğer bir deyişle, bu kişi böyle bir mizaca sahip olduğu için, birkaç sene önce buna sahip olmuş olsaydı, bu kesinlikle onu mutlu edecek bir şey olacaktı, ancak o zamanlar da buna sahip olmadığı için mutsuzdu.

Ruhum öyle ağır ki hiçbir düşünce artık onu yükseltemez ne de kanat vuruşlarım onu sonsuzluğun içine çekemez. herhangi bir şey onu kımıldatmazsa sadece yeryüzünde kalır, fırtınadan önce alçakta uçan bir kuş gibi. ezicilik ve kaygı iç dünyamın üzerine çöküyor.

15 Şubat 2009 Pazar

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


Hey yarabbi, şu tabiat kanunlarından , iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? ya herhangi bir sebeple bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden hoşlanmıyorsam? şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim. ama karşımda bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.
*
Siz insanların çıkarlarının yalnızca doğal, olumlu konularla ilgili bulunduğunu,yani refahın insan çıkarlarıyla ilgili olduğunu niçin bu kadar kesinlikle düşünüyorsunuz?İnsan aklının çıkarlarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu hiç?Belki de insan yalnızca refahtan değil,acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor.Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir.İnsanın yeri geldiğinde acıyı,tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir.Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok,yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter.Benim kişisel düşünceme göre,yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır.İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor.Bu açıdan,ben ne yalnız başına refahı,ne de yalnız başına acıyı yeğlerim.Ben kişisel kaprisimden,onu istediğim anda tatmin edebilme olanağımın olmasından yanayım.Komedilerde acının yerinin olmadığını biliyorum.Acı,camdan saraylara ise tümüyle yabancıdır.Acı,kuşku demektir,yadsıma demektir.İçimizde kuşku uyandıran bir camdan sarayı düşünemeyiz bile.Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden,çevresinde bir kargaşa yaratmak,yok etmek,dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz.Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...