20 Haziran 2008 Cuma

Carlos Fuentes, Terra Nostra


"Hepimiz varoluşumuzun herhangi bir anında sormuşuzdur kendimize; elimize hayatımızı yeniden yaşama fırsatı geçseydi tekrar aynı şekilde mi yaşardık, hangi yanlışlardan sakınırdık, hangi ihmal edilmiş şeyleri düzeltirdik, o gece o kadına onu sevdiğimi söylemeli miydim, neden ölümünden bir gün önce babamı ziyaret etmedim, kilisenin kapısında bana avuç açan dilenciye cebimdeki parayı vermeli miydim, hiç durmadan seçtiğimiz kişileri, işleri, kârları, fikirleri yeniden seçebiliriz, çünkü hayat bir şeyle başka bir şey arasında sonsuz sayıda seçimlerden ibarettir, hiç bitmeyen bir seçim, ama biz öyle olduğuna inansak bile asla özgürce karar veremeyiz, seçimlerimiz bize başkalarının, yani tanrıların, hâkimlerin, hükümdarların, kölelerin, babaların, anaların, çocukların dayattığı koşullarla belirlenir."

"Bak; tiyatromun birbirine geçmiş çerçevelerinde göreceksin en mutlak hatıraların geçişlerini: Öyle olabilecek olan ama olmayanların belleği; en büyük ve en küçük ayrıntılarına kadar, yapılmamış hareketler, söylenmemiş sözler, feda edilmiş seçimler, ertelenmiş kararlar, Ciceron'un sabırlı sessizliğini gör Catilina'nın aptalca komplosunu duyduğunda, Calpurnia'nın martın 15'indeki Senato toplantısına katılmaması için Caesar'ın nasıl ikna ettiğini, Salamis'te Yunan ordusunun yenilişini, Augustus'un hükümdarlığı sırasında Filistin'in Beytlehem kentinde bir ahırda bir kız çocuğunun dünyaya geldiğini gör, Pilatus'un kâhin kadını bağışlamasını ve Barabbas'ın çarmıhta öldüğünü gör, Sokrates'in zindanda beklediği sırada intihardan vazgeçişini gör, Odysseus'un nasıl öldüğünü gör, akıllı Troyalılar şehrin surları dışında buldukları tahta atı yaktıkları zaman askerlerin ateşler içinde cayır cayır yandığını, Makedonyalı İskender'in yaşlandığını, Homeros'un sessizce izleyişini; gör -ama kimseye söyleme- Helen'in evine dönüşünü, Eyüp'ün evden kaçışını, Habil'in kardeşi tarafından unutuluşunu, Medea'nın kocası tarafından hatırlanışını, krallıkta barış hüküm sürsün diye Antigone'nin tiranın yasasına boyun eğişini, Spartacus'un isyanının başarı kazandığını, Nuh'un gemisinin battığını, Lucifer'in Tanrının yanındaki mevkisine geri döndüğünü, Tanrının onu affettiğini; ama diğer ihtimali de gör: İsyan etmek istemeyen ve cennette kalan uysal bir şeytan; bak, Cenovalı Colombo'nun deve üstünde yolculuk ederek Büyük Han'ın sarayı Cipango'ya batıdan doğuya doğru karadan giden yolu aradığını; çerçevelerin dönmesini ve birbiri içinde yitmesini izle, genç çoban Oedipus'un ölene kadar üvey babası Korinthoslu Polybus'la yaşamaya razı olduğunu gör, ve Jacosta'nın yalnızlığını gör, eksik, bomboş olduğunu hissettiği hayatının elle tutulmaz acılarını; yalnızca günahkâr bir düş kurtarabilir onu; gözler çıkartılmayacak, kader olmayacak, trajedi gerçekleşmeyecek ve Yunan düzeni çökecek trajik günahlar olmadığı için, çünkü o günahlar düzeni bozar, yeniden tamir eder ve sonsuza dek canlı tutar: Roma'nın gücü zapt edemedi Yunan ruhunu; ancak ve ancak trajedinin yokluğuyla zapt edilebilir Yunan; bak, müslümanların işgal ettikleri Paris'e, Augustinus'la olan mücadelesinde Pelagius'un zaferine ve takdis edilmesine, Herakleitos'un nehrinin sularının Platon'un mağarasını basmasına; bak Dante ve Beatrice'in düğününe, asla yazılmayan bir kitaba, yaşlı bir hovardaya ve Asisi tacirine, Gicotto'nun hiç resim yapmadığı boş duvarlara, bir çakıl taşı yutup deniz kıyısında boğularak ölen bir Demosthenes'e. Gör en önemli ve en önemsiz ayrıntıları, bir prensin beşiğindeki dilenci ve dilencinin beşiğindeki prens; ölü doğan çocuğun büyümesi ve büyümüşken ölen çocuk; çirkin kadın, güzel; çolak, eksiksiz; cahil, alim; aziz, ahlaksız; zengin, fakir; savaşçı, müzisyen; politikacı, filozof; tiyatronun üstünde durduğu bu büyük dairenin azıcık bir dönmesi yeter, üç eşkenar üçgenle örülen daire çevresi içinde çoklu bileşimleriyle hareket eden yedi yıldızın, üç ruhun, yedi dönüşümün ve tek bir gözün büyük planı: Kızıldeniz'in suları ikiye yarılmadı, Toledo'daki küçük bir kız bilemedi bir kilisenin yedi eş sütunundan hangisini tercih ettiğini ya da akşam yemeğinin iki eş nohudundan hangisini tercih ettiğini, Yahuda rüşvet almadı, 'Kurt geliyor!' diye bağıran oğlana kimse inanmadı."

20 Nisan 2008 Pazar

Hepimiz Onu Bekliyoruz - Kara Kitap,Orhan Pamuk


Hepimiz O'nu bekliyoruz. Hepimiz yüzyıllardır O'nu bekliyoruz. Bazılarımız, Galata köprüsü üzerindeki kalabalıktan bunalıp Haliç'in kurşuni mavi sularına kederle bakarken; bazılarımız, Surdibi'ndeki iki göz odayı bir türlü ısıtmayan sobaya odun atarken; bazılarımız, Cihangir'in arka sokağındaki Rum apartmanının o hiç bitmeyen merdivenlerini çıkarken; bazılarımız ücra bir Anadolu kasabasında, meyhanede arkadaşlarla buluşma saati gelsin diye, İstanbul gazetesindeki bulmacayı çözerken; bazılarımız da, o gazetede sözü edilen ve resmi basılan uçaklara binmeyi, aydınlık salonlara girmeyi, güzel gövdelere sarılabilmeyi hayal ederken, O'nu bekliyoruz. Ellerimizde yüz kere okunmuş gazetelerden katlanmış kese kağıtları, en ucuz plastikle yapıldığı için, içindeki elmaları da sentetik bir kokuyla kokutan plastik torbalar, avuç içlerimizde ve parmaklarımızda morumsu izler bırakan pazar fileleri, çamurlu kaldırımlarda hüzünle yürürken de O'nu bekliyoruz. Cumartesi akşamları şişeleri ve camları kıran erkeklerle, dünya güzeli kadınların doyum olmaz maceralarını seyrettiğimiz sinemalardan, yalnızlık duygusunu artıran orospularla yattığımız kerhanelerin sokağından, küçük saplantılarımız var diye acımasız arkadaşlarımızın bizimle alay ettiği meyhanelerden ve gürültücü çocukları bir türlü uyuyamadığı için radyolarındaki tiyatroyu bile tadını çıkararak dinleyemediğimiz komşu evinden dönerken, hepimiz O'nu bekliyoruz. Bazılarımız O'nun arsız çocukların sapanlarıyla sokak lambalarını kırdıkları arka mahallelerin karanlık köşelerinde ilk görüneceğini söylüyor, bazıları da Mili Piyango, Spor Toto, çıplak kadınlı dergi, oyuncak, tütün, prezervatif ve her türlü ıvır zıvır satan günahkarların dükkanlarının önünde. Nerede, ama nerede ilk görünürse görünsün, ister küçük çocukların günde on iki saat kıyma yoğurduğu köfteci dükkanlarında, ister binlerce gözün tek bir isteğin bakışıyla yanarak tek bir göze dönüştüğü sinemalarda, ister melek kadar günahsız çobanların mezarlıklardaki servilerin büyüsüne kapıldığı yeşil tepelerde ilk ortaya çıksın, O'nu ilk gören talihlinin hemen tanıyacağını ve sonsuzluk kadar uzun ve bir göz kırpma kadar kısa süren bekleyişin sona erip, kurtuluş vaktinin geldiğinin hemen anlaşılacağını söylüyor herkes.

Yüzyıllık Yalnızlık,Gabriel Garcia Marquez


O günden sonra genç adam, Güzel Remedios'un penceresi altında serenad yaptırmaya başladı. Müzisyenler kimi zaman gün ağarana dek çalıyorlardı. Genç adama gerçekten yakınlık duyan tek kişi Aureliano Segundo idi. Delikanlının direncini kırmaya çalışıyordu. Bir gece, "boşuna zaman harcama" dedi. "Bu evdeki kadınların inadı katırdan beterdir." Delikanlıyla arkadaş olmak istedi, onu şampanya banyolarına çağırdı, ailesindeki kadınların taş yürekli olduklarını anlatabilmek için dilinde tüy bitti. Yine de genç adamın direncini kıramadı. Gecelerce ardı arkası kesilmeyen müzikten usanan Albay Aureliano Buendia, gencin tutkusunu birkaç kurşunla geçirmeye kalkacağını söyledi. Ne yaptılarsa, ne söyledilerse kar etmedi. Ancak, delikanlı acınacak ölçüde düşkünleşince direnmekten vazgeçti. İyi giyimli, temiz tırandaz biriyken, sallapatileşti, kirli, pasaklı oldu. Kim olduğu, nereden geldiği bilinmemekle birlikte, uzak ülkesindeki mevkiine ve servetine sırt çevirdiği söylentileri yayıldı. Kavgacı, delişmen biri oldu. Meyhanelere dadandı. Körkütük içiyor, sonra kendi pisliğine batıp bulanmış olarak Catarino'nun dükkanında ayılıyordu. İşin en acı yanı, Güzel Remedios'un onu hiç farketmeyişiydi. Güzel Remedios ona dikkat etmemişti. Sarı gülü de aklından hiç bir kötülük geçirmeden ve bu davranışın aşırıcılığıyle eğlenerek almış, peçesini de kendi yüzünü göstermek için değil, delikanlının yüzünü daha iyi görebilmek için açmıştı.

