Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Masumiyet Müzesi

Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum… “geri dönerken mutluluğun sahile vuran dev bir dalga gibi ağır çekimle içimde büyüdüğünü,bütün geleceğime bir zafer duygusuyla vurmak üzere olduğunu derinden hissettim....katıksız mutluluğun bu dünyada ancak bir başkasına sarılarak ve şimdi elde edileceğine kesinlikle inanmasaydım,hayatımın en mutlu anı olarak işte bu anı göstermek isterdim.” “mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca.” "her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. nasıl izah edeceğiz bunu?" "aşk nedir?" "neymiş?" "aşk, füsun'un karayolları, kaldırımlar, evler, bahçeler ve odalarda gezinirken ve çay bahçelerinde, lokantalarda ve akşam yemeği sofrasında otururken, ona bakan kemal'in duyduğu bağlılık duygusuna verilen addır." "hmmm... güzel cevap" derdi füsun. "beni görmediğin zaman aşk olmuyor mu?" "o zam

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan

Ankara treni geçtikten yarım saat sonra dış kapıyı demirleyip kilitledi. Gecikme üç saat değil iki saattı. Salonun ışıklarını söndürdü; odaya girdi. Salı gecesi menteşeleri yağlamıştı. Dün gece çok az kalmıştı odada; havluya yaklaşırken dönüp çıkmıştı. Yürüdü; yatağın yanında başucu masasının önünde durdu. O gece şuracıkta yatağın kıyısında oturuyordu kadın: kara kazağı, iri yuvarlaklı gümüş kolyesi. Bakmıştı. Tepside çaydanlık, süzgü, çay bardağı; tabakta beş şeker. Altı şeker koymuştu. Eksik şeker kadının tek şekerle bir bardak çay içtiğine kesin bir kanıt mıydı? Ya ikiye bölüp yarımşar şekerle iki bardak çay içtiyse? Şekeri ağzına alıp üç bardak bile içebilirdi. Elini uzatırken çekti; ama kadının çayı nasıl içtiğini bilmesi gerekiyordu. Eğilip çaydanlığın kapağını kaldırdı. Yarısından çoğu doluydu; bir bardak içmişti. Kapağı yerine bıraktı.Çay bardağını aldı, ışığa tutup elinde çevirdi: Bardağın kıyısında kadının dudaklarının değdiği yer belli belirsiz lekeliydi. Bir leke daha vardı

Ferdydurke, Witold Gombrowicz

Ayrıca, günümüzde pek moda olan üçyüz, dört yüz adet küçük şiir kitabı yığın halinde çekmecenin dibindeydi. Bizim liseli kız, itiraf etmek gerek, bunları okumadığı gibi sayfalarını bile açmamıştı. Kitaplar ithaflarla bezenmişlerdi; bu ithaflarda ölçülü, dürüst, nesnel ve içtenlikli bir tonla, kızın şiirleri okuması ısrarla isteniyor, kız bunları okumaya zorlanıyor; kısa, özlü ve özentili terimlerle, okumadığı takdirde yerileceği; okursa, tersine, övüleceği bildiriliyordu; yine, okumadığı takdirde, aydınlar toplumundan atılmakla korkutuluyor; ozanın yalnızlığı, ozanın emeği, ozanın özel görevi, ozanın rolü, ozanın acısı, ozanın yürekliliği, ozanın yeteneği, ozanın ruhu dayanak olarak gösterilip okuması rica ediliyordu. Ama işin en tuhaf yanı, bu kitaplarda da baldırlardan söz edilmemesiydi. Daha da tuhafı, bunların adlarında bile baldır sözcüğü hiç geçmiyordu. Adları yalnızca şöyleydi: Soluk Şafaklar ve Sökmek Üzere Olan Şafaklar; Yeni Tanyeri ve Tanyeri Yeni; Savaş Çağı ve Çağın Savaşı

Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Sören Kiekergard

O anı öpücüklerle, sarılmalarla, olgunlaşmamış beklentilerle (bunun için bana teşekkür borçlusun) berbat etmedik cordelia'cığım. ben tersini yapmaya çalışıyorum, daha derin bir yara açmak için geriyorum aşk yayını. bir okçu gibi, yayın telini gevşetiyor, sonra yine geriyorum, şarkısını dinliyorum - marşımdır o benim- ama nişan almıyorum henüz, oku yaya takmadım bile daha. ... Ruhum gerilmiş bir yay gibi ayarlı,düşüncelerim oklar gibi hazır duruyor kılıfta ama kana karıştırabilecekleri zehir yok uçlarında . ... O farkında olmadığı sürece kendimle çelişkiye düşmekten korkmam ve istediğim şeyi başarırım. bırakın akademik müzakereciler övünsün hiçbir çelişkiye düşmemekle; bir genç kızın yaşamı, çelişkilerden uzak kalmayacak kadar çok zengindir, bu da çelişkiyi gerekli kılar. ... Erkek gücü üzerine bulanık bir tül gibi aldatıcı şekilde gelen bir hüzün, erkek erotizminin bir parçasıdır. kadında buna denk düşen nitelik ise bir tür melankolidir. ... Parmağımı varoluşa batırıyorum — hiçbirş

