Okuduğum kitaplardan, altı çizilesi satırlar...
27 Temmuz 2010 Salı
Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk
"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiçkimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının,önemsiz meselerinin, hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar.
Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar; Büyük ve korkunç bir bilinmeyen..."
"Hiçliğe yapacağımız iniş başlamıştır,lütfen kemerlerinizi bağlayın.."
"Banyoda traş bıçakları var,içebileceğim iyot var,yutabileceğim uyku hapları var. Seçim meselesi, yaşa ya da öl! Aldığımız her nefes bir seçim, geçen her dakika bir seçim,olmak ya da olmamak.
Kendinizi merdivenden atmadığınız her an bir seçimdir,arabanızı duvara çarpmadığınız her an hayata yeniden başlıyorsunuz."
"Eğer kimse izlemiyorsa herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan."
"Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum.Mesela İsa mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi? Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi? Ormandaki bir ağacın devrilişini kimsenin duymaması gibi, İsa'nın çektiği acılara da kimse şahit olmasaydı, kurtulur muyduk?"
30 Mayıs 2010 Pazar
Oscar Wilde Dorian Gray'in Portresi
Bize yararı dokunabilecek erdemleri komşumuzda görebildiğimiz için kendimizi yüce gönüllü sanırız. Hesabımızdan daha çok para çekebilelim diye bankacıyı överiz, elini cebimize atmasın diye yol kesen haydutta iyi yönler buluruz. Söylediğim her şeyde ciddiydim. İyimserliği son derece hor görürüm ben. Hayatın sönmesine gelince; hiçbir hayat sönmez, yeterki gelişimi yarıda kalmamış olsun. Bir kişiliği bozmak istiyorsan ıslah et, yeter! Evlilik dersen, elbet saçmalık olur, gelgelelim kadınlarla, erkekler arasında daha başka, daha ilginç bağlar var. Ben bunları özendirmekten geri kalmayacağım. Hepsi de son moda olmak çekiciliğine sahip. Ama bak, iste Dorian da geldi. Sana benden daha çok bilgi verecektir.
29 Nisan 2010 Perşembe
Oscar Wilde Dorian Gray'in Portresi
"Neden?"
"İnsanın birini etkilemesi demek ona kendi ruhunu vermesi demektir de ondan. Bu insan kendi doğal düşünceleriyle düşünemez artık, kendi doğal ihtiraslarıyla yanmaz. Erdemleri sahici değildir. Günahları - günah diye bir şey varsa eğer - ödünçtür.
Yaşamanın amacı kişinin kendisini geliştirmesidir. Doğamızını gereğini kusursuz olarak gerçekleştirmek: İşte herbirimizin burada olmamızın nedeni budur. Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerinin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu -ki ahlakın temelidir-, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar."
...
Erkek yorgun düştüğü için evlenir, kadın merak duyduğu için. İkisi de hayal kırıklığına uğrarlar.
10 Nisan 2010 Cumartesi
Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk
...
Bak tatlım, diyorum, evet yakar ama yaşamaya devam etmek çok daha fazla acıtır...
...
Artık hayatımın gerçekten bir anlamı kalmadı, özgürüm..
...
...
İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor,dramlarının, önemsiz meselelerinin , hikayelerinin çözümlenmesini, piliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar, Büyük ve korkunç bir bilinmeyen.
27 Şubat 2010 Cumartesi
Can Yücel - O Olmazsa Yasayamam
O Olmazsa Yaşayamam
O olmazsa yaşayamam..
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte,
yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela,
o daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın,
çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini,
hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...
Can YÜCEL
14 Şubat 2010 Pazar
Albert Camus-Yabancı
Akşam,Marie beni görmeye geldi,kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu.
"Bence bir,ama istersen evleniriz''dedim.
O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Başka zaman da söylediğim gibi,''bunun bir anlamı yok,ama heralde sevmiyorumdur'' diye karşılık verdim. '
'Öyleyse niçin benimle evleneceksin?'' diye sordu.
Bunun hiç bir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi,ben sadece evet demekle yetiniyordum.
O zaman Marie,''evlilik ciddi bir şeydir'' dedi.
Ben de; ''değildir'' diye karşılık verdim.
Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı.
Sonra yine konuştu. ''aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin,onu öğrenmek istiyorum'' dedi.
''Elbette ederdim'' dedim.
O zaman, ''ben seni seviyor muyum acaba?'' diye sordu.
Ben de ''bu konuda hiç düşünmedim''diye karşılık verdim.
Baudelaire Kötülük Çiçekleri
Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?
"Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim."
"Dostlarını mı?"
"Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız."