Aslında Güzel Remedios, hiç de bu dünyanın insanı değildi. Ergenlik çağını epey geçtikten sonra bile, onu Santa Sofia de la Piedad yıkayıp giydirmek zorunda kalmış ve kendi kendine temizlenmesini öğrendikten sonra da, kakasına batırdığı çubukla duvarlara hayvan resimleri çizmesini önlemek için hep kollanması gerekmişti. Okuma yazma bilmeden, çatal bıçak kullanmayı öğrenmeden yirmi yaşına geldi. Oluşumu bütün geleneklere karşı olduğundan, evin içinde çırılçıplak dolaşırdı. Nöbetçilerin genç kumandanı, kendisini sevdiğini söyleyince, adamın saçmalamasından irkildiği için onu reddetti. Bunu Amaranta'ya anlatırken "Görüyor musun, ne basit adam," dedi. "Sanki ben onmaz bir karın ağrısıymışım gibi, benim yüzümden öleceğini söylüyor." Kumandanın ölüsünü penceresinin önünde buldukları zaman, Güzel Remedios'un onu hakkındaki düşünceleri doğrulanmış oldu.

"Demedim mi size, çok basit adamdı," deyip çıktı işin içinden.

Şibumi Trevanian


"Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür...fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder...hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır. Gözlerini bir an için sanata çevir. Bak, Kabuki can çekişirken, No beri yanda sürünürken, şiddet romanları nasıl kalabalıkları peşinden sürüklüyor. Dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. Çünkü seçerse, kalabalığın içindeki orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak, ve kendisini savunması için kendi yojimbo'sunu, yani eleştirmenleri ortaya sürecektir. Kalabalığın çıkardığı gürültü mantıksızdır ama, kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. Beyinleri yoksa da, binlerce kolları vardır. Bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar."
"Hala Go'dan mı söz ediyoruz, hocam?"
"Evet, Go'dan. Ve onun gölgesi olan hayattan."

Bitik Adam, Thomas Bernhard


Doğa bana karşı,derdi Glenn benimle aynı tarz görüşü paylaşarak, ki ben bu cümleyi de durmadan söylüyorum diye düşündüm. Bizim varoluşumuz durmadan doğaya karşı olmaktan oluşuyor, dedi Glenn, doğayla çatışmaktan oluşuyor, vazgeçinceye kadar, çünkü doğa bizden daha güçlü, onu kendimiz için bir ürününe çevirdik kendimizi beğenmişliğimizle. İnsan değiliz biz, sanat ürünüyüz, piyano çalan bir sanat ürünüdür, iğrenç bir sanat ürünü, dedi sonunda. Biz hiç durmadan doğadan kaçmak isteyen kişileriz ama doğal olarak başaramıyoruz bunu, dedi, diye düşündüm, yarı yolda kalıyoruz. Biz aslında piyano olmak istiyoruz ,dedi, insan olmak değil, piyano olmak, biz ömür boyunca insan değil piyano olmak istiyoruz, olduğumuz insandan kaçıyoruz, tamamen piyano olmak için, inanmak istemiyoruz, ama bu iş başarısızlığa mahkum dedi, İyi bir piyano çalıcısı (hiçbir zaman piyanist demezdi!) piyano olmak isteyen biridir ve ben her gün uyandığımda kendime, Steinway olmak istiyorum, Steinway'i çalan insan değil, Steinway'in kendisi olmak istiyorum, diyorum, Sonra, artık delirdiğimizi sandığımızda, hiçbir şeyden korkmadığımız gibi korktuğumuz, deyim yerindeyse, çıldırmak üzereyken, ara sıra bu ideale çok yaklaşıyoruz, dedi. Glenn ömrü boyunca Steinway'in kendisi olmak istemişti, Bach ve Steinway arasında yalnızca müzik aracı olmak durumundan ve günün birinde Bach ve Steinway arasında ufalanıp gitme düşüncesinden nefret ediyordu, günün birinde, dedi, bir yandan Bach ve öte yandan Steinway arasında ufalanıp gideceğim, dedi, diye düşündüm. Ömür boyu Bach ve Steinway arasında ufalanıp gitmekten korktum ve bu korkunçluktan kurtulmak için büyük çaba gösterdim, dedi. İdeal olan benim Steinway olmam ve Glenn Gould'a gereksinim duymamam olurdu, dedi, bu Steinway olduğumda Glenn Gould'u tamamen gereksiz kılabilirdim. Ama şimdiye kadar hiçbir piyano çalıcısı Steinway olarak kendini gereksiz kılmadı, dedi Glenn. Günün birinde uyanmak ve Steinway ve Glenn olarak tek olmak, dedi, diye düşündüm, Glenn Steinway, yalnız Bach için Steinway Glenn.

20 Mart 2008 Perşembe

Körleşme,Elias Canetti



Önce körlüğünü giyinmesi bitene dek uzattı. Sonra sonra yazı masasının yanına gözleri kapalı gitmeyi de başardı. Oraya gelene dek ardında kalan eşyaları görmediğinden, çalışmaya oturduğunda kafasının onlara takılması sakıncası da ortadan kalkıyordu. Yazı masasının başına geçer geçmez gözlerine özgürlüklerini geri veriyordu. Yine ışığa kavuşmuş olmanın sevinci, gözlerinin hareketlerine daha büyük bir kıvraklık kazandırıyordu. Belki de Kien'in büyük bir cömertlikle sunduğu dinlenme süresi, gözleri için güç kaynağı oluyordu. Bu arada Kien onları yalnızca verimli oldukları alanlarda, yani okuma ve yazmada kullanarak beklenmedik saldırılardan koruyordu. Gerek duyduğu kitapları raflardan gözü kapalı alıyordu. Başlangıçta kendisi de güldü bu şakayı andıran davranışlarına. Kaç kez elini yanlış kitaba atıp, gözleri kapalı ve her şeyden habersiz masasına geri döndüğü oldu. Ancak ondan sonradır ki elini sağ yanda aradığı kitabın üç cilt, ya da sol yanda aradığının bir cilt ötesine uzattığını, bazen de yanlışlıkla ta bir alttaki rafta dek kaydırdığını anladı. Ama bu gibi yanılgılara önem vermiyordu. Sabretmesini bilen bir insan olduğundan, ikinci bir kez yola koyulmasının hiçbir sakıncası yoktu. Ayrıca kitabı yerinden aldıktan sonra, henüz masasının yanına dönmeden adına, cilt sırtına şöyle belli belirsiz bir göz atma isteği duyması da pek ender karşılaştığı bir olay değildi. Böyle zamanlarda gözünü kırpıyor, fazla fazla gözünü bir an için bakmak istediği yere dikip, bunun hemen ardından yine kapatıveriyordu. Ama çoğunlukla kendini tutmayı başarıyor ve gözlerini açık tutmanın herhangi bir sakınca doğurmadığı yazı masasının başına gelene kadar bekleyebiliyordu.

Niteliksiz Adam, Robert Musil


Gelgelelim Kont Leinsdorf bunca akıllı davranırken, bir noktayı düşünmemişti. Çünkü bizim için gerekli olan Doğru'yu tek gören, kendisi değildi; başka sayısız insan da o Doğru'yu sahiplenme savındaydı. Bu, neredeyse daha önce değinilen ve insanın henüz daha karşılaştırmalar yaptığı konumun sertleşme noktası olarak adlandırılabilir. Günün birinde bu benzetmelerden alınan zevk de uçup gider, ve içlerinde asla doyuma ulaşmamış düşlerden oluşma bir dağarcık kalan insanların çoğu, kendilerine bir nokta yaratıp sanki o noktadan onlara vaat edilmiş bir dünya başlamak zorundaymışçasına, bakışlarını gizliden bu noktaya diker. Ekselansları, gazete haberlerini gönderdikten çok kısa bir zaman sonra, parası olmayan bütün insanların buna karşılık içlerinde nahoş birer bağnaz kimliği barındırdığına inanmıştı. İnsanoğlunun içinde barındırdığı bu önyargılı insan-içinde-insan, sabahları onunla birlikte büroya gider ve dünyanın gidişatı karşısında herhangi bir biçimde protestoda bulunmayı başaramaz, buna karşılık yaşadığı sürece gözlerini artık gizli bir noktadan ayıramaz; kurtarıcısını tanımayan dünyanın tüm bahtsızlığı apaçık o noktadan kaynaklansa da, bu noktanın ayırtına o insandan başka kimse varmak istemez. Bir kişinin denge merkezinin dünyanın denge merkeziyle kesiştiği, bu türden saptanmış noktalar, örneğin basit bit hareketle kapanabilen bir tükürük hokkasıdır, içine gelişigüzel bıçak sokulan ve önlemi alınmasa insanlığı kırıp geçirecek olan veremin yayılmasını bir çırpıda önleyebilecek olan tuzlukların lokantalardan kaldırılmasıdır, eşsiz zaman tasarrufu sayesinde toplumsal sorunu da çözecek olan Öhl steno sisteminin yürürlüğe konmasıdır, ya da doğaya uygun, dört bir yana hakim olan yıkımı durduran bir yaşam biçiminden yana çıkılmasıdır, fakat bunun yanı sıra da gökyüzündeki hareketlerle ilgili metafizik bir kuramdır, yönetim mekanizmasının yalınlaştırılmasıdır ve cinsel yaşamda gerçekleştirilecek bir reformdur. Koşullar elverdiğinde, insan günün birinde kendi noktası üzerine bir kitap, bir broşür ya da en azından bir gazete makalesi kaleme alarak ve böylece protestosunu bir ölçüde insanlığın dosyalarına kaydettirerek kendi kendisine yardımcı olur; bu, kimse tarafından okunmasa bile son derece huzur vericidir, ama yazılanlar genellikle bazılarını çeker ve bu kişiler yazara yeni bir Kopernikus olduğu konusunda güvence verip, ardından da kendilerini anlaşılamamış Newton'lar olarak tanıtırlar.

