24 Eylül 2010 Cuma

Disconnectus Erectus - Tutunamayanlar

Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer). Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.

Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar.Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.
Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez).
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamaynların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler).

Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten
vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir).

Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.

Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok
zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini
kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir). Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının
azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.

Tutunamayanlar Oğuz Atay

"Cennet, muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili!
Cennet,insanların birbirlerini dinlemeleri demektir, birbirlerine aldırmaları,
birbirlerinin farkında olmaları demektir.."
...
"Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma beni...  alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna..."


27 Temmuz 2010 Salı

Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk


"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiçkimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının,önemsiz meselerinin, hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar.
Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar; Büyük ve korkunç bir bilinmeyen..."

"Hiçliğe yapacağımız iniş başlamıştır,lütfen kemerlerinizi bağlayın.."

"Banyoda traş bıçakları var,içebileceğim iyot var,yutabileceğim uyku hapları var. Seçim meselesi, yaşa ya da öl! Aldığımız her nefes bir seçim, geçen her dakika bir seçim,olmak ya da olmamak.
Kendinizi merdivenden atmadığınız her an bir seçimdir,arabanızı duvara çarpmadığınız her an hayata yeniden başlıyorsunuz."

"Eğer kimse izlemiyorsa herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan."

"Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum.Mesela İsa mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi? Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi? Ormandaki bir ağacın devrilişini kimsenin duymaması gibi, İsa'nın çektiği acılara da kimse şahit olmasaydı, kurtulur muyduk?"

30 Mayıs 2010 Pazar

Oscar Wilde Dorian Gray'in Portresi


Bize yararı dokunabilecek erdemleri komşumuzda görebildiğimiz için kendimizi yüce gönüllü sanırız. Hesabımızdan daha çok para çekebilelim diye bankacıyı överiz, elini cebimize atmasın diye yol kesen haydutta iyi yönler buluruz. Söylediğim her şeyde ciddiydim. İyimserliği son derece hor görürüm ben. Hayatın sönmesine gelince; hiçbir hayat sönmez, yeterki gelişimi yarıda kalmamış olsun. Bir kişiliği bozmak istiyorsan ıslah et, yeter! Evlilik dersen, elbet saçmalık olur, gelgelelim kadınlarla, erkekler arasında daha başka, daha ilginç bağlar var. Ben bunları özendirmekten geri kalmayacağım. Hepsi de son moda olmak çekiciliğine sahip. Ama bak, iste Dorian da geldi. Sana benden daha çok bilgi verecektir.

29 Nisan 2010 Perşembe

Oscar Wilde Dorian Gray'in Portresi

"İyi etki denen bir şey yoktur ki, Bay Gray. Etki denen şey tümüyle ahlaka aykırıdır, yani bilimsel yönden ahlakdışıdır"
"Neden?"
"İnsanın birini etkilemesi demek ona kendi ruhunu vermesi demektir de ondan. Bu insan kendi doğal düşünceleriyle düşünemez artık, kendi doğal ihtiraslarıyla yanmaz. Erdemleri sahici değildir. Günahları - günah diye bir şey varsa eğer - ödünçtür.

Yaşamanın amacı kişinin kendisini geliştirmesidir. Doğamızını gereğini kusursuz olarak gerçekleştirmek: İşte herbirimizin burada olmamızın nedeni budur. Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerinin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu -ki ahlakın temelidir-, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar."
...
Erkek yorgun düştüğü için evlenir, kadın merak duyduğu için. İkisi de hayal kırıklığına uğrarlar.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk

Bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık. Tanrı'nın yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin...
...
Kızın biri arayıp ''ölmek insanın canını çok yakar mı?'' diye soruyor.
Bak tatlım, diyorum, evet yakar ama yaşamaya devam etmek çok daha fazla acıtır...
...
Artık hayatımın gerçekten bir anlamı kalmadı, özgürüm..
...
Sıradan insanlarla aynı problemlere sahipseniz, ağzınız aynı şekilde kokuyorsa ve saçlarınız karman çorman, parmaklarınızda şeytan tırnakları varsa, hiç kimse size tapmak istemez.Sıradan insanların sahip olamadığı şeylere sahip olmak zorundasınız.onların başarısız olduğu alanlarda, siz sonuna kadar gidebilmelisiniz.insanların olmaya korktukları şey olursanız, onların hayranlığını kazanırsınız.
...
İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor,dramlarının, önemsiz meselelerinin , hikayelerinin çözümlenmesini, piliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar, Büyük ve korkunç bir bilinmeyen.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Can Yücel - O Olmazsa Yasayamam



O Olmazsa Yaşayamam

O olmazsa yaşayamam..
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte,
yaşarsın çünkü.

