YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE
Lindell Hart’ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi’nin 22.sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Sere Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29’u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız. “Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur”, diyor yüzbaşı Liddell Hart.
Tsingtao’daki Hochschule’nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.Belgenin ilk sayfası kayıptır.
“…ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’in sesiydi bu. Madden’nin Victor Runeberg’in apartman katında olması dertlerimin ve aynı zamanda –ama daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti. Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı. O gün güneş batmadan ben de aynı kaderi paylaşacaktım. Madden, son derece acımasızdı. Ya da belki öyle olmak zorundaydı. İngiltere’nin hizmetinde bir İrlandalı’nın, gevşeklik ve hatta ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevi fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi? Alman Reich’in iki casusunun ortaya çıkarılması, tutuklanması, ve hatta beklide öldürülmeleri….Odama çıktım; nedendir bilmem, kapıyı kilitledim ve kendimi dar demir karyolama attım. Pencereden tanıdık damları ve bulutların gölgelediği saat altı güneşini gördüm. Bu her türlü belirti ve simgeden yoksun günün, aman vermez ölümün yakama yapışacağı gün olması bana inanılmaz bir şey gibi geliyordu. Ölmüş babama, Hai Feng’in simetrik bahçesinde geçen çocukluğuma karşın –şimdi?- ölüp gidecek miydim? Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar, yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zamanda oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor…. Madden’in beygir suratını yüreğim daralarak hatırlayınca bu dalıp gitmelerim yarıda kaldı. Duyduğum nefretle dehşetin ortasında,(hoş, Richart Madden’e hayatımın oyununu oynadığıma, boynum artık dar ağacının ilmeğini hasretle beklediğine göre dehşetten söz etmenin de anlamı yok ya) o ateşli ve kuşkusuz şu anda mutlu Savaşçı’nın, büyük sırrın bende olduğunu bilmediği geldi aklıma; Amre ırmağı üzerindeki yeni İngiliz topçu cephaneliğinin bulunduğu yerin adı! Bir kuş, külrengi gökyüzüne çizgi çekerek geçti, ben de onu zihnine doğruca bir uçağa, uçağı da( Fransız göğü üzerinde) dikine bombalarla cephaneliği yok eden sayısız fansız uçaklarından birine çevirdim. Bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzın o gizli yerin adını ta Almanya’dan duyacak biçimde haykırabilse… İnsan bedenindeki ses yetersizdi. Nasıl yapmalıda , o adı Şef’in kulağına ulaştırmalıyım? Ben ve Runeberg hakkında , ikimizin de Staffordshire’de bulunduğundan başka bir şey bilmeyen ve Berlin’deki çıplak duvarlı bürosuna sonsuza dek gazetelere gözden geçirerek boşu boşuna raporumuzu bekleyen o hasta, o nefret edilesi adamın kulağına?...Yüksek sesle: kaçmalıyım dedim. Sanki Madden şimdi pusuda bekliyormuş gibi, hiç gürültü çıkarmadan , sessiz hareket etme konusunda gereksiz bir özen göstererek yerimden doğruldum. Bir şey- belki de yalnızca, başvurabileceğim hiçbir çare olmadığın apaçık görmenin boşuna telaşı- beni ceplerimi yoklamaya yönetti. Bulacağımı bildiğim şeyleri buldum. Amerikan işi cep saati, Nikel zinciri, dört köşe demir para, üzerine Runeberg’in dairesinin işe yaramaz, -ama sus niteliği taşıyan- anahtarlığı bulunan anahtarlık, not defteri, hemen yok etmeğe karar verdiğim (ama etmediğim- bir mektup, bir crown ,iki şilin ve birkaç pence mavi- kırmızı yazan kalem, mendil, tek kurşunlu tabanca. Nedendir bilmem tabancayı tutup, cesaret versin diye elimde şöyle bir tarttım. Tabanca sesinin çok uzaklardan duyulabileceğini geçirdim aklımdan. On dakika içinde planım hazırdı.mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon defterinde yazılıydı; trenle yarım saat çeken Fenton’ın bir banliyösünde oturuyordu.
Korkak bir adamdım ben. Bunu şimdi tehlikeli olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı bir planı sona erdirdikten sonra söylüyorum. Biliyorum, yerine getirilmesi korkunç oldu. Almanya için yapmadım, hayır. Bana casus olma alçaklığını yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum. Ayrıca, İngiltere’de benin için Goethe’den daha az büyük olmayan bir adam- alçak gönüllü bir adam- tanıdım. Onunla bir saat bile konuşmadım, ama bir saat içinde Goethe’ydi o…Şef’in benim ırkımdan insanlardan –benim kimliğimde eriyip birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. Sarı derili bir adamın ordularını kurabileceğini kanıtlamak istedim ona. Hem yüzbaşı Madden’den de kaçmam gerekiyordu. Yumrukları her an kapıma inebilir, sesi her an kapıma dayanabilirdi. Gene gürültü etmeden giyindim, bir aynada vedalaştım kendi kendimle, merdivenlerden aşağıya indim, sakin sokağı kolaçan ettim ve dışarı çıktım. İstasyon, evimden uzak değildi, ama bir taksiye binmenin daha akıllıca olacağını düşündüm. Böylelikle tanınma tehlikesinin daha azalacağını söyledim kendi kendime; işin doğrusu şu ki, ıssız sokakta kendimi çok daha göz önünde, çok daha tehlikede hissediyordum. Taksi şoförüne ana giriş kapısının biraz uzağında durmasını söylediğimi hatırlıyorum,. Özellikle, son derece ağır hareketlerle indim taksiden; Ashgrove köyüne gidiyordum ama daha uzak bir istasyona bilet aldım. Tren birkaç dakika içinde, tam 8.50’de hareket edecekti. Koştum; bunu kaçırırsam bir sonraki tren ta dokuz buçuktaydı. Platformda kimsecikler yoktu. Ardarda vagonlardan geçtim; birkaç çiftçi, yas elbiseleri içinde bir kadın, büyük bir ilgiyle Tacitus Tarihi’ni okuyan genç bir çocuk, yaralı ama mutlu bir asker gördüğümü hatırlıyorum. Sonunda vagonlar öne doğru sarsıldı. Bir adam boşu boşuna platformun sonuna kadar koştu, onu tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’di bu. Aklım başımdan gitmişti, tir tir titreyerek oturduğum koltuğun bir köşesine, lanet olası pencerenin iyice uzağına büzüldüm.