15 Şubat 2008 Cuma

Karamazov Kardesler, Ivan ve Alyosa,Dostoyevski



-(İsa’nın on beş yüzyıl önce “yeniden geleceğim” dediğini yazıyordu kitaplar. Daha yeryüzündeyken “Yeniden geleceğim günü, saati göklerdeki Babamdan başka hiç kimse bilmez.onun oğlu olan ben bile bilmiyorum, demişti.” İvan şiirinde İsa’nın yeniden gelişini anlatıyor.).... Bir an bile olsa, acılar, kederler içinde kıvranan, iğrenç günahlara batmış, ama gene de O’na çocuksu bir sevgiyle bağlı olan ulusa görünmeye karar verdi. Yapıtımdaki olay İspanya’da, Sevil’de geçiyor. Tanrının onuruna her gün ateşler yükseldiği,

Yüce otodafe’de*

Dinsiz çılgınlar yakıldığı,

yıllar... Ah, elbette bu gelişi, söz verdiği gibi, dünyanın sonu yaklaşırken göksel bir görkem içinde, “doğudan batıya çakan bir şimşek” gibi birdenbire inişi değildir. Hayır, bir an içinde olsa, dinsizlerin yakıldığı ateşlerin çatırdadığı ülkedeki evlatlarını görmek istemiştir. On beş yüzyıl önce insanlar arsında üç yıl gezdiği insan kılığıyla girmiştir aralarına gene. Bu güney kentinin sıcak alanına iniyor. Aynı alanda bir gün önce kralın, sarayların, şövalyelerin, kardinallerin, göz kamaştırıcı soylu bayanların, Sevil’lilerin gözleri önünde kardinal büyük engizisyoncu görkemli bir otodafe’de ad mojerm gloriam Dei[1] yüzlerce din düşmanını yakmıştı. Sessizce, belirsizce gelmişti, ama herkes tanıdı O’nu pek gariptir bu. –Yapıtımın en güzel yerlerinden biri burası olabilir, hemen tanınması üzerine parlak sözler edilebilir. Halk önüne geçilmez bir güçle O’na koşuyor, çevresini alıyor, peşine takılıyor. Hiçbir şey söylemeden, sonsuz merhamet dolu bir gülümsemeyle geçiyor aralarından. Sevgi güneşi parlamaktadır kalbinde. Mutluluk, bilgi, güç ışıkları dökülür gözlerinden. Bu ışıklar çevresindeki insanların içine dolar, onlarında kalplerinden sevgi taşar. Kollarını öne uzatıp insanları kutsar, O’na hatta giysisine dokunanlar hastalıklarını bir anda yenen üstün bir güce kavuşurlar. O anda, çocukluktan beri kör bir ihtiyar kalabalık arasından “Rabbim, bana şifa ver de görebileyim seni,” diye bağırıyor. O anda, gözlerinin önünde bir perde varmışta çekilmiş gibi görmeye başlıyor ihtiyar. O’nu görüyor. Halk ağlıyor, ayağını bastığı yerleri öpüyor. Çocuklar çiçek atıyorlar önüne, “Yardımcımız ol!” diye bağırıyorlar. Herkes “O’dur, diyor. O’ndan başkası olamaz.” Sevil katedralinin kapısında gelip duruyor. Tam o anda bir kalabalık ağlaya sızlaya, beyaz, üstü açık, küçük bir tabut getirmişlerdir katedrale: Varlıklı bir kentlinin yedi yaşındaki küçük kızı ölmüştür. Çiçekler içinde yatmaktadır kızcağız. İki gözü iki çeşme ağlayan anneye “Yavrunu diriltecek,” diye bağırıyorlar kalabalıktan. Tabutu karşılamaya çıkan katedral papazı şaşkın çevresine bakıyor, kaşlarını çatıyor. Yavrusu ölen annenin çığlığı duyuluyor birden. O’nun ayaklarına kapanıyor, kollarını havaya kaldırıp “Gerçekten O’ysan dirilt yavrumu!” diye yalvarıyor. Herkes duruyor, tabutu indiriliyor, tam ayaklarının dibine bırakılıyor. Merhametle bakıyor, ağzından tane tane şu sözcükler dökülüyor: “Kalksın kız.” Kız tabutun içinde doğrulup oturuyor, şaşkınlıktan açılmış gözleriyle gülümseyerek bakınıyor. Tabutta yatarken elinde tuttuğu beyaz gül demetini bırakmamıştır hala. Kalabalık çalkalanır, herkes bağırmaya ağlamaya başlamıştır. İşte tam bu anda katedralin önündeki alandan büyük engizisyoncu kardinal geçer. Doksan yaşlarında, uzun boylu zayıf yüzlü, gözleri gez çukurlarına kaçmış, ama bakışları gene de çakmak çakmak, dimdik yürüyen bir ihtiyardır bu. Ah, dün Roma dininin düşmanlarını yakarken giydiği kardinal giysisi değildir üzerindeki. Kaba bir rahip cüppesi vardır omuzlarında. Birkaç adım arkasından yardımcıları, kulları, “kutsal” koruyucuları yürümektedir. Kalabalığın önünde durup, uzaktan bakıyor. Her şeyi, tabutu O’nun ayaklarının dibine koyduklarını da, kızın dirilişini de görmüştür. Surat asıyor birden. Ak düşmüş gür kaşlarını çatıyor. Bakışı kötü kötü parlıyor. Parmağıyla onu gösterip, koruyucularına “yakalayın,” diye buyuruyor. Kardinal öylesine güçlüdür, halk öylesine korkar ondan ki, hemen geri çekilir kalabalık, koruyuculara yol açar. Bir anda ortalığı kaplayan ölüm sessizliği içinde yakalarlar O’nu, götürürler. Halk hep birden eğiliyor büyük engizisyoncunun önünde, beriki hiçbir şey söylemeden kutsuyor onları, yürüyüp gidiyor. Koruyucular tutukluyu kutsal mahkemenin eski yapısındaki karanlık, dar, kemerli zindana götürüp kapıyorlar. Gün batıyor, sıcak, “yaprak kıpırdamayan”, karanlık bir Sevil gecesidir... Hava “defne,limon kokuyor.” Gecenin zifiri karanlığında zindanın demir kapısı açılıyor birden, elinde bir kandille büyük engizisyoncu yavaş yavaş giriyor içeri. Yalnızdır, kapı hemen kapanıyor arkasından. Kapının yanında durup uzun uzun O‘nun yüzüne bakıyor. Sonunda yavaşça yaklaşıyor, kandili masanın üzerine koyuyor, şöyle diyor:

-Sen misin O? Sen misin?

Ama karşılık alamayınca aceleyle ekliyor:

-Cevap verme bana, sus. Zaten ne söyleyebilirsin ki ? Ne söyleyeceğini çok iyi biliyorum. Hem daha önce söylediklerine bir şey ekleme hakkında yok zaten. Niçin işimize engel olmak istiyorsun. Bize engel olmaya geldin, kendinde biliyorsun bunu. Ama yarın ne olacak, biliyor musun? Kimin nesi olduğunu bilmiyorum, O musun, yoksa onun benzeri misin, bilmek de istemiyorum. Ama yarın cezalandıracağım seni, dinsizlerin en azgını diye yaktıracağım. Bugün ayaklarını öpen o insanlar var ya, işte onlar bir baş işaretimle ateşini tutuşturmak için birbirleriyle yarışacaklar. Biliyor musun bunu?

Kardinal gözlerini tutsağın gözlerinden bir an ayırmadan duygulu bir dalgınlıkla,

-Öyle ya, diye ekledi. Belki de biliyorsundur bunu.

Hiç konuşmadan ağabeyini dinleyen Alyoşa gülümsedi.

-Anlamıyorum bunları İvan, dedi. Sınırsız bir hayal gücünün ürünü mü anlattıkların, ihtiyarın gördüğü bir düş mü, yoksa tuhaf bir quid pro quo[2] mu?

İvan da gülümsedi.

-Günümüzün gerçekliği böylesine sardıysa seni, hayal ürünü hiçbir şeyi kabul edemiyorsan, sonuncuyu kabul et bari. Madem ki quid pro quo diyorsun, öyle olsun.-Gene gülümsedi İvan-Gerçektir, doksan yaşındadır ihtiyar, inancıyla aklını çoktan bozmuş olabilir. Tutsağı, dış görünüşüyle şaşırtmış da olabilir onu. Nihayet bir sayıklama, doksanlık bir ihtiyarın ölüm öncesinde gördüğü bir düş de olabilir. Bir gün önce yüz kafiri yaktırmanın verdiği heyecanı da bunlara eklersen... hem ha quid pro quo olmuş, ha sınırsız bir hayal ürünü, bize göre hepsi bir değil mi? Önemli olan ihtiyarın konuşmak istemesidir, doksan yıl içinde sakladığı, sözünü etmediği şeyleri yüksek sesle anlatıyor.

-Tutsak hep susuyor mu? Yüzüne bakıyor ağzını açmadan dinliyor değil mi?

İvan gene gülümsedi.