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela,
o daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın,
çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.

Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini,
hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.

İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.

Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...

Can YÜCEL

14 Şubat 2010 Pazar

Albert Camus-Yabancı

Herkes bilir ki, hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu , binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi.fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu. insan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu...
.....

Akşam,Marie beni görmeye geldi,kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu.
"Bence bir,ama istersen evleniriz''dedim.
O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Başka zaman da söylediğim gibi,''bunun bir anlamı yok,ama heralde sevmiyorumdur'' diye karşılık verdim. '
'Öyleyse niçin benimle evleneceksin?'' diye sordu.
Bunun hiç bir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi,ben sadece evet demekle yetiniyordum.
O zaman Marie,''evlilik ciddi bir şeydir'' dedi.
Ben de; ''değildir'' diye karşılık verdim.
Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı.
Sonra yine konuştu. ''aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin,onu öğrenmek istiyorum'' dedi.
''Elbette ederdim'' dedim.
O zaman, ''ben seni seviyor muyum acaba?'' diye sordu.
Ben de ''bu konuda hiç düşünmedim''diye karşılık verdim.

Baudelaire Kötülük Çiçekleri


Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?
"Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim."

"Dostlarını mı?"
"Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız."

"Yurdunu mu?"
"Hangi enlemdedir, bilmem."

"Güzelliği mi?
"Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."

"Altını mı?"
"Siz tanrı'ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim."



"Peki neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?"
"Bulutları severim...işte şu...şu geçip giden bulutları...eşsiz bulutları!"

15 Aralık 2009 Salı

Bir Gun Tek Başına,Vedat Türkali

Merdivenden indi, uzaklaştı istasyondan, yanlarındaki sokaklardan birine saptı. Çiseleyen yağmur altında vıcık vıcık çamurlu sokaklarda yürümeye başladı. Gelen giden, koşuşan bir kalabalık çıkıveriyordu insanın karşısına, hem de hiç umulmayan izbe sokaklarda. Gecekondu mahalleleri başlamıştı. Kimi evlerden radyo sesleri geliyor, gülüşmeler, bağırıp çağırmalar duyuluyordu. Yanık bir ninni sesi duydu birden. Güzel sesli, genç bir kadın, Doğuluya çalan ağzı ile tatlı bir ninni tutturmuştu. Arsaya açılan bir sokağın ucunda bir fabrikanın geceye yüklenmiş koskoca karaltısı çıkıvermişti önüne. Yürüdü sokağın ucuna kadar, başka fabrikalar da vardı ilerde. Dumanlı bacaları, ıslak gecede kırpışan ışıklarıyla... Gece vardiyası mı yapıyorlar?.. Niye geldim buralara ben?.. Kimi işte, kimi evde, kendi dünyasında herkes. Nasıl ilişki kurulur bunlarla? Kız haklı aslında, sevdikleriyle bile yakınlık kurmasını beceremeyen, ayağı havada pis bir küçük burjuvayım ben..
...
Hayrete düşüyordu. Hakkında ifade veren hiç bir arkadaşına kızamıyordu. Hiçbir nefret duygusu doğmuyordu içinde. Halbuki o zamana dek konuşmayı bir tür ihanet olarak değerlendirmiyorlar mıydı? Birisi içeride senin hakkında konuştu mu, yüzleştirme sırasında yüzüne tüküreceksin, “Hain köpek, utanmaz rezil” diye haykıracaksın yüzüne denmiyor muydu? Devrimci romanlarda aynen böyle olurdu. Ancak şu anda arkadaşlarının tehlikeye atığı bir roman kahramanının hayatı değil, kendi hayatıydı. Bu yüzden affedebiliyordu onları. Biraz küçümsemiyor değildi; ama çok az. Daha çok acıyordu onlara ve daha çok yakınlık duyuyordu. Çok zordu direnmek. İşkencenin bu denli pank yaratacağını, bu kadar derin bir sıkıntı verebileceğini kim yaşamadan tahmin edebilirdi? Hele böyle bir yerde…Çözülmenin normal, direnmenin çıkıntılık oldu yerde.


