2 Haziran 2011 Perşembe

Yeraltından Notlar - Dostoyevski

Belki de insan yalnızca refahtan değil,acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor.Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir.İnsanın yeri geldiğinde acıyı,tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir.Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok,yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter.Benim kişisel düşünceme göre,yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır.İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor.Bu açıdan,ben ne yalnız başına refahı,ne de yalnız başına acıyı yeğlerim.Acı,kuşku demektir,yadsıma demektir.Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden,çevresinde bir kargaşa yaratmak,yok etmek,dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz.Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?

20 Ocak 2011 Perşembe

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor..."
....
"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."
...

"Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğümden beri geçen bir hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını; içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların bir ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. 
O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu."

19 Ocak 2011 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu mini mini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü bir çok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."

" Birbirimize her zamandan ziyade yakın olmamız lazım gelen bu anda neler söylüyorsun?"
"Hayır.Birbirimize her zamandan ziyade uzağız. Çünkü artık bir ümidim yok ki, bu sondu. Bir defa da bunu tecrübe edeyim dedim. Belki bu noksandı diye düşündüm, ama değil. İçimde hep o boşluk var, daha da büuümüş olarak. Ne yapalım? Kabahat sende değil,sana aşık değilim. Halbuki dünyada sana aşık olmam icap ettiğini, sana da aşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyecegimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum. Fakat elimde değil. Demek ki, ben böyleyim, bunu olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok.
Ne kadar isterdim, baska türlü olmayı ne kadar isterdim...
Raif... benim iyi kalpli dostum... Başka türlü olmayı senin kadar, hatta senden cok istediğime emin ol, ne yapayım? Ağzımda dğn akşamki içkilerin burukluğundan, sırtımda gittikçe artan ağrılardan baska hicbir sey hissetmiyorum."

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

"Anlıyorum, anlıyorum... tamamen yalnızım... ama berlin'de değil... bütün dünyada yalnızım... küçükten beri..."

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır...

"demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor..."

"şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait... bende inanmak noksanmış... beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın... seni seviyorum... deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."

21 Aralık 2010 Salı

Bu Kenttir Gidip Gideceğin Yer, Konstantin Kavafis

'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim' dedin.
Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim...
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede...
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,
bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede koşacaksın,aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda,başka bir şey umma.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir,bütün yeryüzünde...