Bu müthiş korku giderek rezilce bir mutluluğa dönüştü. Düellonun artık başlamış olduğunu ve kırk dakika için de olsa, talihin yardımıyla da olsa, karşımdakinin saldırısını boşa çıkararak ilk hamleyi kazandığımı düşündüm. Zaferlerin bu en sıradanının mutlak bir zaferin habercisi olduğunu söyledim kendi kendime; içimde hissettiğim korkakça mutluluğun, serüveni başarıyla sonuçlandırılabilecek bir adam olduğumu kanıtladığını söyledim ( bu öncekinden daha az yalan değildi). Bu zaaftan, beni hiç yarı yolda bırakmayan bir güç aldım. İnsanoğlunun günden güne daha büyük acımasızlıklara girişeceğini seziyorum; yakında savaşçılarla haydut çetelerinden başka bir şey kalmayacak; onlar bir öğüdüm var; Korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli .Bir ölünün gözleriyle, belki de yaşamının son günü olacak o günün bitişine, gecenin çöküşünü seyrederken bunları geçiriyordum aklımdan. Tren dişbudak ağaçlarının arasından yavaşça ilerliyordu. Durdu, neredeyse tarlaların ortasındaydık. Kimse istasyonun adını bağırmadı. “Ashgrove mu?” diye sordum platformdaki oğlanlara. “Ashgreve” dediler. İndim.
Platformu bir lamba aydınlatıyordu, ama oğlanların yüzleri karanlıktaydı. Biri bana, “Dr. Stephan Albert’in evine mi gidiyorsunuz? diye sordu. Bir başkası, cevabımı beklemeden, “Ev buradan çok uzaktadır, ama şu soldaki yoldan gider, her dört yol ağzında bir yola saparsanız kaybolmazsınız” dedi. Onlara bir metelik ( sonuncusunu) fırlattım, iki üç basamaklı taş merdivenden indim ve ıssız yoldan yürümeğe koyuldum. Yol, hafif bir eğimle yokuş aşağı gidiyordu. Toprak bir köy yoluydu; başımın üzerindeki dallar iç içe girmişti; ancak dolunay bana eşlik eder gibiydi.
Bir an, Richard Madden’in bir biçimde umarsız planımı keşfettiği düşüncesine kapıldım. Sonra hemen ardından bunun imkansız olduğunu anladım. Hep sola sapmam konusunda söylenenlerin kimi labirentlerin merkez noktasına varmak için baş vurulan, çok bilinen bir yöntem olduğunu hatırladım. Labirentlerden anlarım biraz; Yunan valisi olan ve hem Hung Lu Meng’den bile daha çok kişili bir roman yazmak, hem de her içine girenin kaybolacağı bir labirent kurmak uğruna yeryüzündeki bütün yetkilerinden vazgeçen Ts’ui Pen ‘in torunu olmam boşuna değil. Büyük babam, bu çok farklı uğraşlara on üç yılını vermiş, ama sonunda bir yabancı tarafından öldürülmüştü- romanı bölükpörçüktü, labirenti ise hiç kimse bulamamıştı. İngiltere’nin ağaçları altında yürürken o kayıp labirenti düşündüm. Gözlerden uzak bir dağ doğduğunda el değmemiş ve kusursuz biçimiyle gözümün önüne getirdim; pirinç tarlalarıyla yer yüzünden silindiğini, sular altında kaldığını gözümün önüne getirdim; sonsuz bir labirentti, sekizgen tarhlar ve iç içe geçmiş, başladığı noktaya dönen yollardan değil, ırmaklar, iller ve krallıklardan kurulmuş sonsuz biçimiyle canlanıyordu gözümün önünde…Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm, geçmişle geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak bir labirent. Bu aldatıcı imgelere kapılıp kaderimin kaçaklık olduğunu unuttum. Belirsiz bir zaman dilimi içinde dünyayı soyut biçimiyle algılayan birer varlık olduğumu sanmıştım. Her türlü yorgunluk olasılığını ortadan kaldıran inişli yol kadar, sanki usul usul, soluk alıp veren kırlar, gökyüzündeki ay, günün son ışıkları da etkilemişti. Günün öğleden sonrası sanki dost sanki sonsuzdu. Yol iniyor, iniyor ve artık birbirine karışan çayırlar arasında çatallanıyordu. O an fark ettim; rüzgarın estiği yöne yaklaşıp uzaklaşan, sık yapraklarla aradaki uzaklığın hafiflettiği tiz, neredeyse gümüşsü tınılar taşıyan bir müzik geliyordu ileriden. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ama bir ülkenin düşmanı olamayacağını düşündüm o an; ateş böceklerini, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, gün batımlarının düşman olamayacağını…Bunları düşünerek, yüksek, paslı bir bahçe kapısının önüne gelmiştim. Demir parmaklıkların arasından bir kavak korusuyla bir köşk seçiliyordu. Ansızın, birincisi önemsiz, ikincisiyse neredeyse inanılmaz iki şeyin farkına vardım. Müzik köşkten geliyordu ve Çin müziğiydi. Demek ki bu yüzden hiç düşünmeden, hemen benimseyivermiştim müziği… Zil ya da çıngırak var mıydı yoksa elimle kapıya vurup seslendim mi, hatırlamıyorum. Müziğin şıngırtıları sürüp gidiyordu.
Evin içinden, gerilerden bir lamba yaklaştı; ağaçların bazen çizgilediği bazen örtüp kararttığı bir lamba, davul biçimli ve ay renginde kağıttan bir lamba. Uzun boylu bir adamın elindeydi. Işık gözümü aldığı için yüzünü göremedim. Kapıyı açtı ve anadilimde tane tane: “ Görüyorum ki yüce gönüllü Hsi Peng yalnızlığımı paylaşmaya kararlı. Bahçeyi görmek istiyorsunuz herhalde?” dedi.
Elçilerimizden birinin adı olan bu adı tanıdım ve şaşırarak “bahçe mi?” dedim.
“Yolları çatallanan bahçe”
Belleğimde bir şeyler canlandı ve nasıl oldu bilmiyorum, hiç düşünmeden, “Atam Ts’ui Pin’in bahçesi” dedim.
“Atanız demek ki? Şanlı atanız…Girin içeriye.”