-Evet, öyle olması gerekir zaten. Daha önce söylenenlere bir şey eklemeye hakkı olmadığını söylüyor ona. Doğrusunu istersen, Roma Katolikliğinin en önemli özelliklerinden biriyle büyük benzerlik vardır bunun arasında. Hiç değilse ben böyle düşünüyorum: “Papaya her şeyi söyledin öyleyse her şey Papanındır şimdi, artık gelme yer yüzüne, son ana kadar işimize karışma.” Böyle söylemekle kalmıyor, bunu kitaplarında yazıyorlar bile, hiç değilse Cizvitler yapıyor bunu.. Din bilginlerinin kitaplarında ben okudum. İhtiyar şöyle soruyor O’na: “Geldiğin dünyanın bilinmezliklerinden olsun söyleyebilir misin bize?” Yanıtı da kendi veriyor: “Hayır, daha önce bildirdiklerine ekleyecek bir şeyin yok. Yeryüzüne önceki gelişinde öylesine savunduğun özgürlüğü çekip alamazsın kişioğlunun elinden. Şimdi bildireceğin her şey kişioğlunun inanç özgürlüğüne darbe indirecektir. Çünkü bir mucize olacaktır bu, oysa bin beş yüz yıl önce onun özgürlüğü senin için en değerli şeydi. O zaman sık sık şöyle söyleyen Sen değil miydin: “Özgürlüğünüze kavuşturmak istiyorum sizi.” –İhtiyar birden dalgın dalgın gülümsüyor.-Ama bu “özgür insanları” gördün işte. Gözlerinin içine sert sert bakarak şöyle ekliyor: “Bu çok pahalıya oturdu bize, ama Senin adına bir sonuca erdirdik bu işi sonunda. Bu özgürlük yüzünden on beş yüzyıl acı çektik, ama bitti artık. Kökünden hallettik sorunu. Kökünden hallettiğimize inanmıyor musun? Tatlı tatlı bakıyorsun yüzüme, bana kızmayı bile gerekli bulmuyorsun öyle mi? Ama şunu bil ki şimdi, özellikle günümüzde kişioğlu her zamankinden daha bir özgür olduğuna kesinlikle inanmaktadır. Oysa kişisel özgürlüğünü kendisi getirmiş, saygıyla ayaklarımızın dibine bırakmıştır. Ama biz yaptık bunu. Böyle bir özgürlük müydü Senin istediğin?”

Alyoşa ağabeyinin sözünü kesti:

-Gene anlayamıyorum, ihtiyar alay mı ediyor?

-Hiç de alay etmiyor. Tersine, insanları mutlu kılmak için özgürlüğü sonunda yenebilmelerini kendisi için de, adamları için de kıvanç verici bir görev saydığını belirtmek istiyor. “Çünkü ancak şimdi insanların mutluluğu üzerine düşünebiliyor (engizisyondan söz ediyor kuşkusuz.) Kişioğlu baş kaldırıcı olarak yaratılmıştır. Baş kaldıranlar mutlu olabilir mi hiç? Seni uyardılar. Uyarma, öğüt ettik değildi, ama dinlemedin hiç birini. Kişioğlunun mutlu kılınabileceği tek yolu kabul etmedin. Neyse ki giderken bize bıraktın işleri. Vaat ettin, söz verdin, işleri yürütmek hakkını bize tanıdın, şimdi bu hakkı elimizden almayı düşünmezsin umarım. Niçin geldin, işlerimize engel oluyorsun?”

-Uyarmanın, öğütün eksik olmaması ne anlama geliyor? diye sordu Alyoşa

-İhtiyarın asıl söylemek istediği de bu işte.

-“Ürkünç, zeki ruh, yok etme ve yokluk ruhu, -konuşmasını sürdürüyor ihtiyar-, yüce ruh çölde konuşmuş Seninle, kitaplarda yazılıdır bu, sözde “yolunu şaşırtmak” istemiş. Öyle mi? Sana üç soruyla bildirdiği, kabul etmediğin, kitaplarda adı “yol şaşırtıcı” diye geçen şeylerden daha bir gerçek şey var mıdır? Aslında, yeryüzünde gerçek, ulu bir mucize olmuşsa, o gün, bu üç soru mucizeydi. Yalnızca denemek için şöyle düşünebilsek: Ürkünç ruhun sorduğu bu üç soru kitaplardan silinip gitse, onları yeniden bulup, düşünüp kitaplara yazmak gerekse; bunun için dünyanın en bilge kişilerini –yöneticilerini, din bilginlerini, bilim adamlarını, filozoflarını, ozanlarını- toplayıp şöyle deseler: Düşünün taşının, üç soru bulun, ama bu soruların gerçekle çelişmemelerinden başka, üç sözcükte, yalnızca üç tümcede dünyanın, kişioğlunun bütün geleneğini anlatmaları gerekmektedir. Yüce, zeki ruhun çölde Sana gerçekten sorduğundan kuşku edilemeyecek o üç soruya güç, derinlik bakımından yaklaşılabilecek bir soru bile bulunabileceğini sanıyor musun? Yalnızca bu sorular, onların ortaya çıkışındaki mucize bile karşısındakinin geçici, dünyasal değil ölümsüz, gerçek bir zeka olduğunu göstermeye yetiyor. Çünkü insanlığın geleceği tüm olarak bu sorularda dile gelmiş, kişioğlunun yeryüzündeki çözümlenememiş, tarihsel çatışmaları bu sorularda biçimlerini bulmuştur sanki. O zaman şimdiki kadar açık seçik olamazdı bu sorular, böylesine rahat anlaşılamazdı. Çünkü geleceği bilemez insan. Ama şimdi on beş yüzyıl geçti aradan, her şeyin bu üç soruda kesinlikle haber verildiği, olayların burada söylenenlere öylesine uyduğu kanısındayız ki, bunlara bir şey eklemek, yada çıkarmak olmaz!