Konstantin Kavafis

11 Aralık 2010 Cumartesi

Beyaz Mantolu Adam / Korkuyu Beklerken - Oğuz Atay

Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cüppeli bir müneccime benzeyen ihtiyar gibi tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvarı bir kepenk olup sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz pedalına basıp motosikletli tezgâhıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi. Sermayesi ve görünür bir sakatlığı yoktu. Belki, yoldan geçen birini durdurup, hastaneden yeni çıktığını ve hemşerisi inşaat çavuşuna gidecek parası olmadığını söyleyerek köylü taklidi yapabilirdi; fakat, konuşmadığı için, bu bakımdan da basan kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avcunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen cinsel ve dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran ve ağaç gövdelerine sarılan gazetelerin ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avcunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avcunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözbebeklerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avcuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paraları kapadı.
Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kırmızı cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni gölgeye götür delikanlı," diye söylendi ihtiyar, aksi bir sesle. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi kırmızılı müneccim ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya.
Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti.
"Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?" Şişman bir adam duruyordu yanıbaşında: "Bir iş verilse çalışmazsın." Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda.
Yolda, "iki buçuk liradan fazla vermem," dedi ince sesiyle şişman. Yanyana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acımıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarını yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince caddeye doğru itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filân (rıhtıma kadar). Onu sağlam sananlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama, bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üstüste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş ve binaların üst katları kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin.
Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı, elini cebine soktu. “Dur bakalım, bir giydirelim hele.” Çevresine bakındı satıcı, oyuna katılacak birilerini aradı. Karşı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu onları; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu. Başka ilgilenen yoktu.
Manto vücuduna yapıştı. Satıcı hızla çevirdi onu; etekler dönerek açıldı. Meyhanedeki adam bu kadarını beklemiyordu; birden gülmek zorunda kaldığı için ağzındaki bütün birayı ileri püskürttü. Satıcı kendine geldi: "Kadın mantosu bu, hemşerim; sana olmaz." Mantoyu aceleyle çıkarmak istedi müşterinin üstünden. Satıcının elini itti yavaşça; mantonun içinde, telâşla pantolonunun cebini aradı. “Çok pahalı, sen alamazsın," dedi satıcı son bir çabayla. Yüz elli lira. Kadın mantosu. Deli misin sen?" Satıcıyı dinlemiyordu. Bütün parasını uzattı bir top halinde. Satıcı yığını açtı istemeden; önce içindeki bozuk paraları ayırdı, sonra kâğıt paraları saydı.
"Kırk beş lira," dedi sevinçle. "Dünyada olmaz. Çıkar mantoyu." Çıkarmadı.
"Yüz yirmi beş lira maliyeti var," diye tepindi satıcı. İlgilenmiyordu satıcıyla. Eteklerinin nereye kadar indiğine bakıyordu: Ayak bileklerine geliyordu neredeyse.
"Gülünç olursun," diye diretti satıcı. "Yüz liraya verdik diyelim. Nerede para?" Meyhanedeki adam kendine gelmişti. Göğsündeki sancı geçmişti. Fakat gülmek de gittikçe zorlaşıyordu. Bununla birlikle, satıcıyı tuttuğunu belirten gözlerle izliyordu olayı. Satıcının neşesi kaçmıştı; sadece, durdurulması güç inadı kalmıştı ortada. "Otuz lira daha ver öyleyse," dedi. "Başına geleceklere de karışmam."
Beyaz mantosuyla topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden. Meyhanedeki müşteri, olaya sırtını çevirdi. Satıcı yalnız kalmıştı. “Allah belânı versin,” dedi. “Al şu pis bozukluklarını da." Mantonun cebindeki eli çıkardı dışarı ve madeni paraları bir bir içine koydu. "Şimdi artık inanmazsın ama, bu sabah ihtiyar bir kadın getirmişti; vallahi tam otuz beş lira verdim bu mantoya. Kadın eşyası bu, kolay satılmaz ki." Sesi öfkeliydi.
Beyaz mantosuyla kalabalığa karıştı. Tentelerin bittiği yerde gökyüzüne baktı. Yerdeki bir su birikintisinden güneşle birlikte yansıdı. Sonra su birikintisi kalabalıklaştı; lekesiz görüntüsünü, irili ufaklı gölgeler çevirdi. Mantosunu seyretmek için eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılamak gerekliğini bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. Mantosunun eteklerini kirletmemek için su birikintisinin çevresinden dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar.
Arkasına bakmıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Konuşulmuyordu; fakat ne de olsa topluluğa katılanlar gittikçe arttığı için hafif bir uğultu geliyordu peşinden. Yüksek duvarlarla çevrili küçük bir cami avlusunu geçtiler. Meydandaki kahvenin gölgesinde serinlemek için kalanlar olduysa da, çaylarını çoktan bitirerek ne yapacağını bilemeyenler onların yerini aldı. Çok kalabalık sayılmazlardı; gene de, avlunun kemerli kapısını geçerken hafif bir itişme oldu. Sonra, karşılarına çıkan beklenmedik birkaç basamaktan inilirken yaşlıca bir adam, iki çocuğun üstüne düştü. Küçük bir karışıklık çıktı. Bazıları da duvarlardaki, işçi arayan yüzlerce ilana kapıldı bir süre. Kısa bir duraklama dönemi geçirildi. İki duvar arasına sıkışmış basamaklardan kurtularak genişledikleri zaman biraz ferahladılar doğrusu; fakat, mantolu adamı bulamadılar. Gitmişti. Bazı küçük tartışmalar çıktı; iş arayanlara ve henüz, düştüğü basamaktan kalkma fırsatını bulamayan ihtiyara çatıldı. Bir sonuç alınamadığı için kalabalık dağıldı.
Yakıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yararı dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanına yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dilden bildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. “Bu adam turist değil,” dedi birisi. “Kendini yutturmaya çalışıyor.” Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, “Yok yahu, bu herif İngiliz,” dedi. O dilden de küfür edildi. Sonra ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler, canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı.
Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hattâ bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan. Mantosunun üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken terleri mantosunun geniş yakasıyla sildi. Köprünün ucuna çevirdi güzlerini; karanlık sokaklar vardı orada. Mantosunu ilikledi, eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
Yüksek binaların koruduğu dar bir sokakla bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendigini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. "Baksana sen buraya," diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. “Nereden buldun o mantoyu?” Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanma, kolundan tuttu. “Hey mister!” dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sarılı gömlekler çıkardı içinden ve mantolu adamın eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, “Sen turist,” dedi. “Sen getirmek gömlek Fransa Almanya. Yok para. Satmak.” Gene de anlaşıldığından kuşkuluydu. Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra kırmızı pantolonlu, göğsünün kılları gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: “How much?” dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. “Herif esrarkeş,” diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanına yaklaşarak, “Sağırdır,” dedi telâşla. “Yüz liraya veriyor.” “Pahalı,” dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağını onun ağzına dayadı. “Seksen liraya indi,” dedi aceleyle. “Ben dilinden anlarım.” Mantolu adam, satıcının aracılığıyla sessiz bir pazarlık yaptı. Altmış liraya satmış oldu gömleği sonunda. Bir saatten az bir süre içinde bitti gömlekler. Mantonun cebine on lira konuldu ve “Goodbye,” denildi, uzatmadığı eli sıkılarak. “Çok şahane!” diye bağırdı şişman dükkâncı. “İçeri gelsene biraz.” Durdu, düşündü: “Öyle ya, anlamaz.” Bavullu satıcının yolunu denedi: “Sen gelmek dükkân burda,” dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikle bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. “Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!” Bir süre daha çevresinde dönüldü. “Manken,” dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler “Manken, manken,” diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de “Canlı manken!” diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracakları sırada, “Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle,” diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. Mantonun örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. “Böyle put gibi durmasın,” dedi tezgâhtar. “Güzel bir poz verelim ona.” Gene düşündüler. “Kollarını açalım,” dedi patron. “Vitrini doldursun.” “Yorulur, kollarını oynatıp durur.” Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kolları. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. “Cansız bu, kukla,” diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: “Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün. İşte, büyük fedakârlıklarla Kuzey Kutbu'ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. Saran Kumaşları yalnız mağazamızda. Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!"
Önce, onu yakından görmek isteyenler içeri girdi. Bir kadın, ağlayan çocuğunu omzuna çıkararak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sonra kumaşlara da baktılar. Genç kadınlar onun mantosunu da tuttular, aynı kumaştan olup olmadığını anlamak için. Mantonun etekleri açıldı, pantolonun yırtık dizleri göründü. Tezgâhtar, müşterinin az olduğu bir sırada onun iki bacağına bir kumaş daha sardı. Patron da kloş etekleri açarak ona yardım etti. Eteklerin bu durumu ikisinin de hoşuna gitti ve yelpaze gibi açılmış uçları iğneyle oraya buraya tutturdular. Mantolu adam bütün vitrini kaplamıştı. Ondan başka hiçbir şey görünmüyordu. Bunun üzerine, omzundan, kollarından biraz kumaş sarkıttılar.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, “Ona da bir şeyler vermeli,” dedi patron. “Yığılır kalır sonra.” Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına kuru fasulyeden ve makarnadan biraz koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu, sırtını tezgaha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, "İşimize yaradı, değil mi?" diyerek güldü. "Yoruldun mu?" dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsun işte." Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sarılı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: İlerde, bir elektrik direğine tutturulmuş otobüs durağı levhasına takıldı gözleri. Ayağa kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı. Durağa doğru yürürken, mantosunun üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. Mantolu adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden. Mantolu adam baktı; Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini mantolu dilenci. Mantosunun düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikle. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli mantonun iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek. "Daha fiyakalı olur." Öyle yaptılar. Mantosunun cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzttı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarap ve küçük bir kutu domates salçasıyla çıktı dışarı. Paranın üstünü verdi, şarabıyla salçasını deliğinin yanına koydu; birkaç yudum içtikten sonra mantolu adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanın ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir konserve kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu mantolu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler. Bu arada bir otobüs kaçırıldı; ikinci otobüs gelmeden de şarap bitti. Otobüse birlikte bindiler. Paraları kemerci verdi ve yokuşun üst başında, mantolu adamdan iki durak önce indi.
Arka sahanlıkta yalnız kalınca ileri yürüdü. Şoförün yanına varmak üzereyken bir fren sırasında ön koltuklardan birine oturdu istemeden. Karşı sırada oturan bir adam gülümsüyordu. Önce aldırmadı gülümseyen adama. Fakat gülümseme bitmedi. Telâşlandı, kemerini düzeltti. Gülümseme bir türlü durmuyordu. Yakasına, eteklerine, sargıların üzerindeki iplere baktı; Hayır, çözülmemişti. Uygunsuz bir durumu yoktu kılığının, biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda. Cebindeki küçük bir radyonun ince bir telle sol kulağına taşıdığı ve otobüste kendisinden başka kimsenin bilmediği bir müziğe gülümsüyordu adam.