"Yurdunu mu?"
"Hangi enlemdedir, bilmem."
"Güzelliği mi?
"Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."
"Altını mı?"
"Siz tanrı'ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim."
"Peki neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?"
"Bulutları severim...işte şu...şu geçip giden bulutları...eşsiz bulutları!"
15 Aralık 2009 Salı
Bir Gun Tek Başına,Vedat Türkali
12 Aralık 2009 Cumartesi
Jean Paul Sartre, Bulantı
Dostoyevski, Yeraltından Notlar
Peki, ama neden bazen olmadık hareketler yapıp, aptalca arzular peşinde koştururuz? Bunun nedenini biz bile bilmiyoruz. Üstelik bu olmadık isteklerimiz gerçekleştiğinde en çok zararı görecek olan da bizizdir. Sırf denemek için içimizden birinin bağlarını çözüp, esaretim kaldırarak özgürlüğe kavuştursanız bile, o yine esaret altına girmek isteyecektir. Eminim ki, bu yazdıklarımı okuduğunuzda kızgınlıktan ayaklarımızı yerlere vuracak ve:
— Siz, kendi rezil hayatınızdan, kendi yeraltınızdan bahsedin. Hepimizi karıştırmayın bu işe! diye bağıracaksınız.
Hepinizi bu işin içine katarak kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler, korkaklığınıza "ölçülü davranış" kılıfını geçirip, onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben.
Şöyle bir düşünün bakalım, bizler "canlı"nın nerede olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl ifade edildiğini bile bilmiyoruz. Kitaplarımızı elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız. Sonra da kimi sevip kime kızacağımızı, kimden uzaklaşıp kime yaklaşacağımızı, hiçbir şeyi bilemeyiz.
Etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. Utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. "Ortalama insan" denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. Gerçekte, bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla sevmeye de başlıyoruz. Öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz.
Bu kadar yeter artık. Bir daha "Yeraltı"ndan bir şey yazmayı düşünmüyorum.
Fakat çelişkilerle dolu, hasta ruhlu bu insanın notları bu kadar değil elbette. Daha fazla dayanamadığı için yazmıştı bunları.
5 Aralık 2009 Cumartesi
Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie :"Şah'ın Rüyası, Aşk bir hastalıktır"
Floransa Büyücüsü, Salman Rushdie "Aylar süren sessizlik"
Floransa Büyücüsü Salman Rushdie, "Ekber ve Birbal"
4 Aralık 2009 Cuma
Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, Umberto Eco
Önce hiçbir şey öğrenemeyecekleri için faşistlere, sonra günah olduğu halde intihar ettiğim için rahiplere, sonra da tanrı’ya, onun karar verdiği zaman değil, dilediğim zaman öldüğüm için. al sana...
30 Kasım 2009 Pazartesi
Mülksüzler Ursula K. Le Guin
Bu karabasan caddesinin en garip yanı da satılık milyonlarca şeyin hiçbirinin orada yapılmıyor olmasıydı. orada yalnızca satılıyorlardır. işlikler, oymacılar, boyacılar, tasarımcılar, makineciler neredeydi, eller neredeydi, yapan insanlar? gözden uzak, başka bir yerde. duvarlar arkasında. dükkanlardaki herkes ya alıcı, ya satıcıydı. nesnelerle sahip olmak dışında bir ilişkileri yoktu.
Mülksüzler Ursula K. Le Guin
Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok.,hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok.başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız.varlıklı değiliz. hiçbirimiz zengin değiliz, hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. Eğer istediğiniz, aradığınız şey buysa o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum, ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir.
Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya sizdedir, ya da hiçbir yerde değildir.
18 Eylül 2009 Cuma
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Birkaç hafta sonra Visitacion tam yatışmaya başladığı sırada bir gece, Jose Arcadio Buendia, uyku tutmadığı için yatakta dönüp durmaya koyuldu. Ursula'nın da uykusu açılmıştı, kocasına Neyin var? diye sorunca, Jose Arcadio Buendia, Prudencio Aguilar yine aklıma takıldı, dedi. O gece bir dakika bile gözlerini yummadılar, ama ertesi gün hiçbir rahatsızlık duymadıklarından gece olanları unuttular. Öğle yemeğinde Aureliano, laboratuvarda sabahlayıp Ursula'ya doğum günü armağanı olarak vereceği iğneyi altın suyuna batırmakla uğraştığı halde hiç yorgunluk duymadığını şaşırarak anlattı. Üçüncü gün olup da yatma saati geldiği halde kimsenin uykusu gelmeyince ve elli saatten fazladır uyumadıklarını hesap edinceye kadar telaşa kapılmadılar.