12 Aralık 2009 Cumartesi

Jean Paul Sartre, Bulantı

İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak, anları yağlarından sıyırmak, bükmek , kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksafon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bunu şöylede anlatabiliriz: Yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret kentlerinin dünyasında varolup gidiyor ve tabloların ardında, kitapların ardında bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu.

Dostoyevski, Yeraltından Notlar

Daracık dünyamda, insanlardan kopuk, manevi olarak çürümüş, yeraltında kinimle başbaşa nasıl boğuştuğumu anlatmak pek de hoş olmasa gerek. Üstelik romanların bir kahramanı olur, bense bir kahramanın taşımaması gereken tüm özellikleri taşıyorum. Bizim gibi insanları anlamanın en kolay yolu budur. Bizler, yaşama yabancılaşmış, zorla yürüyen insanlar olduğumuzdan dolayı bu yazdıklarım etkili olacaktır. Üstelik gerçek hayata öylesine yabancılaşmışız ki, adını bile duymak istemeyiz. Bunda da o kadar ileri gideriz ki, gerçek hayatı ancak kitaplardan öğrenebileceğimize inanırız.

Peki, ama neden bazen olmadık hareketler yapıp, aptalca arzular peşinde koştururuz? Bunun nedenini biz bile bilmiyoruz. Üstelik bu olmadık isteklerimiz gerçekleştiğinde en çok zararı görecek olan da bizizdir. Sırf denemek için içimizden birinin bağlarını çözüp, esaretim kaldırarak özgürlüğe kavuştursanız bile, o yine esaret altına girmek isteyecektir. Eminim ki, bu yazdıklarımı okuduğunuzda kızgınlıktan ayaklarımızı yerlere vuracak ve:

— Siz, kendi rezil hayatınızdan, kendi yeraltınızdan bahsedin. Hepimizi karıştırmayın bu işe! diye bağıracaksınız.

Hepinizi bu işin içine katarak kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler, korkaklığınıza "ölçülü davranış" kılıfını geçirip, onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben.
Şöyle bir düşünün bakalım, bizler "canlı"nın nerede olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl ifade edildiğini bile bilmiyoruz. Kitaplarımızı elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız. Sonra da kimi sevip kime kızacağımızı, kimden uzaklaşıp kime yaklaşacağımızı, hiçbir şeyi bilemeyiz.

Etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. Utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. "Ortalama insan" denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. Gerçekte, bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla sevmeye de başlıyoruz. Öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz.

Bu kadar yeter artık. Bir daha "Yeraltı"ndan bir şey yazmayı düşünmüyorum.
Fakat çelişkilerle dolu, hasta ruhlu bu insanın notları bu kadar değil elbette. Daha fazla dayanamadığı için yazmıştı bunları.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie :"Şah'ın Rüyası, Aşk bir hastalıktır"