Kendin söyle, Sen mi haklıydın, o zaman Seni sorguya çeken mi? Birinci soruyu anımsa. Kelimesi kelimesine olmasa bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi: “İnsanların arsına katılmak istiyorsan, hem de elin kolun boş... Özgürlük sözcüğünü götürüyorsun onlara yalnızca, oysa onlar basit, doğuştan basit yaratıklar oldukları için bu sözcüğü anlayamayacaklardır. Korkacaklardır, dehşete düşeceklerdir. Çünkü kişioğlu için özgürlük sözcüğünden daha anlamsız bir şey olamaz! Oysa şu kızgın çöldeki taşlarlı görüyor musun? Onları ekmek yap, insanlar koyun sürüsü gibi gelirler peşinden.” Ama kişioğlunun özgürlüğünü elinden almayı istemedin sen, bu öneriyi reddettin. “Onların bana bağlılıkların ekmekle satın alırsam özgürlük nerede kalır? diye düşündün. “Kişioğlu yalnız ekmekle yaşamaz” dedin. Ama toprak ruhunun bu ekmek uğruna Sana baş kaldıracağını, Seninle cenkleşeceğini, Seni yeneceğini, bütün insanların “Bu canavarın dengi yok, bize gökten ateşi indirdi” diye bağırarak onun peşinden koşacağını biliyor musun? Yüzyılların geçeceğini insanların kendi akılları ve bilim ağzıyla konuşmaya başlayacaklarını, dine karşı suç işlemek diye bir şeyin, dolayısıyla günahın olmayacağını, yalnızca açların bulunacağını söyleyeceklerini biliyor musun? Sana karşı kaldırılan, senin tapınağını yıkacak olan sancakta “İnsanı doyur, sonra erdem iste ondan!” diye yazıyor. Tapınağının yerinde yeni bir yapı, gene ürkünç bir Babil Kulesi yükselecek. Gerçi eskisi gibi o da tamamlanamayacak ya, bu yeni kuleden gene de kaçınılabilir, kişioğlunun acısını bin yıl kısaltabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraştıktan sonra nasıl olsa bize gelecekler! O zaman gene yer altında, katakomplarda saklanır bulacaklar bizi (çünkü gene kovulacağız, eziyet edecekler bize), bulunca şöyle bağıracaklar: “Karnımızı doyurun, bizlere göklerden ateş indirmeyi vaat edenler sözlerini tutmadılar.” O zaman biz tamamlayacağız onların kulesini, çünkü karınlarını kim doyurursa onun başaracağı iştir bu. Karınlarını da ancak biz, Senin adına, Senin için yalan söyleyerek doyurabiliriz. Ah, hiçbir zaman, biz olmasak hiçbir zaman doymaz karınları. Özgür kaldıkları sürece hiçbir bilim ekmek sağlamaz onlara. Ama sonunda özgürlüklerini getirip ayaklarımızın dibine bırakacaklar, “Köleniz olalım daha iyi, yeter ki doyurun karnımızı” diyecekler. Özgürlükle ekmeğin ikisinin bol ölçüde bir insanda bulunmasının anlamsız olduğunu, çünkü bu iki şeyin hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını sonunda kendileri anlayacaklardır! Güçsüz, ahlaksız, zavallı baş kaldıran oldukları için hiçbir zaman özgür olamayacaklarına da inanç getireceklerdir. Göksel ekmek vaat ettin onlara, ama gene söylüyorum, Senin bu ekmeğin güçsüz, sonsuza dek lanetlenmiş, nankör kişioğlunun gözünde dünya ekmeğinin yerini tutabilir mi hiç? Hem göksel ekmek için binlerce, on binlerce insan Senin peşinden gelse bile, göksel ekmek uğruna dünyasal ekmekten vazgeçebilecek kadar güçlü olmayan milyonlarca, milyarlarca zavallı ne olacak? Yoksa yalnız on binlerce büyük, güçlü insan mı değerlidir Senin için? Geri kalan milyonlarca güçsüz, ama Seni seven insan, büyüklerin, güçlülerin gereci mi olacaktır? Hayır, güçsüzlerde değerlidir bizim için. Ahlaksızdırlar, baş kaldırandırlar, ama sonunda söz dinler de olacaklar. Bize hayran kalacaklar. Başlarına geçip, onları özgürlükten kurtardığımız için bize Tanrı gözüyle bakacaklar... Özgürlük öyle ağır gelmeye başlayacak onlara sonunda!..Ama biz, Senin yolunda olduğumuzu, Senin adına hüküm sürdüğümüzü söyleyeceğiz. Gene kandıracağız onları, çünkü bir daha yanımıza yaklaştırmayacağız Seni. Bizlerin acıları da bu kandırmada toplanacak, çünkü yalan söylemek zorunda kalacağız. İşte çölde sorulan ilk sorunun anlamı buydu. En değer verdiğin özgürlük uğruna işte bunu reddettin. Öte yandan bu soruda dünyanın büyük bir sırrı da yer almaktaydı. “Ekmek” sözcüğüne itiraz etmeseydin, insanlığın en büyük sorunlarından birini halletmiş olurdun. “Kime tapınmalı?” sorunudur bu. Kişioğlu için, başıboş kalınca hemen tapacak bir şey bulmak telaşından daha acılı bir kaygı yoktur. Ama hiç kimsenin kuşku edemeyeceği, büyüklüğüne herkesin bir anda inanacağı, önünde eğileceği bir şey arar kişioğlu. Çünkü bu zavallı yaratıkların asıl dertleri, benim yada başka birisinin tapınacağı bir şey bulmak değildir. Herkesin inanacağı, önünde eğileceği, herkesin hep birlikte tapınacağı bir şey bulmak isterler. İşte tapınmadaki bu genellik her insanın, tüm insanlığın yüzyıllardan beri en büyük acısıdır. Hep birlikte tapınmak için birbirlerini öldürmüşlerdir. Kendilerince Tanrılar yaratıp birbirlerine şöyle seslenmişlerdir: “Tanrılarınızı bırakın, bizim Tanrımıza tapının. Yoksa sizi de Tanrılarınızı da öldürürüz!” Dünyanın sonuna dek böyle olacaktır bu, yeryüzünde Tanrılar kalkınca bile değişmeyecektir durum: Bir şeyi değiştirmez Tanrıların kalkması, putların önünde yere kapanırlar. Kişioğlunun yaratılışındaki bu en önemli özelliği biliyordun Sen. Bilmemen olmazdı, ama insanları Sana tapmak zorunda bırakacak gerçek bayrağı, dünyasal ekmek bayrağını özgürlük uğruna, göksel ekmek uğruna kabul etmedin. Öteki yaptıklarına da şöyle bie göz at. Ne yaptıysan hepsi özgürlük uğrunadır! Söylüyorum Sana, zavallı kişioğlunun, doğuştan sahip olduğu özgürlüğünü bir an önce verebileceği bir varlık aramaktan daha bir acılı kaygısı yoktur. Ama kişioğlunun özgürlüğünü, onun vicdanını kim huzura kavuşturursa o elde edebilir ancak. Ekmek Senin için büyük bir fırsattı: Ekmeği verince Sana taparlardı, çünkü ekmekten daha güçlü bir şey yoktur. Ama bu arada Senden başka biri de onun vicdanını ele geçirirse... Senin ekmeğini bile fırlatır atar o zaman, vicdanını çelenin peşinden gider. Bu bakımdan haklıydın. Çünkü kişioğlunun varoluş sırrı, yalnızca yaşamakta değil, yaşamanın nedenindedir. Kişioğlu, niçin yaşadığını kesin olarak bilmeyince, dünya nimetine boğulmuş olsa bile, yaşamaktansa bir an önce ölmeyi yeğler. Böyledir bu, ama ne oldu: Kişioğlunu elindeki özgürlüğü alacağına, daha çoğunu verdin ona. İyiyle kötüyü seçmenin kişioğlu için huzurdan, hatta ölümden daha istenmeyen bir şey olduğunu unuttun mu yoksa? Kişioğlu için vicdan özgürlüğünden güzel, ama aynı zamanda acı bir şey yoktur. İşte böylece kişioğlunun sonsuz huzurunun temelini atacağına; olmayacak, bilinmez, belirsiz şeyler aldın ele, insan gücünü aşan yolu tuttun, yani kişioğlunu sevmiyormuş gibi davrandın, hem de kim yaptı bunu: Onların uğruna ölmemek için dünyaya gelen Sen! Kişioğlunun özgürlüğünü elinden alacak yerde, çoğalttın bu özgürlüğü, insanlığın ruhsal dünyasına sonsuza dek sürecek acılar kattın. Kişioğlunun özgür olmasını istemen, onun Sana bağlanarak, Seni içten severek peşinden gelmesini özlemendi. Eski doğal yasalar yerine yeni bir yasa getirdin: Kişioğlu Senin önderliğinde, neyin iyi neyin kötü olduğuna özgür olarak kendisi karar verecekti artık. Ama seçme özgürlüğü gibi ürkünç bir yükün altında ezilen kişioğlunun sonunda Senin önderliğini, hatta gerçeğini de reddedeceğini düşünmedin mi hiç? Gerçeğin sende olmadığını bağırmaya başlayacaklardır sonunda. Çünkü öyle olsa, arkanda bunca çözülmemiş sorun bırakıp onları şaşkınlığa, acıya salmazdın, diye düşünecekler. Böylece, krallığının yıkılmasına kendin fırsat vermiş oldun, bundan böyle kimseyi suçlama artık. Oysa bu muydu sana önerilen? Bu güçsüz baş kaldıranı, gene onların mutluluğu için yenecek, sonsuza dek tutsak edecek üç güç vardır yeryüzünde, bunlar: Mucize, sır bir de otoritedir. Üçünü de reddettin Sen, bu durumun suçlusu Sensin. Ürkünç, sonsuz zeki ruh Seni tapınağın tepesine çıkarıp, “Tanrının oğlu olup olmadığını öğrenmek istiyorsan kendini aşağı at, çünkü Tanrının oğlunu meleklerin tutacağı, bir yeri incinmesin diye onu yere yavaş yavaş indireceği söyleniyor. Tanrının oğlu olduğunu kanıtla, babana ne denli inandığını göster.” Dediğinde kabul etmedin, atmadın kendini aşağı. Ah, soylu, gurur dolu, Tanrıya yaraşır bir davranıştır bu elbette, ama insanlar, zavallı baş kaldıran yaratıklar ne anlar bundan! Ah, bir adım öne atsan, aşağı atlamak için yerinden kıpırdasan, o anda inancını yitirmiş olacağını, kurtarmaya geldiğin yeryüzüne çarpıp parçalanacağını, yolunu şaşırtmaya gelen zeki ruhun istediğinin de bu olduğunu anlamıştın. Ama gene söylüyorum, Senin eşin var mı ki? Bir an için bile olsa, insanların böylesi bir ayartmaya karşı koyacak güçte olabileceklerini düşünebildin mi? Kişioğlunun yaratılışı mucizeyi reddetmeye elverişli midir? Hayatın böylesine ürkünç anlarında, ruhunun en azap veren, yıldıran asıl sorunlarını çözmeye çalışırken yalnızca kalbin sesini dinleyebilir mi? Ah, yüce davranışının kitaplarda saklanacağını, zamanın, yeryüzünün en uzak sınırlarına varacağını biliyor; kişioğlunun da, Senin peşinden gelerek, mucizeye gereksinmeden Tanrıya kavuşacağını umuyordun. Ama kişioğlunun mucizeyi reddettiği anda Tanrıyı da reddedeceğini, çünkü onun Tanrıdan çok mucizeyi aradığını bilmiyordun. Mucize olmadan yaşayabilecek gücü yoktur kişioğlunun. Hemen yeni yeni mucizeler bulur kendine. Tanrıtanımaz, dinsiz, başkaldıran olsa bile, üfürükçülerin, büyücü kadınların önünde diz çöker, Alay ederek, Seni küçümseyerek “Çarmıhtan in, Tanrının oğlu olduğuna inanalım,” diye bağırdıklarında inmedin çarmıhtan. Kişioğlunu mucizenin gücüyle değil de, içten gelen özgür bir sevgiyle kendine bağlamak için inmedin. Özgür sevgi tutkusuyla yanıyordu için. Kölelerin, onları ezen büyük güce duydukları kölece hayranlıktan nefret ediyordun. Ama fazla büyüttün gözünde insanları, çünkü her ne kadar baş kaldıran olarak yaratılmışsa da, köle olduklarından kuşku edilemez onların. Çevrene bakıp kendin söyle: hangi birini kendi düzeyine çıkarabildin? Yemin ederim ki, Senin sandığından çok daha güçsüz, bayağı yaratılmıştır insan! Senin yaptığını yapabilir mi o hiç? Ona böylesi saygı duyduğun için, ona artık acımıyormuş gibi davrandın, gücünü aşan şeyler bekledin ondan. Hem kim yaptı bunu, onu kendinden çok seven Sen! Daha az saygı duysaydın, daha az şey isterdin ondan, sevgiye de daha yakın olurdu bu, çünkü yükü daha hafiflerdi. Güçsüzdür kişioğlu, bayağıdır da. Günümüzde bize başkaldırmış, başkaldırıyor diye gurur duymuş ne önemi var bunun? Çocukça bir gurur bu.sınıfta kazan kaldırıp, öğretmeni kovan küçüklerden farkları yoktur bunların. Ama çocukcağızların heyecanı da dinecektir bir gün, pahalıya mal