Kızılderili kadın, o kadere inanmış tavrıyla, Çocuklar da uyumadılar, dedi. Hastalık bir kez eve girmeye görsün, kimse yakasını kurtaramaz. Gerçekten de uykusuzluk illetine yakalanmışlardı. Bitkilerin şifa hassasını anasından öğrenmiş olan Ursula, hemen boğanotu şerbeti kaynatıp hepsine içirdiyse de, hiçbirini uyku tutmadı ve ayaküstü düş göre göre akşamı ettiler. Bu sanrılı uyanıklık içinde yalnızca kendi düşlerindeki kişileri görmekle kalmadılar, ötekilerinin düşlerine girenleri de gördüler. Sanki eve bir alay konuk dolmuş gibiydi. Mutfağın köşesindeki salıncaklı sandalyesine oturan Rebeca, beyaz ketenler giyinmiş, gömleğinin üst düğmesi altından, kendine çok benzeyen bir adamın bir demet gül getirdiğini gördü.
Adamın yanındaki kadın, zarif elleriyle demetten bir gül çekip çocuğun saçına taktı. Ursula, adamla kadının Rebeca'nın annesiyle babası olduklarını kestirdi, ama nereden tanıdığını bulup çıkarmak için çok çalıştıysa da, sonunda onları ömründe görmemiş olduğuna kesinlikle karar verdi. Bütün bunlar olup biterken, Jose Arcadio Buendia, boş bulunup önlem almadığı için, evde yapılan hayvan biçimindeki şekerlemeler hala kasabada satılıp duruyordu. Yediden yetmişe herkes, uykusuzluk bulaşmış o tadına doyulmaz yeşil horozları, uykusuzluğa batmış o güzelim pembe balıkları, uykusuzluğa bulanmış o şipşirin sarı tayları emip duruyordu. Böylece pazartesi sabahı doğan güneş; bütün kasabayı ayakta buldu. Önceleri kimse telaşa kapılmadı. Tam tersine, uyumadıklarına seviniyorlardı, çünkü o sıralarda Macondo'da yapılacak öyle çok iş vardı ki, kimse yetişmeye zaman bulamıyordu. O kadar çok çalışmaya koyuldular ki, çok geçmeden gecenin üçünde kollarını kavuşturup saatin sesini sayar oldular. Yorgunluktan değil de, sırf düş görmeyi özlediklerinden uyumak isteyenler, bitkin düşüp uyuyabilmek için akıllarına gelen her yolu denediler. Biraraya toplanıp bitmez tükenmez sohbetlere dalıyorlar, aynı fıkraları saatlerce üst üste yineliyorlar, kısır horoz masalını alabildiğine uzatıp duruyorlardı.
Çek çek uzayan bir masaldı bu, masalı anlatacak olan, Size kısır horoz masalını anlatayım mı? diye sorar, Evet derlerse, Ben size evet deyin demedim ki, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, derdi. Yok, dinleyiciler Hayır derse, bu kez de masalcı Ben sizden hayır demenizi istemedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, deyip çıkardı işin içinden. Kimse ses çıkarmayacak olsa, masalcı Ben size susun demedim, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, deyip silbaştan yapardı. Biri gitmeye davransa, masalcı, Ben size gidin mi dedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, diyerek oturturdu onları ve masal böylece uzar gider, geceler boyu sonu gelmezdi.
Bellek kaybını birkaç ay olsun önleyecek formülü Aureliano, hem de kazara buldu. Hastalığa ilk yakalananlardan biri olarak bu alanda uzmanlaştığı için, gümüş işleme sanatında da kusursuz bir ustalığa erişmişti. Bir gün maden varaklarını dövmekte kullandığı ufak örsü ararken, adını bulamadı. Babasına sordu, babası Iskaça dedi. Aureliano bunu bir kağıda yazıp örsün sapına yapıştırdı: Iskaça. Böylece bir daha unutmazdı. Meretin adı zaten bir tuhaf olduğundan, bunun bellek kaybının ilk belirtisi olduğu da aklına gelmedi. Ama birkaç gün sonra, baktı ki, laboratuvardaki nesnelerden nerdeyse hiçbirinin adını anımsayamıyordu. Bunun üzerine, hepsinin adını yazıp yapıştırdı, baktı mı ne olduklarını anlıyordu artık.