Geniş bir meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanına. "Tozunu alalım mı abi?" dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların arasındaki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra, güvercinler için mısır aldı; kollarını iki yana açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki duvarın üstünde oturan kasketli bir genç, yanındakine, "Put gibi olmuş, şuna bak," dedi. "Çarmıh," diye düzeltti öteki. Güldüler.
Parkın kapısında 'Otuz iki dişe,keman çaldıran' bir şişe gazoz içti. Gölgedeki banklardan birine oturdu. Bir ihtiyarın, dişleri olmadığı için, pek anlaşılmayan dertlerini dinledi. Derli toplu insanlar, dinlenmek için başka yerlere gittiklerinden kimseye garip görünmedi kılığı, kimsenin gözüne çarpmadı. Sonunda, ihtiyarın isteği üzerine, onu durağa götürdü koluna girerek. Parktan çıkarken gene peşine takıldılar. Önce çocuklar. Durağa oldukça kalabalık geldiler. "Allah belasını versin bu pis yabancıların," dedi birisi; gömleğini pantolonunun üstüne çıkarmış, bütün yüzü bıyık içinde kara bir adam. "Bedava yaşıyorlar bu ülkede." Arabasının kapısına dayanmış, müşteri beklerken, yağlı, kıymalı bir şeyler yiyen şoför de bu düşünceye hak verdi; "Paramızın değeri de bu yüzden düşüyor abi." İhtiyar, mantolu adamın kolunu çekti, "Beni karşıya geçirin," dedi. Bir taksi geçerken onlara hafifçe dokundu, durdukları halde. Dönüp baktılar. "Ne bakıyorsun?" dedi, pencereden uzanan kafa. Geri çekildiler, onları izleyen kalabalığa çarptılar. İhtiyar, mantoyu çekiştirip duruyordu. Hızla geçen arabalar yüzünden bir türlü ulaşamadılar karşıya. Bir iki atılıştan sonra kaldırımın kenarına sığındılar. "Hepsi de esrarkeş bunların. Ezersin başına belâ." Şoförle bıyıklı birer sigara yaktılar. "Adama bak," dedi bir kadın kocasına. Baktılar. "Çocuklar kâğıttan kuyruk takmışlar arkasına." Güldüler. Çocuklarla arabaların arasına sıkışıp kalmıştı; ihtiyar adamı bulamadı. Kalabalık arttı. "Ayakları sargı içinde." "Cüzzamlı olmasın." İtişerek çekildiler. Hiçbir şeyden korkmayan çocuklar, yani çocukların hepsi, eleklerini tutarak çevirdiler onu. "Karnına çengelli iğneler takmış." "Kollarına ipler bağlı." "Sakın tımarhaneden kaçmış olmasın." "Deli bu, mantonun üstüne taktığı kemere bakın." "Manto mu?" "Kadın mı?" "Ne kadını? Kafadan manyak." "Polis çağırın " Gözlerden kurtulmak için başını kaldırdı. İlerde, köprünün üstünde bir adam onun filmini çekiyordu. "Abi bunlar filim çeviriyorlar." Bütün gözler köprüye çevrildi. Bu kısa süreden yararlandı, sırtını köprüye döndü, adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmaya başladı. Uzaktan hızla geçen bir trene doğru koştu; bir duvardan atlarken düştü, bir telörgü elini kanattı. Demiryoluna ulaştı sonunda. Hat boyunca ilerledi. İstasyona vardığı zaman soluk soluğa ve ter içinde yığıldı yere. Kalkarken etekleri dolaştı ayağına, düştü. Sonra, geri geri giderek uzaklaştı istasyondan. Kadınlar helasının duvarına dayandı. Bir iki tren geçti, istasyon tenhalaştı. O zaman gişeye yürüdü. Gişedeki memur onun suratına baktı ve bu konuşmayan adama ikinci mevki bir bilet verdi. Trende, sarı tahtaların üstünde, kendisi gibi kirli, kendisi gibi yorgun, kendisi gibi çevreye ilgisiz insanlarla birlikte yolculuk etti. Yasak levhasına rağmen onlarla birlikte, onların ikram ettiği sigarayı içti. Pencereden denizin göründüğü bir istasyonda da trenden indi. Üzerinde 'Halk Plajı' yazılı bir kapıdan girdi. Kumların üstünde bir süre dolaştıktan sonra, yün ören ihtiyar bir kadının boş bıraktığı sandalyeye oturdu. Önce, kumda top oynayan gençlerin ilgisini çekti. Birbirlerini iterek onu işaret ettiler. Kafasına bir iki top attılar. Bir toptan kaçmak isterken sandalyesiyle birlikte yere yıkıldı. Çevresine toplandılar. Çıplak bacakların duvarından ürktü, gözlerini kapadı. "Sarası var," dedi öndeki gençlerden biri. "Ayakları da sargılı. Kötü bir hastalığı olmalı," diyerek geri çekildi yassı burunlu bir genç kız. Kalabalık büyüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için iliştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı. "Ne bunaltıyorsunuz hasta adamı," diyerek ön sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı. Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı. Konuşmadılar da. Sadece seyrettiler onu. “Bacaklarını havaya kaldırın,” diye bağırdı arkadan biri. "Suları aksın." Bu sözleri duyan bir görevli, duruma el koymanın zamanı geldiğini düşünerek, boğulmakla olan adama gerekli müdahaleyi yapmak üzere ön safa geçti. Kızgın kumlar ve manto ve kemer ve sargılar yerdeki adamı yakıyordu; kalabalık da hava almasını engelliyordu; artık, yüzünden akan terleri silmiyordu. Onun uygunsuz durumunu tespit eden görevli, mantolu adamı uyardı: "Bu kılıkla bulunamazsın burada." "Mantosunu çıkarsın!" diye bağırdı ön sıradan biri, vücudu kumlarla sıvanmış gibi kıllı bir karaltı. “Belki de içinde bir şey yoktur,” dedi mahzun görünüşlü bir genç, yanındakine. “Ben buna benzer bir şey okumuştum bir yerde.” “Burayı hemen terkedin,” diye diretti görevli. "Halkın huzurunu ihlâl etmeye hakkınız yok." Uzun bıyıklı genç onu savundu: "Elbiseyle oturabilir. Buna bir engel yok." "Kadın mantosu!" "Sapık herif" diye bağıranlar oldu. "Dışarı!" diyerek kolundan tutup yerdeki adamı kaldırmaya çalıştı görevli. "Kendi gider," dedi bıyıklı genç. "Bırak adamın kolunu." Beyaz mantolu adam doğruldu, kalabalığın üstüne yürüdü; hemen açıldılar, geçebileceği kadar bir boşluk bıraktılar halkada. Gözleri yanıyordu terden; yüzü kıpkırmızı olmuştu. Yürürken sargılar çözülüyordu bacaklarından. "Denize değil!" diye bağırarak peşinden koştu görevli; bıyıklı genç tarafından yolu kesildi. Arkalarından koşan kalabalığın içinde kayboldular.
Su, bileklerini geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli, elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı sonra ağırlaşıp battı. "Dur!" diye bağırdı uzun bıyıklı genç. "Boşver abi," dediler. "Fazla ileri gitmez." Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.
Bıyıklı genç de çok geç kalmıştı. Beyaz mantolu adamın, boyunu geçen yere kadar yürüyeceğini aklına getirmemişti. Yerinden fırladı birden; fakat yetişemedi. Böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sonra başka gönüllüler de çıktı. Aramalar bir sonuç vermedi. Uzun bıyıklı genç kıyıya çıkınca soluk soluğa kumlara oturdu, elini ağzına siper ederek yere tükürdü, "Amma da hikâye," dedi