Hükümdar o gece rüyasında aşkı gördü. Rüyasında yine Bağdat Halifesi Harun Reşid idi, tebdili kıyafetle bu kez Espanbur şehri sokaklarında dolaşıyordu. Fakat, birden bire her yanını tedavisi mümkün olmayan bir kaşıntı sardı. Hemen Bağdat'taki sarayına döndü, dönerken altı fersahlık yol boyunca kaşım kaşım kaşındı ve saraya varır varmaz, eşek sütüyle yıkandı, gözde odalıklarına tüm vücudunu balla ovdurdu. Halâ çıldıracak gibi kaşınıyordu ve neredeyse ölecek hale gelene kadar vücuduna hacamat vurmalarına ve sülük yapıştırmalarına rağmen, hiçbir hekim derdine deva bulamadı.
Bu şarlatanları başından savan Harun Reşid gücüne kavuşunca, düşünüp taşındı, geçmek bilmez kaşıntıdan kurtulmanın tek çaresinin onu fark etmeyecek hale gelene kadar, başka şeylerle oyalanmak olduğuna karar verdi.
Kendisini güldürsünler diye ülkesinde ki en ünlü meddahları, zihninin sınırlarını zorlasınlar diye en bilgili alimleri çağırttı. Şehvani rakkaseler arzularını uyandırıyor, maharetli odalıklar uyanan arzularını yatıştırıyorlardı. Fakat kaşıntısı hiçbir iyileşme alameti göstermeden, aynı şiddetiyle devam ediyordu. Kaşıntı illetini kökünden kazımak için Espanbur şehrini tecrit ettirerek bütün olukları ve su yollarını kaynar buharla temizletti, fakat kendisi gibi şiddetli kaşıntı marazından şikayet eden başka kimse yoktu. Başka bir gece yüzünü saklayarak Bağdat sokaklarında dolaşırken, üst kat pencerelerinden gelen bir ışığı fark etti ve başını kaldırınca bir mum aleviyle aydınlanan, yüzü altından yapılmışa benzeyen bir kadına gözü ilişti. Bir an için kaşıntısı tamamen geçti, fakat kadın o anda pencere kepenklerini kapatıp, mumu üfleyince kaşıntı geri döndü, şimdi eskisinden iki kat beterdi. Kaşıntısının tabiatı o anda Halife'ye malum oldu. Espanbur'da dolaşırken, aynı yüzün benzerinin bir an boyunca başka bir pencereden baktığını görmüş, kaşıntı ondan sonra başlamıştı. "Bulun onu " diye buyurdu vezire, "zira bana nazarı dokunan odur."
Muhafızlar yedi gün boyunca aradılar ama bulamadılar, sekizinci gün peçeli bir kadın kendiliğinden saraya geldi ve huzura kabul edilmeyi talep etti, Halife'nin acısını dindirebileceğini iddia ediyordu. Harun Reşid, huzura getirilmesini buyurdu. "Demek o cadı sensin!" diye haykırdı. "Ben o işlerden anlamam dedi" kadın, "fakat Espanbur sokaklarında dolaşan bir adamın yüzünü gördüğüm andan itibaren dur durak bilmeden kaşınıyorum. Istırabıma çare olur diye Bağdat'a taşındım, fakat ne çare. Sonra Bağdat Halife'sinin de kaşındığını, kaşıntısına neden olan kadını aradığını duydum ve bilmecenin cevabını buldum."
Bunları söyledikten sonra hiç çekinmeden yüzündeki örtüyü açtı ve onun suretini gören Halife'nin bir anda kaybolan kaşıntılarının yerini bambaşka bir his aldı. "Seninki de geçti mi" diye sorunca, kadın başıyla onayladı. "Artık kaşınmıyorum, ama yerine bambaşka bir şey hissediyorum."
"Bu da çaresiz bir hastalıktır" dedi Harun Reşid, "hiçbir adamın tedavi etmeye gücü yetmez."
Halife ellerini çırptı ve yakında evleneceğini ilan etti, hanımıyla birlikte sonsuza dek mutlu yaşadı, taki.. Günleri Yok Eden Ölüm çıkagelene dek..

Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie "Aylar süren sessizlik"


...
Şah savaştan döndüğünde ilan olunan sessizlik buyruğu, şehrin sakinlerinin boğulacak gibi hissetmelerine sebep oluyordu. Şahlar şahının istirahatini aksatma korkusundan, kesilen tavukların gagası sıkı sıkıya bağlanıyordu. Gıcırdayan bir araba tekerleği, arabacının kamçılanmasına neden olabilir, kamçının altında haykırırsa, cezası daha da ağırlaşırdı. Doğum yapan kadınlar, çığlıklarını bastırıyor, pazar yerinde ki sessiz nümayiş topluca sahnelenen bir delilik gösterisini andırıyordu. Ahali, "Şah buradayken hepimiz çıldırıyoruz" diyor, arkasından, "sevinçten çıldırıyoruz" tabii diye ekliyordu, çünkü casuslar ve gammazlar her yerdeydi. Çamur şehir, şahını seviyordu, bu konuda ısrar ediyor, sözcüklere başvurmadan diretiyordu, çünkü sözcükler o yasak kuşaktan, sesten biçilmişti. Şah bir kez daha seferberlik ilan edip, yola koyulduğunda sessizlik hapishanesinin kilitleri açılıyor, borazanlar öttürülüyor, tezahüratlar başlıyor ve insanlar aylar boyunca içlerine atmak mecburiyetinde kaldıkları her şeyi nihayet birbirlerine söyleyebiliyorlardı.
Sana aşığım.
Annemi kaybettik.
Çorban enfes olmuş.
Borcunu ödemezsen , dirseklerini kırdırırım.
Canım sevgilim, bende seni seviyorum.
Her şey söyleniyordu...