Babası yelyepelek gelip çocukluğunun en önemli anılarını bile unuttuğundan dert yanınca, Aureliano bulduğu yöntemi babasına da açtı ve Jose Arcadio Buendia, bunu önce evde, daha sonra bütün kasabada uygulamaya koydu. Fırçayı mürekkebe batırıp her şeyin üzerine adını yazdı: masa, sandalye, saat, kapt, duvar, yatak, tencere. Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi kondurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı nasıl hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır: Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştılabilmesi için kaynatılması şarttır. Böylece, bir an için adlarıyla yakalanan, ama yazılı harflerin ne demeye geldiğini unuttukları anda kaçıp ellerinden kayıveren bir gerçeği yaşamaya başladılar.
Bataklığa açılan yolun başına Macondo yazılı bir levha diktiler. Anacaddeye Tanrı Vardır yazan bir tabela astılar. Bütün evlere, nesneleri ve duyguları hatırlatmaya yarayacak yazılar yazıldı. Ama bu sistem öylesine büyük bir dikkat ve sağlam sinir istiyordu ki, çoğu kişi, kendi uydurdukları, bir işe yaramaz ama rahatlatıcı bir düşsel gerçeğin büyüsüne kapıldı. Eskiden iskambil falı açıp geleceği okuduğu gibi şimdi de geçmişi okumak numarasını bulan pilar Ternera, bu aldatmacanın yayılmasında en büyük rolü oynadı. Bu yolla, uykusuzluk hastalığına yakalananlar, iskambillerin belirsiz olasılıkları üzerine kurulmuş bir dünyada yaşamaya başladılar. İskambillere göre, kiminin babası nisan başında gelen esmer adam, kiminin anası sol eline altın yüzük takan esmer kadın, kiminin doğum günü tarlakuşunun defne dalına konup şakıdığı son salı oluyordu.
Bu avuntu yollarının karşısında yılgınlığa düşen Jose Arcadio Buendio, bir zamanlar çingenelerin eşsiz buluşlarını unutmamak için yapmayı tasarladığı bellek makinesini yapmaya karar verdi. İnsan eliyle yaratılan bu harika, ömür boyunca edinilen bilgilerin tümünün her sabah baştan sona tazelenmesi görüşüne dayanıyordu. Bunu bir döner sözlük biçiminde tasarlıyordu. Sözlüğün eksenine oturan, kolu çevirerek çarkı döndürecek ve insan yaşamındaki en gerekli bilgiler birkaç saat içinde gözünün önünden geçecekti..
28 Ağustos 2009 Cuma
Doğmamış Kristof - Carlos Fuentes
BENDEN Mİ SÖZ EDİYORSUNUZ?
Madde 22 (Catch22) -Joseph Heller
27 Ağustos 2009 Perşembe
Catch 22 ( Madde 22) - Joseph Heller
Deli olan birisini görevden alamaz mısın?
- Tabiî ki. Almam lazım. Deli birini görevden almam gerektiğini söyleyen bir kural var.
- O zaman neden beni görevden almıyorsun? Ben deliyim. Clevinger’e sor!
- Clevinger? Clevinger nerede? Clevinger’i bul sorayım.
- O zaman herhangi başka birine sor. Sana ne kadar deli olduğumu söyleyeceklerdir.
- Onlar deli.
- O zaman neden onları görevden almıyorsun?
- Neden benden onları görevden almamı istemiyorlar?
- Çünkü onlar deli de ondan.
- Tabiî ki deliler. Sana onların deli olduğunu biraz önce söyledim öyle değil mi? Ve deli insanların senin deli olup olmadığına karar vermesine izin veremezsin, değil mi?
- Orr deli mi?
- Kesinlikle.
- Onu görevden alamaz mısın?
- Tabiî ki alırım. Fakat önce benden bunu istemesi lazım. Bu kuralın bir parçası.
- Peki neden sormuyor?
- Çünkü deli. Onca tehlikeli uçuştan sonra muharebe uçuşu yaptığına göre deli olmalı. Tabiî ki onu görevden alabilirim. Ama önce bunu benden istemesi lazım.
- Görevden alınmak için yapması gereken tek şey bu mu?
- Bu. Yeter ki istesin.
- Ve o zaman onu görevden alacak mısın?
- Hayır. O zaman onu görevden alamam.
- Bu kuralda bir bityeniği olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?
- Elbette. Madde-22. Çarpışma görevinden kaçmak isteyen biri gerçekten deli değildir.
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez
Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...
-
Evet bu yüzden, yorgunluğumu anlatamıyorum kimseye Olric. Yakınmalarımda ince bir alay görüyorlar. Bu inceliği bana yakıştıranlar tabii cahi...
-
Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlar...
-
Ö nemli olan hep hangi açıdan baktığındır derler. Buna inanmıyorum. Asıl önemli olan, hangi mesafeden baktığın. Ben, her şeye mikroskopla b...