2 Aralık 2010 Perşembe

Franz Kafka, Mahkeme Önünde, Dava

Mahkemenin önünde bir görevli durur. Bu görevliye, ülkeden bir adam gelir ve ona  mahkeme önüne çıkıp çıkamayacağını sorar.
Ama görevli, o anda kendisini kabul edemeyeceğini söyler. Adam bir an düşünür ve bunun daha sonradan kabul edilebileceği anlamına mı geldiğini sorar. “Olabilir,” der görevli, “ama şu anda değil”.

Mahkemelere giden kapı , her zamanki gibi açık olduğundan ve görevli kenara çekildiğinden, adam kapıdan içeriye bakmak için eğilir.

Görevli bunu gördüğünde güler ve şöyle der: “Eğer bu kadar çok istiyorsan, benim yasaklamama rağmen girmeye çalış. Ama dikkat et: Ben güçlüyüm. Ve ben, sadece en baştaki görevliyim. Bir holden diğerlerine geçişte, başka görevliler karşına çıkacak. Hepsi de bir öncekinden daha güçlü olacak. Üçüncünün sadece görünüşü bile, benim kaldırabileceğimden fazla.” Ülkeden gelen adam bu kadar zorlukla karşılaşmayı beklemiyordur. O, mahkemelerin herkese, her an açık olduğunu zannetmiştir; ama şimdi kalın paltosu içindeki görevliye, büyük , sivri burnuna, uzun, siyah sakalına daha yakından bakınca, giriş izni alana kadar beklemenin daha iyi olduğuna karar verir. Görevli ona bir tabure uzatır, ve kapının yanında oturmasına izin verir. Adam , orada günler ve yıllar boyunca oturur. İçeriye kabul edilmek için bir çok girişimde bulunur ve görevliyi yalvarışlarıyla yorar.

Görevli, sıklıkla onu, küçük sorgulamalara tabi tutar, evi ve başka konular hakkında sorular sorar; ama bunlar hep, rütbe sahibi kişilerin sordukları gibi, kişisel olmayan sorulardır. Bu sorgulamalar, her seferinde görevlinin, içeriye henüz alınamayacağını belirtmesiyle sona erer.Yolculuğu için kendini iyi donatmış adam, sahip olduğu her şeyi, ne kadar değerli olursa olsun, görevliye rüşvet vermek için kullanır. Görevli, verilen her şeyi kabul eder ama bunu yaparken de, “Bunları sadece, denemediğin bir yol kaldığını düşünmeyesin diye kabul ediyorum” der. Uzun yıllar boyunca, adam görevliyi , neredeyse aralıksız biçimde gözlemler. Diğer görevlileri unutur ve bu ilk görevliyi, mahkemelere kabul edilmesini engelleyen tek mani olarak görmeye başlar. İlk yıllarda, talihsizliğine sertçe ve yüksek sesle lanet okur; daha sonra , yaşlandıkça sadece kendisi için şikayet etmeye başlar.

Giderek çocuksulaşır ve görevliyi uzun uzun incelediği için, kalın kürk paltosundaki pireleri bile keşfedip, bu pirelere bile, görevlinin fikrini değiştirmesine yardım etmeleri için yalvarır. En sonunda gözleri zayıflamaya başlar . Etrafın gerçekten karardığına mı yoksa, gözlerinin artık kendisini yanılttığına mı karar veremez. Ama o hala, gerçekten de mahkeme kapısından, hiç sönmeyen bir ışığın sızdığını anlayabiliyordur. Şimdi artık fazla ömrü kalmamıştır. Ölümünden önce , uzun yılların bütün deneyimleri aklında toplanır ve o zamana kadar görevliye sormadığı bir soru oluşur kafasında. Artık katılaşmış vücudunu hareket ettiremediği için, görevliyi eliyle çağırır. Görevlinin artık eğilmesi gerekir, çünkü aralarındaki boy farkı, adamın aleyhine bir hayli açılmıştır. “Hala neyi bilmek istiyorsun?” diye sorar görevli, “sen doymak bilmiyorsun.” “Tabii ki herkes mahkemeye ulaşmayı arzular” der adam, “ama nasıl oldu da, bunca yıldır, benden başka kimse içeriye girmek istemedi?”.

Görevli adamın artık son dakikalarını yaşadığını anlar ve zayıflamış kulaklarına sesini duyurmak için eğilip yüksek sesle konuşur: “Buraya senden başka hiç kimse kabul edilemezdi, çünkü bu giriş sadece senin için açılmıştı. Şimdi burayı kapatacağım”.

24 Eylül 2010 Cuma

Disconnectus Erectus - Tutunamayanlar

Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer). Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.

Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar.Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.
Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez).
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamaynların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler).

Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten
vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir).

Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.

Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok
zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini
kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir). Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının
azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.

Tutunamayanlar Oğuz Atay

"Cennet, muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili!
Cennet,insanların birbirlerini dinlemeleri demektir, birbirlerine aldırmaları,
birbirlerinin farkında olmaları demektir.."
...
"Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma beni...  alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna..."