Islak patika, çocukluğumda gezdiğim patikalar gibi zikzaklar çiziyordu. Doğudan ve batıdan gelme kitaplarla dolu bir kütüphaneye girdik. Işıklı hanedanın üçüncü hükümdarı tarafından baskıya hazırlanan, ama hiçbir zaman basılmayan Yitik Ansiklopedi’nin ciltlenmiş sıra sıra ciltlerini hemen tanıdım. Gramofonun tablosunda dönen plağın yanında tunçtan bir anka kuşu vardı. Ayrıca famille rose üslubunda bir vazo ve ustalarımızın Acem çömlekçilerinden örnek aldıkları mavi renkte, yüzyıllar öncesinden kalma bir başka vazo daha hatırlıyorum…
Stephan Albert beni gülümseyerek seyrediyordu. Dediğim gibi uzun boylu, yüz çizgileri sert, gri sakallı bir adamdı. ‘Sinolog olmayı aklıma koymadan önce’, Tsientsin’de misyonerlik yaptığını söyledi bana.
Oturduk. Ben uzun alçak bir divanda oturdum, O da pencereye büyük, yuvarlak bir saate sırtını verecek biçimde oturdu. Peşimdekinin Richard Madden’in buraya bir saatten önce varamayacağını hesapladım kafamda. Dönüşü olmayan kararım henüz bekleyebilirdi.
“Şu Ts’ui Pen’in ki de şaşırtıcı bir talih” dedi. Stephan Albert. “ Yerlisi olduğu ilin valisi, astronomi ve astroloji bilgini, yorulmak bilmez din kitapları yorumcusu, satranç oyuncusu, ünlü şair ve hat ustası –bütün bunlardan bir kitap ve labirent kurmak uğruna vazgeçmiş. Hem de zorbalığın hem de adalet dağıtmanın, yatağındaki cariyelerin, şölenlerin, hatta engin bilgisinin zevklerinden bile el etek çekmiş- hepside kendini on üç yıl Duru Yalnızlığın Köşkü’ne kapamak için. Öldüğünde, mirasçıları karmakarışık el yazmalarından başka bir şey bulamamışlar. Belki biliyorsunuzdur ailesi bunları ateşe atmak istemiş ama vasiyetnameyi yerine getirmekle yükümlü olan kişi –Tao’cu ya da Buda’cı bir keşiş- basılmaları gerektiğinde diretmiş.
Biz “Ts’ui Pen’in soyundan gelenler,” diye karşılık verdim, “o keşişi hala lanetle anıyoruz. Bunların basılmasında hiçbir anlam yoktu. Kitap karşıtlıklar içinde bir taslaklar yığını. Bir kere gözden geçirmiştim; kahraman üçüncü bölümde ölüyor, dördüncü bölümde canlı. Ts’ui Pen’in öteki girişimine, labirente gelince…”
“İşte Ts’ui Pen’in labirenti” dedi stephan Albest yüksek, lake boyalı bir yazı masasının üzerini işaret ederek.
“Fildişinden bir labirent” diye bağırdım. “Mümkün olan en küçük labirent öğle mi?”
“Simgelerden kurulu bir labirent,” diye düzeltti. “Gözle görülmez bir zaman labirenti. Bu sırrın çözümü bana, barbar bir İngilize layık görüldü. Aradan yüzyıldan uzun bir süre geçtiği için ayrıntıları yerli yerine oturtmak imkansız; ama olup biteni kestirmek zor değil. Ts’ui Pen birden bire; kitabı yazmaktan vazgeçiyorum demiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitapla labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş. Duru Yalnızlığın Köşkü, belki de yolları son derece karmaşık bir bahçenin tam ortasında duruyordu; bu durum mirasçılara gerçek bir labirentin varlığını düşündürmüş olabilir. Ts’ui Pen öldü; sahibi olduğu o uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan hiç kimse bir labirente rastlamadı; romandaki karışıklıkların bana labirentin romanın kendisi olduğunu düşündürdü. İki ipucu meselenin doğru çözümünü buldurdu bana. Biri: Ts’ui Pen’in gerçek anlamıyla sonsuz bir labirent yaratacağı yolundaki garip söylenti. Öteki: ele geçirdiğim bir mektubun parçası.”
Albert ayağa kalktı, bir an sırtını döndü; siyah ve altın renkli yazı masasının çekmecesini açtı. Benden yana döndüğünde elinde bir zamanlar kızıl renkli olan, ama artık pembeye dönmüş, tekrar tekrar katlanıp açılmaktan zar gibi incelmiş bir kağıt tutuyordu. Ts’ui Pen hattat olarak haklı bir ün kazanmıştı. Kendi kanımdan bir adamın minicik bir fırçayla yazdığı şu sözleri anlamadan, yutarcasına okudum; Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsini değil) bırakıyorum. Tek söz söylemeden kağıdı geri verdim. Albert sözlerini sürdürdü:
“Bu mektubu bulmadan önce kendi kendime bir kitabın nasıl sonsuz olabileceğini sormuştum. Dönümlü, dairevi bir ciltten başka bir şey gelmedi aklıma. Son sayfası ilk sayfayla eş olan, dilediğince sürüp gitme olasılığını içeren bir kitap. 1001 gece masallarının tam ortasına rast gelen o geceyi de hatırladım; hani Şehrazat (el yazmasını kaleme alanın büyülü bir gaflet anı sonucunda) 1001 Gece Masalları’nı başlatan masalı, yani ‘Şehrazat’ın sultana masal anlatması masalını’ kelimesi kelimesine anlatmaya başlar da böylece sonsuza kadar tekrar tekrar başa dönmeyi göze almış olur ya… Sonra babadan oğula geçen, geçerken de her bir kişinin yeni bir bölüm eklediği, ya da atalarının yazdığı sayfaları sofuca bir dikkatle düzelttiği Platon’cu bir metni de düşündüm. Bu varsayımlarla oyalandım bir süre; ama bunlardan hiçbirisinin Ts’ui Pen’in kitabının birbiriyle çelişen bölümleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Zihnim böyle karmaşıkken Oxfort’dan sizin de gözden geçirdiğiniz el yazması geldi. O cümle de dikkatimi çekmişti elbet: Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum. Daha ilk bakışta anladım: ‘Yolları çatallanan bahçe’, o karmaşık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallanmanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. Eseri iyice bir okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçeneklerle karşılaştığında bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; Ts’ui Pen’in kurgusal eserindeyse yazar - aynı anda- hepsini birden seçiyordu. Yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması bu işte. Diyelim ki Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang araya giren bu adamı öldürebilir, araya giren adam Fang’ı öldürebilir, ikisi de kaçıp kurtulabilir, ikisi de ölebilir falan filan. Ts’ui Pan’in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biride başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazen, bu labirentin yolları kavuşur; örneğin, siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum. Düzelmek bilmeyen Çincemin kusuruna bakmazsanız birkaç sayfa okuyalım.”
