16 Mayıs 2018 Çarşamba

Karanlığın Sol Eli- Ursula K. Le Guin

İnsanları biliyorum, şehirleri, çiftlikleri, tepeleri, nehirleri ve kayalıkları biliyorum, tepelerdeki bir otlağın bir kenarında güz sonu güneşin nasıl battığını biliyorum; ama bütün bunları bir sınıra bağlamanın, ona bir ad takıp bu adı taşımayan yerleri sevmemenin ne anlamı olabilir? 
Ülkesini sevmek nedir; başka ülkeleri sevmemek mi? Öyleyse iyi bir şey değil bu. Yoksa sadece kendini sevmekten mi ibaret? O zaman iyi bir şey olabilir; ama bunu bir erdem, bir meslek haline getirmemek gerek… 
Hayatı sevdiğim gibi Estre Beyliği’nin tepelerini de seviyorum, ama böyle bir sevginin nefretten oluşan bir sınır hattı olamaz.

15 Nisan 2015 Çarşamba

Cemile - Cengiz Aytmatov

"Bilmediğim zamanlardan beri seni sevmiş, seni beklemişim ben..."


"Sanki havada asılı kalmış türkünün son melodisini de dinlemek istercesine başını omzuna eğmiş öylece oturuyordu. Danyar uzaklaşıp gidince ikimiz de köye varıncaya kadar ağzımızı açıp tek bir kelime dahi etmedik. Hem konuşacak bir şey de yoktu! Zaten kelimeler her zaman, her şeyi anlatmaya yetmezdi…"



"Ansızın çakıveren düşüncelerdi bunlar gelip geçerlerdi, en büyük mutluluğum, Cemile'nin çocuk dudakları gibi aralanmış yumuşacık dudaklarını, gözyaşlarıyla buğulanmış gözlerini seyretmekti. Ne güzeldi; yüzü bir esin, bir tutku kaynağıydı! duyuyordum bunu, ama tam anlayamıyordum. Şimdi bile kendi kendime sorarım, bir esin kaynağı mıdır aşk: şairlerin, ressamların yabancısı olmadığı bir esin kaynağı mıdır? Cemile'ye baktıkça, bozkıra çıkmak gelirdi içimden; çıkıp yere göğe seslenmek, bağırmak, içimdeki o garip tedirginliği, o garip mutluluğu alt etmek için ne yapmam gerektiğini sormak gelirdi. Galiba bir gün bunun cevabını buldum..."



"İlgisiz bir insan, aşık olmayan bir insan, sesi ne kadar güzel olursa olsun, böyle şarkı, böyle türkü söyleyemez..."

21 Ocak 2015 Çarşamba

Kafamda Bir Tuhaflık-Orhan Pamuk


“Kafamda bir tuhaflık var," dedi Mevlüt. "Ne yapsam bu alemde yapayalnız hissediyorum kendimi." 
"Ben yanındayken bir daha asla öyle hissetmeyeceksin," dedi Rayiha anaç bir tavırla. Mevlüt, çayhanenin camlarında yansıyan Rayiha'nın hayalinin kendisine şefkatle sokulduğunu görüp bu anı hiç unutamayacağını anladı. 
"Ben bu alemde en çok Rayiha'yı sevdim", dedi Mevlüt kendi kendine...

27 Mart 2013 Çarşamba

Zorba- Nikos Kazancakis

Bana öyle geldi ki Girit’in bu kesimi güzel bir nesir parçasına benzemekteydi: İyi işlenmiş, az konuşan, aşırı zenginlikten kurtulmuş; sağlam ve tutumlu. Lezzetini en basit araçlar sunmaktaydı. Oynamıyor, hiçbir gösterişe kapılmıyor, nutuk çekmiyor; ne söylemek istiyorsa erkekçe bir ağırbaşlılıkla söylüyordu. Ama Girit’in bu kesiminin haşin çizgileri arasında umulmadık bir duyarlılık ve şefkat da duyulmaktaydı.; rüzgârsız köşelerde limon ve portakal ağaçları kokularını saçıyor, ötede ise, geçit vermez denizden tükenmez bir şiir taşıyordu.

Böyle anlarda kadının bütün kapıları açıktır, nöbetçiler uyumuştur ve iyi bir söz, altının ve aşkın büyük gücüne sahiptir.

‘Bana yediğin yemeği ne yaptığını söyle, sana kim olduğunu söyleyim,’ dedi. ‘Bazıları, yediklerini içyağı ile gübreye, bazıları iş ve keyfe ve duyduğuma göre bazıları da Tanrı’ya dönüştürürmüş. Şu halde, insanlar üç türlüdür: Ben patron, bunların en kötülerinden değilim ama, en iyilerinden de değilim; ortadayım. Yediğim yemeği iş ve keyfe dönüştürürüm. Yine iyi!’