27 Temmuz 2010 Salı

Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk


"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiçkimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının,önemsiz meselerinin, hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar.
Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar; Büyük ve korkunç bir bilinmeyen..."

"Hiçliğe yapacağımız iniş başlamıştır,lütfen kemerlerinizi bağlayın.."

"Banyoda traş bıçakları var,içebileceğim iyot var,yutabileceğim uyku hapları var. Seçim meselesi, yaşa ya da öl! Aldığımız her nefes bir seçim, geçen her dakika bir seçim,olmak ya da olmamak.
Kendinizi merdivenden atmadığınız her an bir seçimdir,arabanızı duvara çarpmadığınız her an hayata yeniden başlıyorsunuz."

"Eğer kimse izlemiyorsa herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan."

"Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum.Mesela İsa mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi? Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi? Ormandaki bir ağacın devrilişini kimsenin duymaması gibi, İsa'nın çektiği acılara da kimse şahit olmasaydı, kurtulur muyduk?"

30 Mayıs 2010 Pazar

Oscar Wilde Dorian Gray'in Portresi


Bize yararı dokunabilecek erdemleri komşumuzda görebildiğimiz için kendimizi yüce gönüllü sanırız. Hesabımızdan daha çok para çekebilelim diye bankacıyı överiz, elini cebimize atmasın diye yol kesen haydutta iyi yönler buluruz. Söylediğim her şeyde ciddiydim. İyimserliği son derece hor görürüm ben. Hayatın sönmesine gelince; hiçbir hayat sönmez, yeterki gelişimi yarıda kalmamış olsun. Bir kişiliği bozmak istiyorsan ıslah et, yeter! Evlilik dersen, elbet saçmalık olur, gelgelelim kadınlarla, erkekler arasında daha başka, daha ilginç bağlar var. Ben bunları özendirmekten geri kalmayacağım. Hepsi de son moda olmak çekiciliğine sahip. Ama bak, iste Dorian da geldi. Sana benden daha çok bilgi verecektir.

29 Nisan 2010 Perşembe

Oscar Wilde Dorian Gray'in Portresi

"İyi etki denen bir şey yoktur ki, Bay Gray. Etki denen şey tümüyle ahlaka aykırıdır, yani bilimsel yönden ahlakdışıdır"
"Neden?"
"İnsanın birini etkilemesi demek ona kendi ruhunu vermesi demektir de ondan. Bu insan kendi doğal düşünceleriyle düşünemez artık, kendi doğal ihtiraslarıyla yanmaz. Erdemleri sahici değildir. Günahları - günah diye bir şey varsa eğer - ödünçtür.

Yaşamanın amacı kişinin kendisini geliştirmesidir. Doğamızını gereğini kusursuz olarak gerçekleştirmek: İşte herbirimizin burada olmamızın nedeni budur. Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerinin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu -ki ahlakın temelidir-, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar."
...
Erkek yorgun düştüğü için evlenir, kadın merak duyduğu için. İkisi de hayal kırıklığına uğrarlar.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk

Bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık. Tanrı'nın yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin...
...
Kızın biri arayıp ''ölmek insanın canını çok yakar mı?'' diye soruyor.
Bak tatlım, diyorum, evet yakar ama yaşamaya devam etmek çok daha fazla acıtır...
...
Artık hayatımın gerçekten bir anlamı kalmadı, özgürüm..
...
Sıradan insanlarla aynı problemlere sahipseniz, ağzınız aynı şekilde kokuyorsa ve saçlarınız karman çorman, parmaklarınızda şeytan tırnakları varsa, hiç kimse size tapmak istemez.Sıradan insanların sahip olamadığı şeylere sahip olmak zorundasınız.onların başarısız olduğu alanlarda, siz sonuna kadar gidebilmelisiniz.insanların olmaya korktukları şey olursanız, onların hayranlığını kazanırsınız.
...
İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor,dramlarının, önemsiz meselelerinin , hikayelerinin çözümlenmesini, piliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar, Büyük ve korkunç bir bilinmeyen.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Can Yücel - O Olmazsa Yasayamam



O Olmazsa Yaşayamam

O olmazsa yaşayamam..
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte,
yaşarsın çünkü.

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela,
o daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın,
çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.

Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini,
hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.

İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.

Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...

Can YÜCEL

14 Şubat 2010 Pazar

Albert Camus-Yabancı

Herkes bilir ki, hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu , binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi.fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu. insan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu...
.....

Akşam,Marie beni görmeye geldi,kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu.
"Bence bir,ama istersen evleniriz''dedim.
O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Başka zaman da söylediğim gibi,''bunun bir anlamı yok,ama heralde sevmiyorumdur'' diye karşılık verdim. '
'Öyleyse niçin benimle evleneceksin?'' diye sordu.
Bunun hiç bir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi,ben sadece evet demekle yetiniyordum.
O zaman Marie,''evlilik ciddi bir şeydir'' dedi.
Ben de; ''değildir'' diye karşılık verdim.
Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı.
Sonra yine konuştu. ''aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin,onu öğrenmek istiyorum'' dedi.
''Elbette ederdim'' dedim.
O zaman, ''ben seni seviyor muyum acaba?'' diye sordu.
Ben de ''bu konuda hiç düşünmedim''diye karşılık verdim.