Lambadan gelen ışığın parlak yuvarlağı içindeki yüzü, kuşku yok ki yaşlı bir adam yüzüydü: ama bu yüzde inatçı, hatta ölümsüz bir şeyler vardı. Yavaşça olanca dikkatiyle aynı destansı bölümün iki yorumunu okudu. Birincisinde bir ordu ıssız bir dağın ortasından savaşa yollanıyordu; kayalarla gölgelerin ürkünçlüğü askerlerin yaşamlarını hiçe saymalarına yol açıyor ve düşmanı kolayca yeniyorlardı. İkincisinde, aynı ordu büyük bir şölenin yapıldığı bir sarayı bir uçtan ötekine geçiyordu; görkemli savaş onlara eğlentinin devamıymış gibi geliyor ve düşmanı yeniyorlardı. Bu eski metinleri gereken saygıyla dinledim; belki de asıl şaşırtıcı olan, metinlerin kendilerinden çok benim kanımdan biri tarafından yaratılmış ve çetin serüvenler sonucunda, Batı dünyasındaki bir ada üzerinde, uzak bir krallığın hizmetkarı tarafından bana aktarılıyor olmalarıydı. Her iki yorumda da gizli bir buyruk gibi yinelenen şu son sözleri hatırlıyorum: İşte böyle dövüştü kahramanlar; övülesi yürekleri huzur içinde, kılıçları kıyıcı, ölmeye ve öldürmeye yeminliydiler.
O andan sonra kendimde ve karanlık gövdemin içinde elle tutulamaz, gözle görülmez bir kıpırdaşma hissettim. Birbirine koşup ilerleyip sonra ayrışan, derken birbirinin içinde eriyip giden orduların yarattığı değilse bile, bunların esinlediği, anlatılmaz, çok derin bir sıkıntısıydı bu. Stephen Albert sözlerini sürdürdü:
“Şanlı atanızın bu çeşitlemeleri boşu boşuna kurcaladığını sanmam. On üç yılını bıkıp usanmadan bir retorik oyunu kurmaya adaması akla yakın gelmiyor. Sizin ülkenizde roman, edebiyatın dallarından biridir; Ts’ui Pen son derece usta bir romancı ama aynı zamanda da kendini yalnızca romancı olarak görmeyen bir edebiyat adamıydı. Çağdaşlarının tanıklığı onun metafizik ve mistik ilgileri olduğunu gösteriyor- yaşamı da bunun bütünüyle doğrular nitelikte. Romanın büyük bölümü felsefi tartışmalarla dolu. Karşısına çıkan bütün meseleler arasında, zamanın bir uçurumu andıran sonsuzluğu kadar kafasını uğraştıran hiçbir mesele olmadığını biliyorum. Oysa Yolları Çatallanan Bahçe’nin sayfalarında karşımıza çıkmayan tek mesele bu. Zaman sözünü bile kullanmıyor. Bu sözcükten bile bile vazgeçmesini nasıl açıklıyorsunuz?”
Çeşitli açıklamalar önerdim -hepside doyurucu olmaktan uzaktı.- Bunlar üzerinde tartıştık. Stephen Albert dedi ki:
“Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?”
Bir an düşündükten sonra cevap verdim: “satranç sözcüğü!”
“Tam üstüne bastınız,” dedi Albert. “Yolları Çatallanan Bahçe konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. Bir sözcüğü hiç kullanmama, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak, onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur. İmalarla yazan Ts’ui Pen’in bitip tükenmez romanının dolambaçlarında yeğlenen dolaylı yöntem de budur işte. Yüzlerce el yazmasını karşılaştırdım, yazarlarının dikkatsizliği sonucu ortaya çıkan yanlışları düzeltim, bu kaosun iç yapısını kestirmeye çalıştım; ilk baştaki düzenini yeniden kurdum- evet, yeniden kurdum sanıyorum- eseri tümüyle ‘çevirdim’; ‘zaman’ sözcüğünü bir kere bile kullanmadığı açık. Bunun nedeni ortada; Yolları Çatallanan Bahçe, Ts’ui Pen’in algıladığı biçimiyle evrenin belki tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür. Newton’la Schopenhauer’in tersine, atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır. Biz bu zamanların bir çoğunda var olmayız; bazılarında siz var olursunuz, ben olmam; ötekilerde ben var olurum, siz var olmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben var olmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama ben bir aldatmaca, bir hayaletim.”
“Her birinde,” dedim sesimin titremesine engel olamayarak, “size teşekkür borçluyum ve Ts’ui Pen’in bahçesini eksiksiz biçimde kurduğunuz için size büyük bir saygı duyuyorum.”
“Hepsinde değil,” diye mırıldandı gülümseyerek. “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.”
Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen nemli bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert’le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerle gizli ve etkindik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğinde karabasan çözülüp yok oldu. Bu sarı ve siyah bahçede bir tek adam vardı; ama bu adam bir heykel kadar sarsılmazdı…Bu adam bahçenin yolu boyunca ilerliyordu ve Yüzbaşı Richard Madden’di.
“Gelecek şu anda var oluyor,” karşılığını verdim, “ama ben dostunuzum sizin. Şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?”
Albert ayağa kalktı. Upuzun boyuyla ayakta durarak yüksek masanın çekmecesini açtı; o an sırtı bana dönüktü. Tabancayı doğrultmuştum. Olanca dikkatimle ateşledim. Albert gık demeden hemen yere yıkıldı. Onun o an öldüğüne yemin ederim- bir şimşek çakmıştı sanki.
Gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten. Madden içeriye daldı, beni tutukladı. Darağacına yollayacaklar beni. İntikamımı en pis biçimde aldım; saldırmaları gereken kentin gizli adını Berlin’e bildirdim. Dün bombaladılar; haberi, Yu Tsun adlı bir yabancı tarafından öldürülen ünlü Sinolog Stephen Albert’i saran esrar perdesini tüm İngiltere’ye duyuran gazetelerde okudum. Şef esrarı çözmüştü. Derdimin (savaşın gürültüsü patırtısı arasında) Albert adlı kente işaret etmek olduğunu, bunu yapmak içinde aynı adı taşıyan bir adamı öldürmekten başka yol bulamadığımı biliyordu. Sayısız pişmanlıklarımla bıkkınlıklarımı ise bilmiyor- hiç kimse de bilmez zaten.