olacaktır onlara bu heyecan. Tapınakları yıkacaklar, yeryüzünü kana boyayacaklar. Ama sonunda, başkaldıran olsa bile, kendi başkaldırmalarına dayanamayan güçsüz baş kaldıranlar olduklarını anlayacaklar bu budala çocuklar. Ahmakça göz yaşı dökerek, kendilerini başkaldıran olarak yaratanın, kuşkusuz onlarla alay etmek istediğini söylemeye başlayacaklar. Umutsuzluk içinde söyleyecekler bunu, böyle söylemekle Tanrıya küfür etmiş olacaklar, bu küfür daha da mutsuz kılacak onları, çünkü insan yaratılışı küfrü kaldıramaz, her zaman kendi kendinden öcünü alır bunun. Özgürlüğüne kavuşması için öylesine acılar çektiğin kişioğlunun şimdiki durumunu görüyorsun işte: Huzursuzluk, kargaşalık, mutsuzluk içinde kıvranıp duruyor! Yüce bilgen, kitabında, ilk dirilişe katılanları gördüğünü, her boydan on ikişer bin olduklarını söylüyor. Böylesine çok olduklarına göre insan değildiler demek, her biri birer Tanrıydı. Senin acına tanık oldular, kupkuru çölde böcek, bitki kökü yiyerek yıllarca yaşadılar... öyleyse bu özgürlük çocuklarıyla, bu özgür sevgiyle, Senin için yapılan bu yüce fedakarlıkla övünebilirsin. Ama şunu unutma, topu topu birkaç bindi onlar, hem Tanrıydılar... ya geri kalanlar? Geri kalan güçsüzler, güçlülerin dayanabildiklerine dayanamadıysalar ne yapmalı? Güçsüz bir ruh böylesine ağır mutluluğu kaldıramadı diye suçlu sayılabilir mi? yoksa yalnız seçkinler, seçilmişler için mi geldin yeryüzüne? Eğer öyleyse, burada bizim anlayamayacağımız bir sır var demektir. Sırrı kabul edince de, bu sırrı insanlara anlatmaya, kalplerinin özgür kararının, sevgilerinin önemli olmadığını, körü körüne, hatta vicdanlarının sesine kulak asmadan baş eğmek zorunda oldukları sırrın önemli olduğunu onlara anlatmaya hakkımız var demektir. Biz de öyle yaptık. Yapıtına başka bir biçim verdik, mucize, sır, otorite temeline dayandırdık onu. İnsanlar da yeniden sürüye dönüşmelerine, onlara öylesine acı veren bu ürkünç yükten sonunda kurtulmalarına sevindiler. Söyle, böyle davranmakta haklı mıydık? Kişioğlunun güçsüzlüğünü sezinleyerek yükünü hafifletmemiz onu sevdiğimizi göstermez mi? niçin geldin, niçin engel olmak istiyorsun bize? Hem niçin öyle durgun, sevgi dolu bakışlarla bakıyorsun yüzüme? Öfkelen, Senin sevgini istemiyorum. Ben de Seni sevmiyorum çünkü. Hem ne diye saklayayım bunu? Karşımdakinin kim olduğunu bilmiyor muyum sanki! Sana söyleyebileceğim her şeyi daha ben söylemeden bildiğini gözlerinden okuyorum. Sırrımızı ben mi saklayacağım Senden? Belki bir de benden dinlemek istersin onu, dinle öyleyse: Seninle değil, Onunlayız, sırrımız bu işte! Hanidir bıraktık Seni, sekiz yüzyıldan beri Onunlayız. Tam sekiz yüzyıl önce, Senin nefretle reddettiğin şeyi, yeryüzü krallıklarını göstererek Sana vermek istediği o son mükafatı aldık ondan: Roma’ya Sezar’ın kılıcına sahip olunca yeryüzünün tek hakimi ilan ettik kendimizi. Yaptığımızı kesin bir sonuca erdiremediysek suç kimin? Ah, hala başındayız işin, ama başladı ya bir kez. Sona daha çok var. Toprak ana çok çekecek daha, ama amacımıza varacağız, yeryüzüne tek başımıza hakim olacağız, kişioğlunun topluca mutluluğunu da o zaman düşünürüz. Oysa daha o zaman sahip olabilirdin Sezar’ın kılıcına. Niçin teptin bu son bağışı? Yüce ruhun bu son bağışını kabul etseydin kişioğlunu, yeryüzünde aradığı her şeye kavuştururdun. Kime tapınacaklarında, vicdanlarını kimin ayaklarının dibine bırakacaklarında kuşkuya düşmezlerdi. Gürültüsüz patırtısız, hep bir arada kardeş kardeş yaşarlardı. Çünkü hep birlikte olmak isteği kişioğlunun üçüncü, son acı kaynağıdır. İnsanlar hep birlikte olmaya yönelmiştir her zaman. Büyük uluslar çok olmuştur tarihte, ama bir ulus büyüdükçe mutsuzluğu da o oranda artmıştı. Çünkü yeryüzündeki bütün insanların hep bir arada yaşaması isteği öteki uluslardan daha güçlü yakmaya başlamıştır içini. Timur, Cengiz-Han gibi büyük fatihler bütün dünyayı elde etmek amacıyla yeryüzünde bir kasırga gibi esip geçmişler, ama onlarda –belki bilmeden- hep kişioğlunun birlikte olmaya duyduğu o aşırı tutkuya hizmet etmişlerdir. Sezar’ın kılıcını alıp bir yeryüzü krallığı kurabilirdin Sen de, yeryüzüne huzur getirebilirdin. Çünkü kişioğlunun vicdanını ekmeğini bulundurandan başka kim hükmedebilir insanlara? Biz Sezar’ın kılıcını da aldık, kılıcı ele geçirince Seni de inkar edip, Onun peşinden gittik. Ama özgür akıl, bilim, yamyamlık rezaletinin sona ermesine daha yüzyıllar var. Çünkü Babil kulesini bizsiz yükseltmeye koyulan kişioğlunu en son yapacağı şey yamyamlıktır. Ancak o zaman sürünerek gelecek yanımıza hayvan, ayaklarımızı yalayacak, kanlı gözyaşları dökerek ağlayacak. Biz de sırtına bineceğiz, üzerinde “Sır!” yazılı kupayı havaya kaldıracağız. Ancak o zaman, evet ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacak kişioğlu. Seçkin insanlarınla övünüyorsan, ama yalnız onlar var Sen’de, fakat biz tüm insanlığı huzura kavuşturacağız. Dahası var: Seçkin olabilme mutluluğuna erişmiş güçlülerin bir çoğu Seni beklemekten yoruldular artık, ruhsal güçlerini başka alanlara aktardılar, aktaracaklar da. Sonunda özgür bayrağı sana karşı kaldıracaklar. Ama kendin verdin onlara bu bayrağı. Oysa, bizde herkes mutlu olacak, Senin özgürlüğünde olduğu gibi her yerde baş kaldırmayacak, birbirini öldürmeyecekler. Ancak bizim için özgürlüklerini teptikleri, bize boyun eğdikleri zaman özgür olduklarına inandıracağız onları. Ne dersin, haklı mı olacağız böyle söylemekte. Yoksa aldatacak mıyız onları? Haklı olduğumuza kendiliklerinden inanacaklar, çünkü Senin o özgürlüğünün onları ne denli korkun bir köleliğe, kargaşalığa sürüklediğini anımsayacaklar. Özgürlük, özgür akıl, bilim öylesine çıkmaza sokacak onları, öylesine mucizeler, çözülmemiş sırlar çıkaracak karşılarına ki, bazı dik başlılar, azgınlar kendi kendilerini yiyecekler, öteki az güçlü dik başlılar birbirlerini yok edecekler, geri kalan güçsüzler, mutsuzlarsa sürünerek bizim ayaklarımızın dibine gelecek, şöyle bağıracaklar: “Evet, haklıydınız, O’nun sırrı yalnız sizin elinizdeymiş. Size geliyoruz, kendi kendimizden kurtarın bizi.” Bizden ekmeği alırken, bunda mucize falan olmadığını, taşı ekmek yapmadığımızı, onların yaptığı ekmeği, gene onlara vermek için ellerinden aldığımızı açık seçik görecekler elbette. Ama ekmek bulduklarından çok, onu bizim elimizden aldıklarına sevinecekler! Çünkü bizden önce yaptıkları ekmeğin ellerinde taş olduğunu, oysa bize dönünce ellerindeki taşın ekmek olduğunu hiç unutmayacaklar. Boyun eğmenin değerini çok iyi anlayacaklar! Kişioğlu bunu anlamadığı sürece mutsuz olacaktır. Bu anlayışsızlığın suçu kimindir? Söyle. Sürüyü kim dağıttı? Kim bilinmez yollara sürükledi onu? Ama gene toplanacaktır sürü, gene yola gelecektir. O zaman sakin, huzur dolu bir mutluluk vereceğiz onlara. Onlar gibi güçsüz yaratıkların aradığı mutluluktur bu. Sonunda öğreteceğiz onlara gururlu olmayı. Çünkü yükselttin onları Sen, gururlu olmaya alıştırdın. Güçsüz yaratıklar, zavallı çocuklar olduklarını, asıl tatlı olanında çocukların mutluluğu olduğunu kanıtlayacağız onlara. Ürkecek, gözümüzün içine bakmaya başlayacaklar, korkuyla bize sokulacaklar. Şaşacaklar bize, korkacaklar, böylesine heyecanlı milyarlık bir sürüyü sakinleştirecek kadar akıllı, güçlü olduğumuz için övünecekler bizimle. Öfkelenmemizden çok korkacaklar. Akılları zayıflayacak, çocuklar, kadınlar gibi sulu gözlü olacaklar, ama en küçük bir işaretimizle hemen neşeleniverecekler., gülmeye, çocuksu bir mutluluk içinde şarkı söylemeye başlayacaklar. Evet, çalışmaya zorlayacağız onları, ne var ki boş zamanlarında yaşantılarına çocukça bir oyuna çevireceğiz, koroyla çocuk şarkıları söyleteceğiz, masum danslar ettireceğiz. Ah, günah işlemelerine de izin vereceğiz. Zayıf, güçsüz yaratıklardır onlar, günah işlemelerine izin veriyoruz diye çocuksa bir sevgiyle bağlanacaklar bize. Bizim iznimiz olursa her çeşit günahın bağışlanacağını söyleyeceğiz. Onları sevdiğimiz için izin vereceğiz günah işlemelerine, bu günahların cezasını da üzerimize alacağız. O zaman, günahlarının sorumluluğunu Tanrı önünde üzerine alan velinimetler diye aşırı saygı duyacaklar bize. Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak. Karılarıyla, metresleriyle yaşamalarına, çocuk yapmalarına –hep bize gösterecekleri bağlılığa bakarak- ya izin verecek, yada vermeyeceğiz. Seve seve, gönülden dinleyecekler sözümüzü. Vicdanlarının en acı sırlarını, her şeylerini bize açacaklar, biz karar vereceğiz, bizim söylediğimize sevinerek inanacaklar, çünkü vereceğimiz karar büyük bir üzüntüden, şimdiki özgür karar vermenin korkunç acısından kurtaracak onları. Herkes, birkaç yüz bin yönetici dışında milyonlar mutlu olacak. Yalnızca bizler, sırrı ellerinde bulunduran bizler mutlu olmayacağız. Milyarlarca mutlu çocuğun yanında, iyilikle kötülük kavramlarının lanetini üzerine almış yüz bin çilekeş bulunacak. Senin uğruna sessizce ölecekler. Ama bizler sırrı saklayacağız. Onların mutluluğu için göksel, ölümsüz mükafatla bu yana çekeceğiz onları. Çünkü öte dünyada bir şeyler olsa bile, böyleleri için değildir bu. Bir gün gene geleceğini, seçtiğin gururlu güçlülerinle geleceğini, gene yeneceğini söylüyorlar, ama biz de onların yalnızca kendilerini kurtardıklarını söyleyeceğiz. Hayvanın sırtında oturup elinde sırrını tutan şaşkının alaşağı edileceğini, güçsüzlerin yeniden baş kaldırarak sırtlarındaki rahibin cüppesini parçalayacaklarını, “iğrenç” bedenini çırılçıplak edeceklerini söylüyorlar. Ama o zaman ben ayağa kalkacağım, günahı tanımayan milyarlarca çocuğu göstereceğim Sana. Bizler, onların mutluluğu için günahlarını kabullenen bizler, karşına dikilip şöyle bağıracağız: “Elinden gelirse, yapabilirsen bizi yargıla. Şunu bil ki, ben korkmuyorum Senden. Şunu bil ki, bende çöldeyim, bende böcek, bitki kökü yedim, insanlara bağışladığın özgürlüğü ben de kutsadım, “sayıyı tamamlamak için” Senin o seçkinlerinin, güçlülerinin arasına girmeye ben de can atıyordum. Ama kendime geldim, çılgınlığa hizmet etmekten kaçındım. Geri dönüp, Senin yapıtını düzelten gruba katıldım. Gururlulardan ayrıldım, onları mutlu kılmak için alçak gönüllülerin yanına döndüm. Sana bu söylediklerim gerçekleşecektir, krallığımız yükselecektir. Gene söylüyorum, yarın göreceksin bu söz dinler sürüyü: Bir işaretimle, bize engel olmak için Seni yakacağım ateşi tutuşturmaya koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o Sensin. Yarın yakacağım Seni. Dixi.[3]”