Baudelaire Kötülük Çiçekleri


Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?
"Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim."

"Dostlarını mı?"
"Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız."

"Yurdunu mu?"
"Hangi enlemdedir, bilmem."

"Güzelliği mi?
"Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."

"Altını mı?"
"Siz tanrı'ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim."



"Peki neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?"
"Bulutları severim...işte şu...şu geçip giden bulutları...eşsiz bulutları!"

15 Aralık 2009 Salı

Bir Gun Tek Başına,Vedat Türkali

Merdivenden indi, uzaklaştı istasyondan, yanlarındaki sokaklardan birine saptı. Çiseleyen yağmur altında vıcık vıcık çamurlu sokaklarda yürümeye başladı. Gelen giden, koşuşan bir kalabalık çıkıveriyordu insanın karşısına, hem de hiç umulmayan izbe sokaklarda. Gecekondu mahalleleri başlamıştı. Kimi evlerden radyo sesleri geliyor, gülüşmeler, bağırıp çağırmalar duyuluyordu. Yanık bir ninni sesi duydu birden. Güzel sesli, genç bir kadın, Doğuluya çalan ağzı ile tatlı bir ninni tutturmuştu. Arsaya açılan bir sokağın ucunda bir fabrikanın geceye yüklenmiş koskoca karaltısı çıkıvermişti önüne. Yürüdü sokağın ucuna kadar, başka fabrikalar da vardı ilerde. Dumanlı bacaları, ıslak gecede kırpışan ışıklarıyla... Gece vardiyası mı yapıyorlar?.. Niye geldim buralara ben?.. Kimi işte, kimi evde, kendi dünyasında herkes. Nasıl ilişki kurulur bunlarla? Kız haklı aslında, sevdikleriyle bile yakınlık kurmasını beceremeyen, ayağı havada pis bir küçük burjuvayım ben..
...
Hayrete düşüyordu. Hakkında ifade veren hiç bir arkadaşına kızamıyordu. Hiçbir nefret duygusu doğmuyordu içinde. Halbuki o zamana dek konuşmayı bir tür ihanet olarak değerlendirmiyorlar mıydı? Birisi içeride senin hakkında konuştu mu, yüzleştirme sırasında yüzüne tüküreceksin, “Hain köpek, utanmaz rezil” diye haykıracaksın yüzüne denmiyor muydu? Devrimci romanlarda aynen böyle olurdu. Ancak şu anda arkadaşlarının tehlikeye atığı bir roman kahramanının hayatı değil, kendi hayatıydı. Bu yüzden affedebiliyordu onları. Biraz küçümsemiyor değildi; ama çok az. Daha çok acıyordu onlara ve daha çok yakınlık duyuyordu. Çok zordu direnmek. İşkencenin bu denli pank yaratacağını, bu kadar derin bir sıkıntı verebileceğini kim yaşamadan tahmin edebilirdi? Hele böyle bir yerde…Çözülmenin normal, direnmenin çıkıntılık oldu yerde.


12 Aralık 2009 Cumartesi

Jean Paul Sartre, Bulantı

İşte hayatımın gizli temeli: Aralarında ilişki yok gibi görülen bütün çabalarımın altında aynı isteği buluyorum: Varoluşu içimden atmak, anları yağlarından sıyırmak, bükmek , kurutmak, kendimi temizlemek, katılaştırmak, sonunda bir saksafon notasının kesin ve belirli sesini verebilmek. Bunu şöylede anlatabiliriz: Yanlış dünyaya gelmiş bir zavallı vardı. Öteki insanlar gibi, parkların, kahvelerin, ticaret kentlerinin dünyasında varolup gidiyor ve tabloların ardında, kitapların ardında bambaşka dünyalarda yaşadığına kendini inandırmak istiyordu.

Dostoyevski, Yeraltından Notlar

Daracık dünyamda, insanlardan kopuk, manevi olarak çürümüş, yeraltında kinimle başbaşa nasıl boğuştuğumu anlatmak pek de hoş olmasa gerek. Üstelik romanların bir kahramanı olur, bense bir kahramanın taşımaması gereken tüm özellikleri taşıyorum. Bizim gibi insanları anlamanın en kolay yolu budur. Bizler, yaşama yabancılaşmış, zorla yürüyen insanlar olduğumuzdan dolayı bu yazdıklarım etkili olacaktır. Üstelik gerçek hayata öylesine yabancılaşmışız ki, adını bile duymak istemeyiz. Bunda da o kadar ileri gideriz ki, gerçek hayatı ancak kitaplardan öğrenebileceğimize inanırız.

Peki, ama neden bazen olmadık hareketler yapıp, aptalca arzular peşinde koştururuz? Bunun nedenini biz bile bilmiyoruz. Üstelik bu olmadık isteklerimiz gerçekleştiğinde en çok zararı görecek olan da bizizdir. Sırf denemek için içimizden birinin bağlarını çözüp, esaretim kaldırarak özgürlüğe kavuştursanız bile, o yine esaret altına girmek isteyecektir. Eminim ki, bu yazdıklarımı okuduğunuzda kızgınlıktan ayaklarımızı yerlere vuracak ve:

— Siz, kendi rezil hayatınızdan, kendi yeraltınızdan bahsedin. Hepimizi karıştırmayın bu işe! diye bağıracaksınız.