Lindell Hart’ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi’nin 22.sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Sere Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29’u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız. “Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur”, diyor yüzbaşı Liddell Hart.
Tsingtao’daki Hochschule’nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.Belgenin ilk sayfası kayıptır.
“…ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’in sesiydi bu. Madden’nin Victor Runeberg’in apartman katında olması dertlerimin ve aynı zamanda –ama daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti. Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı. O gün güneş batmadan ben de aynı kaderi paylaşacaktım. Madden, son derece acımasızdı. Ya da belki öyle olmak zorundaydı. İngiltere’nin hizmetinde bir İrlandalı’nın, gevşeklik ve hatta ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevi fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi? Alman Reich’in iki casusunun ortaya çıkarılması, tutuklanması, ve hatta beklide öldürülmeleri….Odama çıktım; nedendir bilmem, kapıyı kilitledim ve kendimi dar demir karyolama attım. Pencereden tanıdık damları ve bulutların gölgelediği saat altı güneşini gördüm. Bu her türlü belirti ve simgeden yoksun günün, aman vermez ölümün yakama yapışacağı gün olması bana inanılmaz bir şey gibi geliyordu. Ölmüş babama, Hai Feng’in simetrik bahçesinde geçen çocukluğuma karşın –şimdi?- ölüp gidecek miydim? Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar, yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zamanda oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor…. Madden’in beygir suratını yüreğim daralarak hatırlayınca bu dalıp gitmelerim yarıda kaldı. Duyduğum nefretle dehşetin ortasında,(hoş, Richart Madden’e hayatımın oyununu oynadığıma, boynum artık dar ağacının ilmeğini hasretle beklediğine göre dehşetten söz etmenin de anlamı yok ya) o ateşli ve kuşkusuz şu anda mutlu Savaşçı’nın, büyük sırrın bende olduğunu bilmediği geldi aklıma; Amre ırmağı üzerindeki yeni İngiliz topçu cephaneliğinin bulunduğu yerin adı! Bir kuş, külrengi gökyüzüne çizgi çekerek geçti, ben de onu zihnine doğruca bir uçağa, uçağı da( Fransız göğü üzerinde) dikine bombalarla cephaneliği yok eden sayısız fansız uçaklarından birine çevirdim. Bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzın o gizli yerin adını ta Almanya’dan duyacak biçimde haykırabilse… İnsan bedenindeki ses yetersizdi. Nasıl yapmalıda , o adı Şef’in kulağına ulaştırmalıyım? Ben ve Runeberg hakkında , ikimizin de Staffordshire’de bulunduğundan başka bir şey bilmeyen ve Berlin’deki çıplak duvarlı bürosuna sonsuza dek gazetelere gözden geçirerek boşu boşuna raporumuzu bekleyen o hasta, o nefret edilesi adamın kulağına?...Yüksek sesle: kaçmalıyım dedim. Sanki Madden şimdi pusuda bekliyormuş gibi, hiç gürültü çıkarmadan , sessiz hareket etme konusunda gereksiz bir özen göstererek yerimden doğruldum. Bir şey- belki de yalnızca, başvurabileceğim hiçbir çare olmadığın apaçık görmenin boşuna telaşı- beni ceplerimi yoklamaya yönetti. Bulacağımı bildiğim şeyleri buldum. Amerikan işi cep saati, Nikel zinciri, dört köşe demir para, üzerine Runeberg’in dairesinin işe yaramaz, -ama sus niteliği taşıyan- anahtarlığı bulunan anahtarlık, not defteri, hemen yok etmeğe karar verdiğim (ama etmediğim- bir mektup, bir crown ,iki şilin ve birkaç pence mavi- kırmızı yazan kalem, mendil, tek kurşunlu tabanca. Nedendir bilmem tabancayı tutup, cesaret versin diye elimde şöyle bir tarttım. Tabanca sesinin çok uzaklardan duyulabileceğini geçirdim aklımdan. On dakika içinde planım hazırdı.mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon defterinde yazılıydı; trenle yarım saat çeken Fenton’ın bir banliyösünde oturuyordu.
Korkak bir adamdım ben. Bunu şimdi tehlikeli olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı bir planı sona erdirdikten sonra söylüyorum. Biliyorum, yerine getirilmesi korkunç oldu. Almanya için yapmadım, hayır. Bana casus olma alçaklığını yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum. Ayrıca, İngiltere’de benin için Goethe’den daha az büyük olmayan bir adam- alçak gönüllü bir adam- tanıdım. Onunla bir saat bile konuşmadım, ama bir saat içinde Goethe’ydi o…Şef’in benim ırkımdan insanlardan –benim kimliğimde eriyip birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. Sarı derili bir adamın ordularını kurabileceğini kanıtlamak istedim ona. Hem yüzbaşı Madden’den de kaçmam gerekiyordu. Yumrukları her an kapıma inebilir, sesi her an kapıma dayanabilirdi. Gene gürültü etmeden giyindim, bir aynada vedalaştım kendi kendimle, merdivenlerden aşağıya indim, sakin sokağı kolaçan ettim ve dışarı çıktım. İstasyon, evimden uzak değildi, ama bir taksiye binmenin daha akıllıca olacağını düşündüm. Böylelikle tanınma tehlikesinin daha azalacağını söyledim kendi kendime; işin doğrusu şu ki, ıssız sokakta kendimi çok daha göz önünde, çok daha tehlikede hissediyordum. Taksi şoförüne ana giriş kapısının biraz uzağında durmasını söylediğimi hatırlıyorum,. Özellikle, son derece ağır hareketlerle indim taksiden; Ashgrove köyüne gidiyordum ama daha uzak bir istasyona bilet aldım. Tren birkaç dakika içinde, tam 8.50’de hareket edecekti. Koştum; bunu kaçırırsam bir sonraki tren ta dokuz buçuktaydı. Platformda kimsecikler yoktu. Ardarda vagonlardan geçtim; birkaç çiftçi, yas elbiseleri içinde bir kadın, büyük bir ilgiyle Tacitus Tarihi’ni okuyan genç bir çocuk, yaralı ama mutlu bir asker gördüğümü hatırlıyorum. Sonunda vagonlar öne doğru sarsıldı. Bir adam boşu boşuna platformun sonuna kadar koştu, onu tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’di bu. Aklım başımdan gitmişti, tir tir titreyerek oturduğum koltuğun bir köşesine, lanet olası pencerenin iyice uzağına büzüldüm.