İvan sustu. Konuşurken coşmuş, heyecanlanmıştı. Sözünü bitirince birden gülümsedi.

Onu sessizce dinleyen Alyoşa da sonlara doğru aşırı heyecanlanmış, ağabeyinin sözünü kesmeyi birçok kereler istemişti ya, tutmuştu kendini. Şimdi yerinden hafifçe doğrularak, yüzü kıpkırmızı,

-Ama... saçmalık bu! Dedi. Şiirin, düşündüğün gibi kötülemiyor, övüyor İsa’yı... Hem özgürlük üzerine söylediklerine kimi inandırabilirsin? Böyle mi, böyle mi anlamalı onu! Ortodokslukta olan bu düşünce midir?.. Roma’yı, hatta Roma’da bir bölümü almışsın ele. Doğru değildir bu... Katolikliğin en kötü yanlarını, engizisyoncu gibi hayali bir insan da olamaz. İnsanların hangi günahlarını almış üzerine? İnsanların mutluluğu için lanetlemeye razı olan sır taşıyıcıları kimlermiş? Ne zaman görülmüşler? Cizvitler üzerine birçok şey biliyoruz, iyi söylemiyorlar onlar için, anlattığın gibi midirler acaba? Hiç de, hiç de... Başında Roma’nın en büyük din adamı bulunan Roma ordusudur onlar yalnızca... dünyayı bir kralın buyruğunda toplamak amacıyla kurulmuş bir ordu... onların ülküsü budur işte, ama sır yada yüce keder değildir düşündükleri... Başkalarını kendilerine köle etme isteğidir bu yalnızca, iğrenç bir tutku... gelecekte, bizim eski köleliği andıran bir devir yaratmak peşindeler... kendileri de kölelerin sahipleri olacaklar... Belki Tanrıya bile inanmıyorlardır. Senin acı çeken engizisyoncun yalnızca bir hayaldir...

İvan gülümsedi.

-Dur canım dur, amma heyecanlandın. Hayal diyorsun öyle olsun! Elbette hayaldir. Ama izin ver: Son yüzyılların Katolik hareketlerinin sırf başkalarını kendilerine köle etme isteğinden, iğrenç bir tutkudan doğduğuna gerçekten de inanmıyor musun? Paisiy peder mi öğretti bunları sana yoksa?

-Hayır, hayır tam tersine, Paisiy peder bir keresinde seninkine benzer şeyler bile anlattı...

birden toparlandı Alyoşa:

-Tam benzemiyordu kuşkusuz, hiç de benzemiyordu.

-Gerçi “hiç de benzemiyordu” diyorsun ya, gene de önemli bir açıklama bu. Şunu soruyorum sana: Senin Cizvitler, engizisyoncular niçin yalnızca iğrenç maddi çıkarları uğruna birleşirler? Niçin aralarından derin acılar duyan, insanlığı seven bir çilekeş çıkmaz? Tut ki tüm bu iğrenç maddi çıkar peşinde koşan kalabalık arasından benim ihtiyar engizisyoncu gibi çölde bitki kökleri yemiş, özgür, erdemli olmak için elinden geleni yapmış, ama ömrü boyunca insanları sevmiş, sonra birden erdeme ulaşınca, kişinin erdeme ulaşıp da milyonlarca yaratığın yalnız alay edilmek için dünyaya geldiğini, özgürlüklerini kaldıracak güçte hiçbir zaman olamayacaklarını, zavallı baş kaldıranlar arasından kuleyi tamamlayacak güçlülerin hiçbir zaman çıkmayacağını, büyük ülkücünün düşündüğü mutlu hayatın bu kazlara göre olmadığını görmek hiç de iç açıcı bir şey olmadığı bilincine varmış bir kişi çıktı. Bütün bunları anlayınca döndü, akıllı insanların arasına katıldı... Olamaz mı böyle bir şey?

Alyoşa coşmuş gibi, yüksek sesle,

-Kimlerin, hangi akıllı insanların arasına katıldı? dedi. Ne akıl var onlarda, ne de sır... Yalnızca Tanrıtanımazlıkları var, o kadar, bütün sırları da bu. Senin engizisyoncun Tanrıya inanmıyor, sırrı bu işte!

-Öyle de olsa ne çıkar! Sonunda anlayabildin. Gerçekten de öyledir hem, gerçektende bütün sır bundadır. Ama onun gibi, dinsel kahramanlık uğruna ömrünü çölde geçirdiği halde insan sevgisinden kurtulamamış bir kimse için bile olsa, bir acı değil midir bu? Son günlerinde güçsüz başkaldıranların. “alay için yaratılmış, denemelik yaratıklar”ın yaşantısına ancak yüce, yüce korkunç ruhun öğütlerinin bir çeki düzen verebileceğini açık seçik görüyor. Bu bilince vardıktan sonra zeki, korkunç ölüm ruhunun gösterdiği yoldan gitmenin gerektiğini, bunun için de bu zavallı körler hiç değilse yolda kendilerini mutlu sansınlar diye nereye götürüldüklerini bilmemeleri için yol boyunca kandırılmalarının zorunlu olduğunu gördü. Şunu da unutma ki, ülküsüne ömrünce inandığı yaratığın adına kandırıyor ihtiyar? Mutsuzluk değil de nedir bu? “Yalnızca iğrenç tutkular peşinde” olan ordunun başına böyle bir kimsenin geçmesi... felaketin gelmesi için böyle birisi yetmez mi? dahası var: Ordusuyla, Cizvitleriyle Roma ülküsünün sonunda yeniden canlanması için başta böyle birinin bulunması yeter de artar bile. Açık söylüyorum sana: bu çeşit hareketlerin başında her zaman benim ihtiyar gibi kimselerin bulunduğu kanısındayım. Kim bilir, belki Romalı din büyükleri arasında da vardı böyleleri. Kim bilir, insanlığı kendince, inatla böylesine seven bu lanetli ihtiyar gibileri günümüzde de sürüyle vardır. Güçsüzleri mutlu etmek amacıyla sırrı onlardan saklamak için çok eskiden gizli bir birlik kurmuşlardır... Hiç kuşku yok ki böyledir bu, böyle olması da gereklidir. Hatta masonların bile bu sırra benzer bir şeyleri olduğunu sanıyorum. Katolikler onları kendilerine rakip gördükleri, ülkünün birliğini parçaladıkları için –çünkü tek k sürüye tek çoban olmalıdır- nefret ediyor olmalıdırlar masonlardan. Bununla birlikte, kendi görüşümü savunurken, senin eleştirine katılmayan bir yazar hali var bende. Bırakalım bu konuyu artık.

Alyoşa kendini tutamayarak birden derin bir kederle,

-Belki sende masonsun! Dedi. Tanrıya inanmıyorsun.

Ağabeyinin ona alaylı alaylı baktığını görünce yere bakarak birden,

-Şiirin sonu nasıl? diye sordu. Yoksa bitti mi?

-Şöyle bitirmek istiyorum onu: Engizisyoncu sustuktan sonra, tutsağının bir şey söylemesini bekliyor bir süre. Onun hiç bir şey söylememesi ağır gelmektedir ihtiyara. Tutsağın dikkatle, sakin sakin gözlerinin içine bakarak onu dinlediğini görmüştü, itiraz edeceğe hiç benzemiyordu. Acı, korkunç da olsa, bir şey söylemesini pek isterdi. Ama O, sessizce ihtiyara yaklaşıyor birden, buruşuk, kansız dudaklarından yavaşça öpüyor. Yanıtı bu oluyor işte. İhtiyar ürperiyor. Dudaklarının ucunda bir şeyler kıpırdıyor. Gidip kapıyı açıyor, şöyle diyor ona: “Hadi git, bir daha gelme... hiç gelme... hiç, hiç!” sonra “kentin karanlık alanları”na çıkarıyor O’nu. Tutsak gidiyor.