Floransa Büyücüsü Salman Rushdie, "Ekber ve Birbal"


..
Peki o zaman dedi Ekber, "söyle bakalım, önce tavuk mu yumurtadan çıkmıştır, yumurta mı tavuktan?"
Birbal, hemen cevap verdi: "Önce tavuk yumurtadan çıktı." Ekber şaşırıp kalmıştı. "Nasıl emin olabiliyorsun?" diye sordu. Majesteleri dedi Birbal, "yalnızca bir sorunuzu cevaplamaya söz vermiştim."
Başvezir ve Şah, şehir surlarında durmuş, havada daireler çizen kargalara bakıyorlardı." Birbal" dedi Ekber, "sence ülkemde kaç karga vardır", "Cihanpenah, ülkeniz topraklarında tam tamına 999999 tane karga vardır" Ekber şaşırmıştı, "diyelim ki hepsini saydırdık ve sayıları senin söylediğinden fala çıktı, bu ne anlama gelir?
"Komşu ülkelerde ki arkadaşlarının onları ziyarete geldiği anlamına gelir"
"Peki sayıları daha az çıkarsa?"
"O zaman bizimkilerden bazıları, uçsuz bucaksız dünyayı görmeye heves etmişlerdir."
...
Uzak bir ülkeden gelen batılı bir ziyaretçi, saray avlusunda Ekber'i bekliyordu; önemli bir dilbilimci olan bu Cizvit keşişi, onlarca dil biliyor, hepsini şakır şakır konuşabiliyordu. Ekber'den anadilini tahmin etmesini istedi. Şah bu bilmeceyi çözmeye uğraşırken, başvezir farkettirmeden keşişin arkasına dolandı ve birden adamın arkasına esaslı bir tekme indirdi. Keşişin ağzından okkalı küfürler döküldü: Portekizce değil, italyanca küfretmişti. " Görüyorsunuz ya Cihanpenah" dedi Birbal, "sövüp saymaya gelince herkes anadilini tercih eder."

4 Aralık 2009 Cuma

Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, Umberto Eco

...
Bildiğim ve yaptığım şeyler yüzünden ss’ler ya da kara gömlekliler beni bir gün ellerine geçirirlerse, işkence yaparlar. İşkence yaparlarsa konuşurum, çünkü acıdan korkarım ben. Konuşursam da arkadaşlarımı ölüme yollarım. Onun için yakaladıklarında bu neşterle boğazımı keseceğim. Canım acımaz, bir saniyede şak diye keserim. Böylece herkese kazığı atmış olurum:
Önce hiçbir şey öğrenemeyecekleri için faşistlere, sonra günah olduğu halde intihar ettiğim için rahiplere, sonra da tanrı’ya, onun karar verdiği zaman değil, dilediğim zaman öldüğüm için. al sana...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Mülksüzler Ursula K. Le Guin