Bu müthiş korku giderek rezilce bir mutluluğa dönüştü. Düellonun artık başlamış olduğunu ve kırk dakika için de olsa, talihin yardımıyla da olsa, karşımdakinin saldırısını boşa çıkararak ilk hamleyi kazandığımı düşündüm. Zaferlerin bu en sıradanının mutlak bir zaferin habercisi olduğunu söyledim kendi kendime; içimde hissettiğim korkakça mutluluğun, serüveni başarıyla sonuçlandırılabilecek bir adam olduğumu kanıtladığını söyledim ( bu öncekinden daha az yalan değildi). Bu zaaftan, beni hiç yarı yolda bırakmayan bir güç aldım. İnsanoğlunun günden güne daha büyük acımasızlıklara girişeceğini seziyorum; yakında savaşçılarla haydut çetelerinden başka bir şey kalmayacak; onlar bir öğüdüm var; Korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli .Bir ölünün gözleriyle, belki de yaşamının son günü olacak o günün bitişine, gecenin çöküşünü seyrederken bunları geçiriyordum aklımdan. Tren dişbudak ağaçlarının arasından yavaşça ilerliyordu. Durdu, neredeyse tarlaların ortasındaydık. Kimse istasyonun adını bağırmadı. “Ashgrove mu?” diye sordum platformdaki oğlanlara. “Ashgreve” dediler. İndim.
Platformu bir lamba aydınlatıyordu, ama oğlanların yüzleri karanlıktaydı. Biri bana, “Dr. Stephan Albert’in evine mi gidiyorsunuz? diye sordu. Bir başkası, cevabımı beklemeden, “Ev buradan çok uzaktadır, ama şu soldaki yoldan gider, her dört yol ağzında bir yola saparsanız kaybolmazsınız” dedi. Onlara bir metelik ( sonuncusunu) fırlattım, iki üç basamaklı taş merdivenden indim ve ıssız yoldan yürümeğe koyuldum. Yol, hafif bir eğimle yokuş aşağı gidiyordu. Toprak bir köy yoluydu; başımın üzerindeki dallar iç içe girmişti; ancak dolunay bana eşlik eder gibiydi.
Bir an, Richard Madden’in bir biçimde umarsız planımı keşfettiği düşüncesine kapıldım. Sonra hemen ardından bunun imkansız olduğunu anladım. Hep sola sapmam konusunda söylenenlerin kimi labirentlerin merkez noktasına varmak için baş vurulan, çok bilinen bir yöntem olduğunu hatırladım. Labirentlerden anlarım biraz; Yunan valisi olan ve hem Hung Lu Meng’den bile daha çok kişili bir roman yazmak, hem de her içine girenin kaybolacağı bir labirent kurmak uğruna yeryüzündeki bütün yetkilerinden vazgeçen Ts’ui Pen ‘in torunu olmam boşuna değil. Büyük babam, bu çok farklı uğraşlara on üç yılını vermiş, ama sonunda bir yabancı tarafından öldürülmüştü- romanı bölükpörçüktü, labirenti ise hiç kimse bulamamıştı. İngiltere’nin ağaçları altında yürürken o kayıp labirenti düşündüm. Gözlerden uzak bir dağ doğduğunda el değmemiş ve kusursuz biçimiyle gözümün önüne getirdim; pirinç tarlalarıyla yer yüzünden silindiğini, sular altında kaldığını gözümün önüne getirdim; sonsuz bir labirentti, sekizgen tarhlar ve iç içe geçmiş, başladığı noktaya dönen yollardan değil, ırmaklar, iller ve krallıklardan kurulmuş sonsuz biçimiyle canlanıyordu gözümün önünde…Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm, geçmişle geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak bir labirent. Bu aldatıcı imgelere kapılıp kaderimin kaçaklık olduğunu unuttum. Belirsiz bir zaman dilimi içinde dünyayı soyut biçimiyle algılayan birer varlık olduğumu sanmıştım. Her türlü yorgunluk olasılığını ortadan kaldıran inişli yol kadar, sanki usul usul, soluk alıp veren kırlar, gökyüzündeki ay, günün son ışıkları da etkilemişti. Günün öğleden sonrası sanki dost sanki sonsuzdu. Yol iniyor, iniyor ve artık birbirine karışan çayırlar arasında çatallanıyordu. O an fark ettim; rüzgarın estiği yöne yaklaşıp uzaklaşan, sık yapraklarla aradaki uzaklığın hafiflettiği tiz, neredeyse gümüşsü tınılar taşıyan bir müzik geliyordu ileriden. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ama bir ülkenin düşmanı olamayacağını düşündüm o an; ateş böceklerini, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, gün batımlarının düşman olamayacağını…Bunları düşünerek, yüksek, paslı bir bahçe kapısının önüne gelmiştim. Demir parmaklıkların arasından bir kavak korusuyla bir köşk seçiliyordu. Ansızın, birincisi önemsiz, ikincisiyse neredeyse inanılmaz iki şeyin farkına vardım. Müzik köşkten geliyordu ve Çin müziğiydi. Demek ki bu yüzden hiç düşünmeden, hemen benimseyivermiştim müziği… Zil ya da çıngırak var mıydı yoksa elimle kapıya vurup seslendim mi, hatırlamıyorum. Müziğin şıngırtıları sürüp gidiyordu.
Evin içinden, gerilerden bir lamba yaklaştı; ağaçların bazen çizgilediği bazen örtüp kararttığı bir lamba, davul biçimli ve ay renginde kağıttan bir lamba. Uzun boylu bir adamın elindeydi. Işık gözümü aldığı için yüzünü göremedim. Kapıyı açtı ve anadilimde tane tane: “ Görüyorum ki yüce gönüllü Hsi Peng yalnızlığımı paylaşmaya kararlı. Bahçeyi görmek istiyorsunuz herhalde?” dedi.
Elçilerimizden birinin adı olan bu adı tanıdım ve şaşırarak “bahçe mi?” dedim.
“Yolları çatallanan bahçe”
Belleğimde bir şeyler canlandı ve nasıl oldu bilmiyorum, hiç düşünmeden, “Atam Ts’ui Pin’in bahçesi” dedim.
“Atanız demek ki? Şanlı atanız…Girin içeriye.”