Hepinizi bu işin içine katarak kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler, korkaklığınıza "ölçülü davranış" kılıfını geçirip, onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben.
Şöyle bir düşünün bakalım, bizler "canlı"nın nerede olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl ifade edildiğini bile bilmiyoruz. Kitaplarımızı elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız. Sonra da kimi sevip kime kızacağımızı, kimden uzaklaşıp kime yaklaşacağımızı, hiçbir şeyi bilemeyiz.

Etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. Utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. "Ortalama insan" denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. Gerçekte, bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla sevmeye de başlıyoruz. Öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz.

Bu kadar yeter artık. Bir daha "Yeraltı"ndan bir şey yazmayı düşünmüyorum.
Fakat çelişkilerle dolu, hasta ruhlu bu insanın notları bu kadar değil elbette. Daha fazla dayanamadığı için yazmıştı bunları.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie :"Şah'ın Rüyası, Aşk bir hastalıktır"


Hükümdar o gece rüyasında aşkı gördü. Rüyasında yine Bağdat Halifesi Harun Reşid idi, tebdili kıyafetle bu kez Espanbur şehri sokaklarında dolaşıyordu. Fakat, birden bire her yanını tedavisi mümkün olmayan bir kaşıntı sardı. Hemen Bağdat'taki sarayına döndü, dönerken altı fersahlık yol boyunca kaşım kaşım kaşındı ve saraya varır varmaz, eşek sütüyle yıkandı, gözde odalıklarına tüm vücudunu balla ovdurdu. Halâ çıldıracak gibi kaşınıyordu ve neredeyse ölecek hale gelene kadar vücuduna hacamat vurmalarına ve sülük yapıştırmalarına rağmen, hiçbir hekim derdine deva bulamadı.
Bu şarlatanları başından savan Harun Reşid gücüne kavuşunca, düşünüp taşındı, geçmek bilmez kaşıntıdan kurtulmanın tek çaresinin onu fark etmeyecek hale gelene kadar, başka şeylerle oyalanmak olduğuna karar verdi.
Kendisini güldürsünler diye ülkesinde ki en ünlü meddahları, zihninin sınırlarını zorlasınlar diye en bilgili alimleri çağırttı. Şehvani rakkaseler arzularını uyandırıyor, maharetli odalıklar uyanan arzularını yatıştırıyorlardı. Fakat kaşıntısı hiçbir iyileşme alameti göstermeden, aynı şiddetiyle devam ediyordu. Kaşıntı illetini kökünden kazımak için Espanbur şehrini tecrit ettirerek bütün olukları ve su yollarını kaynar buharla temizletti, fakat kendisi gibi şiddetli kaşıntı marazından şikayet eden başka kimse yoktu. Başka bir gece yüzünü saklayarak Bağdat sokaklarında dolaşırken, üst kat pencerelerinden gelen bir ışığı fark etti ve başını kaldırınca bir mum aleviyle aydınlanan, yüzü altından yapılmışa benzeyen bir kadına gözü ilişti. Bir an için kaşıntısı tamamen geçti, fakat kadın o anda pencere kepenklerini kapatıp, mumu üfleyince kaşıntı geri döndü, şimdi eskisinden iki kat beterdi. Kaşıntısının tabiatı o anda Halife'ye malum oldu. Espanbur'da dolaşırken, aynı yüzün benzerinin bir an boyunca başka bir pencereden baktığını görmüş, kaşıntı ondan sonra başlamıştı. "Bulun onu " diye buyurdu vezire, "zira bana nazarı dokunan odur."
Muhafızlar yedi gün boyunca aradılar ama bulamadılar, sekizinci gün peçeli bir kadın kendiliğinden saraya geldi ve huzura kabul edilmeyi talep etti, Halife'nin acısını dindirebileceğini iddia ediyordu. Harun Reşid, huzura getirilmesini buyurdu. "Demek o cadı sensin!" diye haykırdı. "Ben o işlerden anlamam dedi" kadın, "fakat Espanbur sokaklarında dolaşan bir adamın yüzünü gördüğüm andan itibaren dur durak bilmeden kaşınıyorum. Istırabıma çare olur diye Bağdat'a taşındım, fakat ne çare. Sonra Bağdat Halife'sinin de kaşındığını, kaşıntısına neden olan kadını aradığını duydum ve bilmecenin cevabını buldum."
Bunları söyledikten sonra hiç çekinmeden yüzündeki örtüyü açtı ve onun suretini gören Halife'nin bir anda kaybolan kaşıntılarının yerini bambaşka bir his aldı. "Seninki de geçti mi" diye sorunca, kadın başıyla onayladı. "Artık kaşınmıyorum, ama yerine bambaşka bir şey hissediyorum."
"Bu da çaresiz bir hastalıktır" dedi Harun Reşid, "hiçbir adamın tedavi etmeye gücü yetmez."
Halife ellerini çırptı ve yakında evleneceğini ilan etti, hanımıyla birlikte sonsuza dek mutlu yaşadı, taki.. Günleri Yok Eden Ölüm çıkagelene dek..

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...