Saemtenevia bulvarı yaklaşık üç kilometre uzunluğundaydı ve insanlar, trafik ve nesnelerden oluşan katı bir kütleydi: satın alınacak şeyler, satılacak şeyler. Ceketler, giysiler, gecelikler, roblar, pantolonlar, külot pantolonlar, gömlekler, bluzlar, şapkalar, ayakkabılar, eşarplar, atkılar, yelekler, pelerinler, şemsiyeler; uyurken , yüzerken, oyun oynarken, akşamüstü toplantılarında, akşam toplantılarında, kır toplantılarında, yolculuk ederken, tiyatroda, ata binerken, bahçeyle uğraşırken, konuk kabul ederken, lokantaya giderken, yemek yerken, avlanırken giyilecek giysiler -hepsi farklı, hepsi yüzlerce değişik kesimde, stilde, renkte, yapıda, kumaşta. parfümler, saatler, lambalar, heykeller, makyaj malzemeleri, mumlar, resimler, fotoğraf makineleri, oyunlar, vazolar, yataklar, çaydanlıklar, bilmeceler, yastıklar, taşbebekler, süzgeçler, minderler, mücevherler, halılar, kürdanlar, takvimler, kristal saplı, platinden yapılmış bir bebek çıngırağı, elmastan rakamları olan bir kol saati, küçük heykelcikler, elektrikli bir kalem açacağı, hediyeler, çerezler, andaçlar, cicili bicili biblolar ve antikalar, hepsi zaten ya kullanışsız ya da kullanılışını gizleyecek kadar süslü; metrelerce lüks, metrelerce dışkı. İlk blokta shevek giysiler ve mücevherlerle parıldayan bir vitrinin tam ortasında duran kaba tüylü, benekli bir cekete bakmak için durmuştu. ''ceket 8400 birim mi?'' diye sordu inanamadan, çünkü kısa bir süre önce gazetede ''asgari ücret''in yılda 2000 birim kadar olduğunu okumuştu. ''aa, evet, o gerçek kürktür, şimdi hayvanlar korunduğundan çok ender bulunuyor.'' demişti pae. ''güzel, değil mi? kadınlar kürklere bayılırlar.'' yürümeye devam ettiler. Bir blok daha geçtiklerinde shevek'in canı çıkmıştı, gözlerini kaçırmak istiyordu.
Bu karabasan caddesinin en garip yanı da satılık milyonlarca şeyin hiçbirinin orada yapılmıyor olmasıydı. orada yalnızca satılıyorlardır. işlikler, oymacılar, boyacılar, tasarımcılar, makineciler neredeydi, eller neredeydi, yapan insanlar? gözden uzak, başka bir yerde. duvarlar arkasında. dükkanlardaki herkes ya alıcı, ya satıcıydı. nesnelerle sahip olmak dışında bir ilişkileri yoktu.

Mülksüzler Ursula K. Le Guin


Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtaramayacağını biliyoruz. Uzattığınız el de boş, tıpkı benimki gibi, hiçbir şeyiniz yok.hiçbir şeye sahip değilsiniz, hiçbir şey sizin malınız değil.,özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir. ...

Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok.,hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok.başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız.varlıklı değiliz. hiçbirimiz zengin değiliz, hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. Eğer istediğiniz, aradığınız şey buysa o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum, ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir.
Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya sizdedir, ya da hiçbir yerde değildir.

18 Eylül 2009 Cuma

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığın peşini bırakmayacağını söylediği için, ablası onunla gitmedi. Visitacion'un telaşına kimse anlam veremiyordu. Jose Arcadio Buendia, işi şakaya vurarak, Ne kadar az uyusak o kadar iyi, dedi, böylece hayattan daha çok kam alırız. Ama Kızılderili kadın, bitkinlik vermediği için hastalığın en korkulacak yanının uykusuzluk olmayıp zamanla daha da beter bir hale geldiğini ve bellek kaybına yolaçtığını uzun uzadıya anlattı. Dediğine göre, hastalanan biri uykusuzluğa alışınca, önce çocukluğundan kalma anıları unutuyordu, giderek eşyaların adını ve neye yaradıklarını bilmez oluyor, sonunda da insanları tanımıyor, kendini bile unutuyor ve geçmişi olmayan bellek yokluğuna uğruyordu. Jose Arcadio Buendia, bunun da Kızılderili batıl inançlarından kaynaklanan hastalıklardan biri olduğunu sanarak katıla katıla güldü. Oysa Ursula, ne olur ne olmaz diyerek, Rebeca'yı öteki çocuklardan ayırdı:

Birkaç hafta sonra Visitacion tam yatışmaya başladığı sırada bir gece, Jose Arcadio Buendia, uyku tutmadığı için yatakta dönüp durmaya koyuldu. Ursula'nın da uykusu açılmıştı, kocasına Neyin var? diye sorunca, Jose Arcadio Buendia, Prudencio Aguilar yine aklıma takıldı, dedi. O gece bir dakika bile gözlerini yummadılar, ama ertesi gün hiçbir rahatsızlık duymadıklarından gece olanları unuttular. Öğle yemeğinde Aureliano, laboratuvarda sabahlayıp Ursula'ya doğum günü armağanı olarak vereceği iğneyi altın suyuna batırmakla uğraştığı halde hiç yorgunluk duymadığını şaşırarak anlattı. Üçüncü gün olup da yatma saati geldiği halde kimsenin uykusu gelmeyince ve elli saatten fazladır uyumadıklarını hesap edinceye kadar telaşa kapılmadılar.