Islak patika, çocukluğumda gezdiğim patikalar gibi zikzaklar çiziyordu. Doğudan ve batıdan gelme kitaplarla dolu bir kütüphaneye girdik. Işıklı hanedanın üçüncü hükümdarı tarafından baskıya hazırlanan, ama hiçbir zaman basılmayan Yitik Ansiklopedi’nin ciltlenmiş sıra sıra ciltlerini hemen tanıdım. Gramofonun tablosunda dönen plağın yanında tunçtan bir anka kuşu vardı. Ayrıca famille rose üslubunda bir vazo ve ustalarımızın Acem çömlekçilerinden örnek aldıkları mavi renkte, yüzyıllar öncesinden kalma bir başka vazo daha hatırlıyorum…
Stephan Albert beni gülümseyerek seyrediyordu. Dediğim gibi uzun boylu, yüz çizgileri sert, gri sakallı bir adamdı. ‘Sinolog olmayı aklıma koymadan önce’, Tsientsin’de misyonerlik yaptığını söyledi bana.
Oturduk. Ben uzun alçak bir divanda oturdum, O da pencereye büyük, yuvarlak bir saate sırtını verecek biçimde oturdu. Peşimdekinin Richard Madden’in buraya bir saatten önce varamayacağını hesapladım kafamda. Dönüşü olmayan kararım henüz bekleyebilirdi.
“Şu Ts’ui Pen’in ki de şaşırtıcı bir talih” dedi. Stephan Albert. “ Yerlisi olduğu ilin valisi, astronomi ve astroloji bilgini, yorulmak bilmez din kitapları yorumcusu, satranç oyuncusu, ünlü şair ve hat ustası –bütün bunlardan bir kitap ve labirent kurmak uğruna vazgeçmiş. Hem de zorbalığın hem de adalet dağıtmanın, yatağındaki cariyelerin, şölenlerin, hatta engin bilgisinin zevklerinden bile el etek çekmiş- hepside kendini on üç yıl Duru Yalnızlığın Köşkü’ne kapamak için. Öldüğünde, mirasçıları karmakarışık el yazmalarından başka bir şey bulamamışlar. Belki biliyorsunuzdur ailesi bunları ateşe atmak istemiş ama vasiyetnameyi yerine getirmekle yükümlü olan kişi –Tao’cu ya da Buda’cı bir keşiş- basılmaları gerektiğinde diretmiş.
Biz “Ts’ui Pen’in soyundan gelenler,” diye karşılık verdim, “o keşişi hala lanetle anıyoruz. Bunların basılmasında hiçbir anlam yoktu. Kitap karşıtlıklar içinde bir taslaklar yığını. Bir kere gözden geçirmiştim; kahraman üçüncü bölümde ölüyor, dördüncü bölümde canlı. Ts’ui Pen’in öteki girişimine, labirente gelince…”
“İşte Ts’ui Pen’in labirenti” dedi stephan Albest yüksek, lake boyalı bir yazı masasının üzerini işaret ederek.
“Fildişinden bir labirent” diye bağırdım. “Mümkün olan en küçük labirent öğle mi?”
“Simgelerden kurulu bir labirent,” diye düzeltti. “Gözle görülmez bir zaman labirenti. Bu sırrın çözümü bana, barbar bir İngilize layık görüldü. Aradan yüzyıldan uzun bir süre geçtiği için ayrıntıları yerli yerine oturtmak imkansız; ama olup biteni kestirmek zor değil. Ts’ui Pen birden bire; kitabı yazmaktan vazgeçiyorum demiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitapla labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş. Duru Yalnızlığın Köşkü, belki de yolları son derece karmaşık bir bahçenin tam ortasında duruyordu; bu durum mirasçılara gerçek bir labirentin varlığını düşündürmüş olabilir. Ts’ui Pen öldü; sahibi olduğu o uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan hiç kimse bir labirente rastlamadı; romandaki karışıklıkların bana labirentin romanın kendisi olduğunu düşündürdü. İki ipucu meselenin doğru çözümünü buldurdu bana. Biri: Ts’ui Pen’in gerçek anlamıyla sonsuz bir labirent yaratacağı yolundaki garip söylenti. Öteki: ele geçirdiğim bir mektubun parçası.”
Albert ayağa kalktı, bir an sırtını döndü; siyah ve altın renkli yazı masasının çekmecesini açtı. Benden yana döndüğünde elinde bir zamanlar kızıl renkli olan, ama artık pembeye dönmüş, tekrar tekrar katlanıp açılmaktan zar gibi incelmiş bir kağıt tutuyordu. Ts’ui Pen hattat olarak haklı bir ün kazanmıştı. Kendi kanımdan bir adamın minicik bir fırçayla yazdığı şu sözleri anlamadan, yutarcasına okudum; Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsini değil) bırakıyorum. Tek söz söylemeden kağıdı geri verdim. Albert sözlerini sürdürdü:
“Bu mektubu bulmadan önce kendi kendime bir kitabın nasıl sonsuz olabileceğini sormuştum. Dönümlü, dairevi bir ciltten başka bir şey gelmedi aklıma. Son sayfası ilk sayfayla eş olan, dilediğince sürüp gitme olasılığını içeren bir kitap. 1001 gece masallarının tam ortasına rast gelen o geceyi de hatırladım; hani Şehrazat (el yazmasını kaleme alanın büyülü bir gaflet anı sonucunda) 1001 Gece Masalları’nı başlatan masalı, yani ‘Şehrazat’ın sultana masal anlatması masalını’ kelimesi kelimesine anlatmaya başlar da böylece sonsuza kadar tekrar tekrar başa dönmeyi göze almış olur ya… Sonra babadan oğula geçen, geçerken de her bir kişinin yeni bir bölüm eklediği, ya da atalarının yazdığı sayfaları sofuca bir dikkatle düzelttiği Platon’cu bir metni de düşündüm. Bu varsayımlarla oyalandım bir süre; ama bunlardan hiçbirisinin Ts’ui Pen’in kitabının birbiriyle çelişen bölümleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Zihnim böyle karmaşıkken Oxfort’dan sizin de gözden geçirdiğiniz el yazması geldi. O cümle de dikkatimi çekmişti elbet: Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum. Daha ilk bakışta anladım: ‘Yolları çatallanan bahçe’, o karmaşık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallanmanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. Eseri iyice bir okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçeneklerle karşılaştığında bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; Ts’ui Pen’in kurgusal eserindeyse yazar - aynı anda- hepsini birden seçiyordu. Yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması bu işte. Diyelim ki Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang araya giren bu adamı öldürebilir, araya giren adam Fang’ı öldürebilir, ikisi de kaçıp kurtulabilir, ikisi de ölebilir falan filan. Ts’ui Pan’in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biride başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazen, bu labirentin yolları kavuşur; örneğin, siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum. Düzelmek bilmeyen Çincemin kusuruna bakmazsanız birkaç sayfa okuyalım.”