Konfüçyüs der ki: ‘Pek çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır.’ Doğru. Yani, ne kadar insan boyu varsa, o kadar da mutluluk vardır. Benim şimdiki mutluluğum budur, ey sevgili öğrencim ve öğretmenim; şimdi boyumun ne olduğunu ölçmek için onu yeniden yeniden ölçüyürom. Çünkü, iyi bilirsin ki, insanın boyu hap aynı kalmaz.

İyi bir öğretmen şundan daha belirli bir armağan istemez: Kendinden üstün öğrencisi olmak.

27 Mart 2012 Salı

Martin Eden - Jack London

Seni budala! Yazmak istedin ve yazmayı denedin, oysa yazacak hiçbir şeyin yoktu. Ne vardı kafanda? Bazı çocukça yaklaşımlar, olgunlaşmamış hisler, hazmedilmemiş bir sürü güzellik, kapkara bir cahillik yığını, patlayacak kadar aşkla dolmuş bir yürek, aşkın kadar büyük ve cehaletin kadar yararsız bir tutku. Yine de yazmak istedin! Oysa, yazacak bir şeyler bulmanın eşiğindesin daha. Güzellikler yaratmak istedin ama, güzelliğin doğası hakkında hiçbir şey bilmezken bu nasıl olacaktı? Yaşamın temel niteliklerini bilmezken, yaşam hakkında yazmaya kalktın. Dünya ve varoluşun düzeni hakkında yazmak istedin, oysa senin için dünya bir Çin bilmecesinden farksızdı ve bilgisizliğini kâğıda dökebilirdin ancak. Ama neşelen Martin, evladım. Yazmayı başaracaksın. Bir şeyler öğrendin, az bir şeyler; daha fazlasını öğrenme yolunun başındasın. Bir gün, şanslıysan eğer, bilinecek her şeyi öğrenmeye çok yaklaşacaksın. O zaman yazabilirsin. 

Basılan onca şeyin ne kadar ölü olduğuna şaştı. Bu yazılara hiç ışık, hayat ve renk değmemişti. Hiçbir canlılık yoktu yazılarda. Yine de satın alınmışlardı; gazete kupüründe söylendiğine göre, kelimesi iki sent, bin kelimesi yirmi dolara. Sayısız kısa hikâye bulunması çok garip geldi ona; kolay okunan ve iyi kurulmuş hikayelerdi ama, hiç de canlı ve gerçekçi değillerdi. Hayat çok tuhaf ve şahaneyken; bir sürü sorun, hayaller ve kahramanca çabalarla doluyken, bu hikâyeler sadece sıradan olayları konu alıyordu. Martin hayatın gerilim ve zorluklarını, ateş ve terini, vahşi başkaldırılarını duyumsamıştı; asıl bunlar hakkında yazmak lazımdı! Kırık umutlar peşinde koşan liderleri, çılgın âşıkları; gerilim ve zorluklar altında, dehşetin ve trajedilerin ortasında savaşarak, çabalarının gücüyle dünyayı sarsan devleri onurlandırmak istiyordu. Oysa dergilerdeki kısa hikâyeler sadece Mr. Butler’ları, sefil dolar avcılarını, sıradan erkek ve kadınların küçük aşk maceralarını onurlandırmanın peşindeydi sanki. Acaba, dergilerin editörleri sıradan insanlar olduğu için mi böyleydi? Bu yazarlar, editörler ve okurlar hayattan korkuyor muydu?

Cennetteki azizler ancak güzel ve temiz olabilirlerdi elbette. Ama ya çamur içindeki azizler? Bitmek bilmez harikalar onlardaydı işte. Hayatı yaşanmaya değer kılan şey buradaydı: Düşkünlüğün lağım çukurundan yükselen büyük ahlaki değerleri görmek; üzerinden çamur damlayan gözlerle ayağa kalkıp, uzaklardaki solgun güzelliğe bakmak; zayıflık, güçsüzlük, kokuşmuşluk ve hoyratlığın içinde kuvvetin, hakikatin ve yüce ruhsal ihsanların doğması." Tayfun, hayat alengirli, fırfırlı, yanardönerli, janjanlı bir şeydir demiştim ben zaten. Bak, koca London da aynı şeyi söylüyor. Biliyoz da söylüyoz heralda! :)

21 Mart 2012 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali

Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde isteseler de, istemeseler de işlemeye mahkum birir dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummmadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi tanımam tamamen bir tesadüf eseridir.

... Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrünce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için: “Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?” demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: “İşte bu beni anlar!” diyordum.

...Onun birçok hislerinin, düşüncelerinin benimkilere ne kadar benzediğini gördükçe, aramızdaki yakınlığı daha kuvvetle hissederek seviniyor; fakat onun bir noktada benden ayrıldığını, hakikatleri kendi kendisinden saklamayı, ne pahasına olursa olsun, kendisini aldatmayı asla istemediğini anladığım için korkuyordum. Çünkü müphem bir his bana, kim olursa olsun bir insanı tamamen gördükten ve gördüklerini kendinden saklamadıktan sonra, ona hiçbir zaman büsbütün yaklaşılamayacağını fısıldıyordu.