Kızılderili kadın, o kadere inanmış tavrıyla, Çocuklar da uyumadılar, dedi. Hastalık bir kez eve girmeye görsün, kimse yakasını kurtaramaz. Gerçekten de uykusuzluk illetine yakalanmışlardı. Bitkilerin şifa hassasını anasından öğrenmiş olan Ursula, hemen boğanotu şerbeti kaynatıp hepsine içirdiyse de, hiçbirini uyku tutmadı ve ayaküstü düş göre göre akşamı ettiler. Bu sanrılı uyanıklık içinde yalnızca kendi düşlerindeki kişileri görmekle kalmadılar, ötekilerinin düşlerine girenleri de gördüler. Sanki eve bir alay konuk dolmuş gibiydi. Mutfağın köşesindeki salıncaklı sandalyesine oturan Rebeca, beyaz ketenler giyinmiş, gömleğinin üst düğmesi altından, kendine çok benzeyen bir adamın bir demet gül getirdiğini gördü.

Adamın yanındaki kadın, zarif elleriyle demetten bir gül çekip çocuğun saçına taktı. Ursula, adamla kadının Rebeca'nın annesiyle babası olduklarını kestirdi, ama nereden tanıdığını bulup çıkarmak için çok çalıştıysa da, sonunda onları ömründe görmemiş olduğuna kesinlikle karar verdi. Bütün bunlar olup biterken, Jose Arcadio Buendia, boş bulunup önlem almadığı için, evde yapılan hayvan biçimindeki şekerlemeler hala kasabada satılıp duruyordu. Yediden yetmişe herkes, uykusuzluk bulaşmış o tadına doyulmaz yeşil horozları, uykusuzluğa batmış o güzelim pembe balıkları, uykusuzluğa bulanmış o şipşirin sarı tayları emip duruyordu. Böylece pazartesi sabahı doğan güneş; bütün kasabayı ayakta buldu. Önceleri kimse telaşa kapılmadı. Tam tersine, uyumadıklarına seviniyorlardı, çünkü o sıralarda Macondo'da yapılacak öyle çok iş vardı ki, kimse yetişmeye zaman bulamıyordu. O kadar çok çalışmaya koyuldular ki, çok geçmeden gecenin üçünde kollarını kavuşturup saatin sesini sayar oldular. Yorgunluktan değil de, sırf düş görmeyi özlediklerinden uyumak isteyenler, bitkin düşüp uyuyabilmek için akıllarına gelen her yolu denediler. Biraraya toplanıp bitmez tükenmez sohbetlere dalıyorlar, aynı fıkraları saatlerce üst üste yineliyorlar, kısır horoz masalını alabildiğine uzatıp duruyorlardı.

Çek çek uzayan bir masaldı bu, masalı anlatacak olan, Size kısır horoz masalını anlatayım mı? diye sorar, Evet derlerse, Ben size evet deyin demedim ki, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, derdi. Yok, dinleyiciler Hayır derse, bu kez de masalcı Ben sizden hayır demenizi istemedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, deyip çıkardı işin içinden. Kimse ses çıkarmayacak olsa, masalcı Ben size susun demedim, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, deyip silbaştan yapardı. Biri gitmeye davransa, masalcı, Ben size gidin mi dedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, diyerek oturturdu onları ve masal böylece uzar gider, geceler boyu sonu gelmezdi.

Bellek kaybını birkaç ay olsun önleyecek formülü Aureliano, hem de kazara buldu. Hastalığa ilk yakalananlardan biri olarak bu alanda uzmanlaştığı için, gümüş işleme sanatında da kusursuz bir ustalığa erişmişti. Bir gün maden varaklarını dövmekte kullandığı ufak örsü ararken, adını bulamadı. Babasına sordu, babası Iskaça dedi. Aureliano bunu bir kağıda yazıp örsün sapına yapıştırdı: Iskaça. Böylece bir daha unutmazdı. Meretin adı zaten bir tuhaf olduğundan, bunun bellek kaybının ilk belirtisi olduğu da aklına gelmedi. Ama birkaç gün sonra, baktı ki, laboratuvardaki nesnelerden nerdeyse hiçbirinin adını anımsayamıyordu. Bunun üzerine, hepsinin adını yazıp yapıştırdı, baktı mı ne olduklarını anlıyordu artık.