Lambadan gelen ışığın parlak yuvarlağı içindeki yüzü, kuşku yok ki yaşlı bir adam yüzüydü: ama bu yüzde inatçı, hatta ölümsüz bir şeyler vardı. Yavaşça olanca dikkatiyle aynı destansı bölümün iki yorumunu okudu. Birincisinde bir ordu ıssız bir dağın ortasından savaşa yollanıyordu; kayalarla gölgelerin ürkünçlüğü askerlerin yaşamlarını hiçe saymalarına yol açıyor ve düşmanı kolayca yeniyorlardı. İkincisinde, aynı ordu büyük bir şölenin yapıldığı bir sarayı bir uçtan ötekine geçiyordu; görkemli savaş onlara eğlentinin devamıymış gibi geliyor ve düşmanı yeniyorlardı. Bu eski metinleri gereken saygıyla dinledim; belki de asıl şaşırtıcı olan, metinlerin kendilerinden çok benim kanımdan biri tarafından yaratılmış ve çetin serüvenler sonucunda, Batı dünyasındaki bir ada üzerinde, uzak bir krallığın hizmetkarı tarafından bana aktarılıyor olmalarıydı. Her iki yorumda da gizli bir buyruk gibi yinelenen şu son sözleri hatırlıyorum: İşte böyle dövüştü kahramanlar; övülesi yürekleri huzur içinde, kılıçları kıyıcı, ölmeye ve öldürmeye yeminliydiler.
O andan sonra kendimde ve karanlık gövdemin içinde elle tutulamaz, gözle görülmez bir kıpırdaşma hissettim. Birbirine koşup ilerleyip sonra ayrışan, derken birbirinin içinde eriyip giden orduların yarattığı değilse bile, bunların esinlediği, anlatılmaz, çok derin bir sıkıntısıydı bu. Stephen Albert sözlerini sürdürdü:
“Şanlı atanızın bu çeşitlemeleri boşu boşuna kurcaladığını sanmam. On üç yılını bıkıp usanmadan bir retorik oyunu kurmaya adaması akla yakın gelmiyor. Sizin ülkenizde roman, edebiyatın dallarından biridir; Ts’ui Pen son derece usta bir romancı ama aynı zamanda da kendini yalnızca romancı olarak görmeyen bir edebiyat adamıydı. Çağdaşlarının tanıklığı onun metafizik ve mistik ilgileri olduğunu gösteriyor- yaşamı da bunun bütünüyle doğrular nitelikte. Romanın büyük bölümü felsefi tartışmalarla dolu. Karşısına çıkan bütün meseleler arasında, zamanın bir uçurumu andıran sonsuzluğu kadar kafasını uğraştıran hiçbir mesele olmadığını biliyorum. Oysa Yolları Çatallanan Bahçe’nin sayfalarında karşımıza çıkmayan tek mesele bu. Zaman sözünü bile kullanmıyor. Bu sözcükten bile bile vazgeçmesini nasıl açıklıyorsunuz?”
Çeşitli açıklamalar önerdim -hepside doyurucu olmaktan uzaktı.- Bunlar üzerinde tartıştık. Stephen Albert dedi ki:
“Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?”
Bir an düşündükten sonra cevap verdim: “satranç sözcüğü!”
“Tam üstüne bastınız,” dedi Albert. “Yolları Çatallanan Bahçe konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. Bir sözcüğü hiç kullanmama, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak, onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur. İmalarla yazan Ts’ui Pen’in bitip tükenmez romanının dolambaçlarında yeğlenen dolaylı yöntem de budur işte. Yüzlerce el yazmasını karşılaştırdım, yazarlarının dikkatsizliği sonucu ortaya çıkan yanlışları düzeltim, bu kaosun iç yapısını kestirmeye çalıştım; ilk baştaki düzenini yeniden kurdum- evet, yeniden kurdum sanıyorum- eseri tümüyle ‘çevirdim’; ‘zaman’ sözcüğünü bir kere bile kullanmadığı açık. Bunun nedeni ortada; Yolları Çatallanan Bahçe, Ts’ui Pen’in algıladığı biçimiyle evrenin belki tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür. Newton’la Schopenhauer’in tersine, atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır. Biz bu zamanların bir çoğunda var olmayız; bazılarında siz var olursunuz, ben olmam; ötekilerde ben var olurum, siz var olmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben var olmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama ben bir aldatmaca, bir hayaletim.”
“Her birinde,” dedim sesimin titremesine engel olamayarak, “size teşekkür borçluyum ve Ts’ui Pen’in bahçesini eksiksiz biçimde kurduğunuz için size büyük bir saygı duyuyorum.”
“Hepsinde değil,” diye mırıldandı gülümseyerek. “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.”
Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen nemli bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert’le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerle gizli ve etkindik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğinde karabasan çözülüp yok oldu. Bu sarı ve siyah bahçede bir tek adam vardı; ama bu adam bir heykel kadar sarsılmazdı…Bu adam bahçenin yolu boyunca ilerliyordu ve Yüzbaşı Richard Madden’di.
“Gelecek şu anda var oluyor,” karşılığını verdim, “ama ben dostunuzum sizin. Şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?”
Albert ayağa kalktı. Upuzun boyuyla ayakta durarak yüksek masanın çekmecesini açtı; o an sırtı bana dönüktü. Tabancayı doğrultmuştum. Olanca dikkatimle ateşledim. Albert gık demeden hemen yere yıkıldı. Onun o an öldüğüne yemin ederim- bir şimşek çakmıştı sanki.
Gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten. Madden içeriye daldı, beni tutukladı. Darağacına yollayacaklar beni. İntikamımı en pis biçimde aldım; saldırmaları gereken kentin gizli adını Berlin’e bildirdim. Dün bombaladılar; haberi, Yu Tsun adlı bir yabancı tarafından öldürülen ünlü Sinolog Stephen Albert’i saran esrar perdesini tüm İngiltere’ye duyuran gazetelerde okudum. Şef esrarı çözmüştü. Derdimin (savaşın gürültüsü patırtısı arasında) Albert adlı kente işaret etmek olduğunu, bunu yapmak içinde aynı adı taşıyan bir adamı öldürmekten başka yol bulamadığımı biliyordu. Sayısız pişmanlıklarımla bıkkınlıklarımı ise bilmiyor- hiç kimse de bilmez zaten.