Halbuki ben bu kadar hakikatsever olmak istemiyordum. Hiçbir hakikatin beni ondan uzaklaştırmasına tahammül edemiyeceğimi anlıyordum. Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?

19 Aralık 2011 Pazartesi

Kar Orhan Pamuk

"Yanımdan ayrılmanı hiç istemiyorum," dedi Ka İpek'e, "Çünkü sana çok fena aşık oldum."
"Beni tanımıyorsun bile," dedi İpek.

"İki tür erkek vardır," dedi Ka eğitici bir havayla. "Birincisi, aşık olmadan önce kızın nasıl sandviç yediğini, saçlarını nasıl taradığını, hangi saçmalıkları dert edindiğini, babasına neden kızdığını, onun hakkında anlatılan diğer hikaye ve efsaneleri bilmelidir. İkincisi ise, ki ben onlardanım, kız hakkında pek az şey bilmelidir ki aşık olsun."
"Yani bana hiç tanımadığın için mi aşıksın? Gerçekten aşk mıdır sence bu?"
"İnsanın her şeyini vereceği aşk böyle olur," dedi Ka.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar

“Biz şimdi bir aksülamel (tepki) devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz.Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede efendi’yi Wagner olmadığı için, Yunus Emre’yi Verlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. uçsuz bucaksız Asya’nın, Türkistan'ın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti bulunduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz.
Coğrafya, kültür, her şey bizden yeni bir sentez bekliyor; biz görevimizin farkında değiliz. Boşu boşuna başka milletlerin tecrübesini yaşıyoruz."

"Aşk... dedi. Hayatın içimizde gülümseyen yüzü."

 "Bebek önlerinde, gölgeler denizin büyük kısmını kaplamıştı. Fakat etrafındaki ışıklar, ta karşıdan gelenler, bu kuytu gölgeye durmadan uzanıyorlar, onun içinde kimbilir hangi geleceği hazırlamak ister gibi derin çalışıyorlardı..."

"İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahlûktur."
"Serpilen aydınlıkta dalların arasından, büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman.”

"Sıkı bir nüfus siyasetine,sıkı bir istihsal siyasetine başlamamız lazım. Birtakım mekteplerimiz var; birçok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklarımızı muayyen yaşlara kadar okutmayı âdet edindik. Bu çok güzel bir şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver hayatı kaplayacak... o zaman ne olacak? Kriz?"


''Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kafidir"


"Karanlıkta su sesi, insanın içindeki ölüm mayasının dilini konuşur"

2 Haziran 2011 Perşembe

Yeraltından Notlar - Dostoyevski

Belki de insan yalnızca refahtan değil,acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor.Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir.İnsanın yeri geldiğinde acıyı,tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir.Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok,yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter.Benim kişisel düşünceme göre,yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır.İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor.Bu açıdan,ben ne yalnız başına refahı,ne de yalnız başına acıyı yeğlerim.Acı,kuşku demektir,yadsıma demektir.Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden,çevresinde bir kargaşa yaratmak,yok etmek,dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz.Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?

20 Ocak 2011 Perşembe

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor..."
....
"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."
...

"Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğümden beri geçen bir hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını; içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların bir ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. 
O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu."

19 Ocak 2011 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu mini mini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü bir çok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."

" Birbirimize her zamandan ziyade yakın olmamız lazım gelen bu anda neler söylüyorsun?"
"Hayır.Birbirimize her zamandan ziyade uzağız. Çünkü artık bir ümidim yok ki, bu sondu. Bir defa da bunu tecrübe edeyim dedim. Belki bu noksandı diye düşündüm, ama değil. İçimde hep o boşluk var, daha da büuümüş olarak. Ne yapalım? Kabahat sende değil,sana aşık değilim. Halbuki dünyada sana aşık olmam icap ettiğini, sana da aşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyecegimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum. Fakat elimde değil. Demek ki, ben böyleyim, bunu olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok.
Ne kadar isterdim, baska türlü olmayı ne kadar isterdim...
Raif... benim iyi kalpli dostum... Başka türlü olmayı senin kadar, hatta senden cok istediğime emin ol, ne yapayım? Ağzımda dğn akşamki içkilerin burukluğundan, sırtımda gittikçe artan ağrılardan baska hicbir sey hissetmiyorum."

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

"Anlıyorum, anlıyorum... tamamen yalnızım... ama berlin'de değil... bütün dünyada yalnızım... küçükten beri..."

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır...

"demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor..."

"şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait... bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın... seni seviyorum... deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...