Babası yelyepelek gelip çocukluğunun en önemli anılarını bile unuttuğundan dert yanınca, Aureliano bulduğu yöntemi babasına da açtı ve Jose Arcadio Buendia, bunu önce evde, daha sonra bütün kasabada uygulamaya koydu. Fırçayı mürekkebe batırıp her şeyin üzerine adını yazdı: masa, sandalye, saat, kapt, duvar, yatak, tencere. Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi kondurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı nasıl hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır: Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştılabilmesi için kaynatılması şarttır. Böylece, bir an için adlarıyla yakalanan, ama yazılı harflerin ne demeye geldiğini unuttukları anda kaçıp ellerinden kayıveren bir gerçeği yaşamaya başladılar.

Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Anacaddeye Tanrı Vardır yazan bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duyguları hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı. Ama bu sistem öylesine büyük bir dikkat ve sağlam sinir istiyordu ki, çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı. Eskiden iskambil falı açıp geleceği okuduğu gibi şimdi de geçmişi okumak numarasını bulan pilar Ternera, bu aldatmacanın yayılmasında en büyük rolü oynadı. Bu yolla, uykusuzluk hastalığına yakalananlar, iskambillerin belirsiz olasılıkları üzerine kurulmuş bir dünyada yaşamaya başladılar. İskambillere göre, kiminin babası nisan başında gelen esmer adam, kiminin anası sol eline altın yüzük takan esmer kadın, kiminin doğum günü tarlakuşunun defne dalına konup şakıdığı son salı oluyordu.

Bu avuntu yollarının karşısında yılgınlığa düşen Jose Arcadio Buendio, bir zamanlar çingenelerin eşsiz buluşlarını unutmamak için yapmayı tasarladığı bellek makinesini yapmaya karar verdi. İnsan eliyle yaratılan bu harika, ömür boyunca edinilen bilgilerin tümünün her sabah baştan sona tazelenmesi görüşüne dayanıyordu. Bunu bir döner sözlük biçiminde tasarlıyordu. Sözlüğün eksenine oturan, kolu çevirerek çarkı döndürecek ve insan yaşamındaki en gerekli bilgiler birkaç saat içinde gözünün önünden geçecekti..

28 Ağustos 2009 Cuma

Doğmamış Kristof - Carlos Fuentes

Bu durumda kesin olan şeyler ve kesin olmayan şeyler var. Şu kesin: oğlana kova burcunda hamile kalındı. Şu kesin değil: Meksikalı bir fetüse dönüşme olasılığı babamın hesaplarına göre, yüz seksen üç trilyon, altı yüz yetmiş beş milyar, dokuz yüz milyon dört yüz beş bin yüz kırk sekizde bir, rahme düştüğüm gün öğle vakti gökten tepelerine yağan boku yıkamak için annemle birlikte girdikleri Pasifik Okyanusu'nda kulaç atarken yapıyor bu hesabı babam. Geri sayımın ilk günü diyorlar buna. Bense, yumurtalıktaki okuma dersine giderken mezarlıktan ilk geçişim diyorum; çünkü onlar şimdi o gün neler olduğunu hatırlasalar da, ben bütün olanları zaten biliyordum, babamın mikroyılanı annemin corona radiata'sına (corona corona değil ha, babamınki patlayan bir puroydu, hatta düşünüyorum da bir MIRV) gül yaprakları arasına uzanır gibi uzandığında biliyordum, o sırada büyük Kıllı Vadi muharebesinden geriye kalanlar jelatinsi zarı işgal etmişlerdi, de profundis clamavimus –ama kimse kendini rahat hissetmiyordu; hangimiz Dona Angeles'i (soyadı yok), Puebla, Veracruz, Guadalajara ve Mexico City'nin en nüfuzlu ailelerinin varisi Don Angel Palomar y Fagoaga Labastida Pacheco y Montes de Oca'nın karısını dölleme şerefine nail olacaktı? Milyonda bir, şanslı pezevenk, talihli kambur. Hepsi deli gibi ilerlemeye, barikatı aşmaya, kabuğu kırmaya ve öyle her önüne geleni yemeğe çağırmayan bu Penelope'nin sadakatini bertaraf etmeye çalışıyordu, sadece bir kişiye geçiş vardı, savaşlardan dönmüş şampiyon Ulyseks, en büyük, kromozomların Muhammed Ali'si, numero uno:

BENDEN Mİ SÖZ EDİYORSUNUZ?

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...