-Ya ihtiyar?
-Öpüş yüreğini yakıyor, ama eski düşüncesinden dönmüyor.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Tarihimizde Garip Vakalar - Reşad Ekrem Koçu


İçki yasağının en amansız devri, IV. Murad zamanı olmuştu. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır; muhtemeldir ki layemut şöhretini, o müthiş yasağa rağmen içki içmesi yüzünden ve bu kahbar padişahın lutfi mahsusuna uğrayarak başını cellat pençesinden kurtarmasından almış olacaktır. Bekri Mustafa üzerine nakledilen en güzel fıkralardandır:

Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken bir gün Sultan Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tedbil gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı, rakı destisini dikip birkaç yudum çeker. Sultan Murad, “Baba destiyi uzat, bir yudum da ben içeyim!” der. Mustafa güler, “Sen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakı!” der. Padişah, “Niye içemeyelim?” deyince, “Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem de beni yakarsınız!” der. Beriki ısrar edince destiyi uzatır. Yol aladursunlar, desti elden ele dolaşır. Bir ara Sultan Murad, “Baba sen padişah yasağından korkmaz mısın?” diye sorar. Bekri Mustafa, “Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek?” der. Padişah, “Ya ben haber verirsem?” deyince, “Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer!” cevabını verir. Bunun üzerine çakırkeyif olan hükümdar, “Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise!” deyince, Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar, “Hey köftehor. Ben demedim mi tahammül edemezsiniz diye! Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz padişah, biriniz vezir olmaya kalktınız!” der.

20 Ocak 2008 Pazar

Gülün Adı, Umberto Eco



Bir an geldi ki, kendimizi ilk girdiğimiz yedigen salonda bulduk (bu oda, merdiven ağzı orada bulunduğu için tanınabiliyordu); sağa doğru yürüyerek bir odadan ötekine doğru geçmeye çalıştık. Üç odadan geçtikten sonra kör bir duvarla yüzyüze geldik. İki çıkışı olan bir önceki odaya geri döndük; daha önce geçmediğimiz kapıdan geçip başka bir odaya girdik ve kendimizi gene ilk önce girdiğimiz yedigen salonda bulduk.
"Geri döndüğümüz en son odanın adı neydi?" diye sordu William.
Belleğimi zorladım: "Equus albus."
"İyi, şimdi gene onu bulalım." Bu kolay oldu. Oradan, insan geldiği yoldan geri dönmek istemiyorsa, Gratia vobis et pax denen odadan başka geçilecek yer yoktu; oradan, sağda bizi geri götürmeyecek yeni bir geçit bulduk gibi geldi bize. Sonunda bir kez daha In diebus illis'i ve Primogenitus mortuorum'u bulduk (Az önce gördüğümüz odalar mıydı bunlar?), ama en sonunda, daha önce görmediğimizi sandığımız bir odaya vardık: Tertia pars terrae combusta est. Ama o noktada, doğu kulesine göre nerede bulunduğumuzu artık bilmiyorduk.
Lambayı önümde tutarak, bundan sonraki odalara daldım. Ürkütücü boyutlarda bir dev, gövdesi tıpkı bir hortlağınki gibi dalgalanarak, uzayıp kısalarak bana doğru geldi.
"Bir şeytan!" diye bağırdım; birden dönüp kendimi William'ın kollarına atarken az kalsın lambayı düşürüyordum. William elimden lambayı alıp beni yana doğru iterek, bana yüce bir davranış gibi görünen bir kararlılıkla ileri doğru yürüdü. O da bir şey görmüş olmalıydı; çünkü birden durdu. Sonra gene öne doğru yürüyüp ışığı kaldırdı. Katıla katıla gülmeye başladı.
"Amma da saflık . Bir ayna bu!"
"Ayna mı?"
"Evet, benim yiğit savaşçım. Az önce yazı salonunda, gerçek bir düşmanın üstüne öylesine yüreklilikle atıldın, şimdi kendi görüntünden mi korkuyorsun? Kendi görüntünü sana daha büyütülmüş ve çarpıtılmış olarak yansıtan bir ayna bu."
Elimden tutup beni oda kapısının karşısındaki duvarın önüne götürdü. Lambanın şimdi daha iyi aydınlattığı oluklu cam bir levha üstünde, ikimizin kabaca biçimleri bozulmuş, yaklaşıp uzaklaştıkça biçimi ve yüksekliği değişen yansılarımızı gördüm.
"Optikle ilgili bir kitap okumalısın," dedi William, eğlenerek. "Kitaplığı kuranlar hiç kuşkusuz okumuşlar! En iyiler Araplar'ınki. El Hazan, De aspectibus adlı kitabında, kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden sözediyor. Kimi aynalar, yüzeylerinin değiştirilişine göre, en küçük nesneleri bile büyütebilir (benim merceklerim bundan başka nedir?), kimileri imgeleri ters ya da eğik gösterirler ya da bir yerine iki, iki yerine dört gösterirler. Bazıları da, tıpkı bunun gibi, cüceyi dev, devi de cüce gibi gösterir."
"Aman Tanrım!" dedim. "Birinin kitaplıkta gördüğünü söylediği görüntüler demek bunlar!"

Bozkırkurdu, Hermann Hesse



Burada bir şeyi daha eklemeden geçmemek gerekiyor: Harry tipinde pek çok insan var dünyada, özellikle pek çok sanatçı söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. Bu tiptekilerin hepsi ayrı iki ruhu, ayrı iki insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytansal, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, insan ve kurt Harry'deki gibi düşmanca ve karmakarışık, yan yana ve iç içe sürdürür varlığını. Ve hayli tedirgin bir yaşam süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluk köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa bir süre için parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. Böylece acılar denizi üzerinde bütün o sanat yapıtları değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür. Yaptıkları işlerin, yarattıkları yapıtların isimleri ne olursa olsun, bütün bu insanların gerçekte bir yaşamı yoktur, yani yaşamları bir varoluş değildir, belli bir biçim taşımaz, başkalarının yargıç, hekim, ayakkabıcı ya da öğretmen olduğu gibi kahraman, sanatçı ya da düşünür değildir bu kişiler; yaşamları sonu gelmeyen çileli bir devinimdir, kayalara vurup çatlayan dalgalara benzer, mutsuz ve acılı biçimde parçalanmıştır, tüyler ürperticidir; böyle bir yaşamın karmaşası üstünde ışıldayan seyrek yaşantılar da, eylemler de, düşüncelerde ve yapıtlarda saklı anlam dışında bir anlam içermez. Bu tip insanlar arasında oluşmuş tehlikeli ve korkunç düşünceye göre, belki tüm insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ana'nın ölü doğmuş bir yavrusudur, doğanın çılgınca ve dehşet verici başarısız bir denemesidir. Yine aynı insanlar arasında oluşmuş bir başka düşünce vardır ki, buna göre insan belki sadece yarım akıllı bir hayvan değil, Tanrıların kendisine ölümsüzlük bağışlanmış bir çocuğudur.

17 Ocak 2008 Perşembe

Dövüş Kulübü Chuck Palahniuk


"Güçlü kadın ve erkeklerin oluşturduğu bir sınıf var ve bunlar hayatlarını bir şeye feda etmek istiyorlar. Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar, neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için."
"Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı, ama bizim de bir savaşımız var. Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. Büyük buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz.
"Onları köleleştirerek, bu insanlara özgürlüğün ne demek olduğunu göstermek zorundayız. Onları korkutarak, cesaretin ne olduğunu göstermek zorundayız.
"Napolyon, bir kurdele parçası uğruna hayatlarını feda edecek insanlar yaratabilmekle övünürdü.
"Düşün: Bir grev başlatıyoruz ve dünyadaki servet dağılımı yeniden düzenlenene dek hiç kimse çalışmıyor."
"Rockefeller Merkezi'nin etrafındaki yıkıntıların arasında, rutubetli kanyonların içinde koşturarak geyik avladığını düşün."
"İşinle ilgili söylediğin şey," diyor tamirci, "o konuda ciddi miydin?
Evet, ciddiydim.
"İşte bu gece bu yüzden yoldayız," diyor.
Biz bir grup avcıyız ve yağ avlayacağız.
Biz tıbbi atık alanına gidiyoruz.
Tıbbi atıkların yakıldığı fırına gidiyoruz. Orada, kullanılmış ameliyat maskelerinin ve gazlı bezlerin, on yıllık tümörlerin, damar içi tüplerin ve kullanılmış şırıngaların, bütün bu korkunç, korkunç şeylerin, kan örneklerinin ve kesilip alınmış organ parçalarının arasında, kamyonla bile gitsek bir gecede taşıyıp götüremeyeceğimiz kadar çok para bulacağız.
Altımızdaki Corniche'i ağzına dek doldurmaya yetecek kadar para bulacağız.
"Yağ," diyor tamirci çocuk. "Amerika'nın en zengin kalçalarından emilmiş yağ. Dünyanın en zengin, en şişko kalçalarından."
Hedefimiz, emilmiş yağla dolu o koca kırmızı torbaları Paper Street'e taşımak ve çamaşır sodası ve biberiye ile karıştırarak, gerisin geriye aynı insanlara, o yağı aldırmak için para ödemiş insanlara satmak. Kalıp başına yirmi dolardan, onu almaya gücü yetecek başka kimse yok.
"Dünyanın en zengin, en kıvamlı yağı, toprağın yağı," diyor tamirci çocuk. "Bu da bu geceye bir çeşit Robin Hood tadı katıyor."
Yerde küçük balmumu ateşleri cızırdıyor.
"Hazır gitmişken," diyor tamirci, "o hepatit mikropları için de biraz bakınmamız gerekiyor."

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...