Yeraltından Notlar,Dostoyevski

Hey yarabbi, şu tabiat kanunlarından , iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? ya herhangi bir sebeple bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden hoşlanmıyorsam? şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim. ama karşımda bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam. * Siz insanların çıkarlarının yalnızca doğal, olumlu konularla ilgili bulunduğunu,yani refahın insan çıkarlarıyla ilgili olduğunu niçin bu kadar kesinlikle düşünüyorsunuz?İnsan aklının çıkarlarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu hiç?Belki de insan yalnızca refahtan değil,acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor.Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir.İnsanın yeri geldiğinde acıyı,tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir.Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok,yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter.Benim kişisel düşünceme göre,yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır.İyi mi kötü

YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE- Jorge Luis Borges

YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE Lindell Hart’ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi’nin 22.sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Sere Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29’u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız. “Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur”, diyor yüzbaşı Liddell Hart. Tsingtao’daki Hochschule’nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.Belgenin ilk sayfası kayıptır. “…ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’in sesiydi bu. Madden’nin Victor Runeberg’in apartman katında olması dertlerimin ve aynı zamanda –ama daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti. Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı. O gün güneş batmadan ben de

Üvercinka, Cemal Süreya

Üvercinka böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden en uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor bütün kara parçalarında afrika dahil aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma yatakta yatmayı bildiğin kadar sayın tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının ben böyle canlı saç görmedim ömrümde her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor bütün kara parçaları için afrika dahil senin bir havan var beni asıl saran o onunla daha bir değere biniyor soluk almak sabahları acıktığı için haklı gününü kazanıp kurtardı diye güzel birçok çiçek adları gibi güzel en tanınmış kırmızılarla açan bütün kara parçalarında afrika dahil birlikte mısralar düşünüyor

Karamazov Kardesler,Dostoyevski

Dünyanın değişebilmesi için önce insanların değişmesi gerekir. Herkes birbirinin gerçek kardeşi olmadığı sürece insanların kardeşliğinden söz edilemez. Kişioğlunun yaratılışı, hakkına razı olmaya bırakmaz onu hiçbir zaman. Bu yüzden herkes kendine verileni az bulup homurdanacaktır her zaman. Başkalarını çekemeyecek, onları yok etmeye çalışacaktır. Bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorsunuz. Gerçekleşecek ama önce kişioğlunun yalnızlaşma çağının sona ermesi gerekmektedir.” –“Hangi yalnızlaşmadan söz ediyorsunuz?” diye sordum. “Şimdi, özellikle bu son günlerde giderek her yerde yaygınlaşan yalnızlaşmadan. Henüz tam başlamadı, zamanı gelmedi... çünkü şimdi herkes kişiliğini tam olgunluğa erdirmek, hayatı tanımak çabasındadır. Ne var ki olgunlaşacağız derken evrende yapayalnız olduklarını gördükleri için, bu çabaları kendi kendilerini yok etmekle sonuçlanır. Çünkü günümüzde herkes kopmuştur toplumdan, kendi kabuğuna çekilmiştir. Herkes birbirinden uzaklaşıyor, saklayabildiğince şeyi de

2001: Bir Uzay Efsanesi, Arthur C.Clarke

Tüm Galaksi'de, "bilinç"ten daha değerli bir şey bulamadıklarından, onun her yerde doğması için çaba gösterdiler. Yıldız tarlalarının çiftçileri oldular; ektiler, bazen de biçtiler. Bazen de soğukkanlılıkla zararlı otları ayıkladılar. Bin yıllık bir yolculuktan sonra araştırma gemisi Güneş Sistemi'ne girdiği zaman dev dinozorlar çoktan yok olmuştu. Gemi donmuş dış gezegenleri geçti ve ölmekte olan Mars'ın çöllerinde biraz durarak Dünya'ya baktı. Kaşifler altlarında yaşam belirtileriyle dolu bir gezegenin uzandığını gördüler. Yıllarca çalışmış, toplamış, sınıflandırmışlardı. Öğrenebilecekleri her şeyi öğrendiklerinde uygulamaya başlamışlardı. Karada ya da denizde yaşayan birçok türün kaderleriyle oynadılar. Fakat hangi deneylerinin başarıya ulaştığını en azından bir milyon yıl boyunca öğrenemeyeceklerdi. Sabırlıydılar; ancak henüz ölümsüz değildiler. Yüz milyar yıldızın bulunduğu bir evrende yapacak daha çok şey vardı ve bir çok gezegen onları bekliyordu. Bu yü

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin ( bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp ratlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır. ... Uzan bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler. ... Peki hayatı önemsemeyeceksek, neyi önemseyeceğiz? Hayat yüce Tanrının asla iki kere bağışlamadığı tek nimettir. ... "Gönül vermişsen bir köpeğin kıçına Sanırsın sanki kıç değil, benzer gülistana." ... Nasıl ki zeki bir insan, bir baş

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

"Alışkanlık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çekmesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkanlarıyla sınırlı kalan zihnimizin, bize içinde yaşanabilecek bir barınak sunamayacağı için, herşeye rağmen bulduğu zaman sevindiği, o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!" "Hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından bakıldığında bile, insan, herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği, maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz, başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir." "Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için, acırdı." "Ne faziletler var ki Tanrım, bizi nefret ettirdin! Ne kadar güzel!"

Bir kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini i

Bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu. Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı. Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkt

Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar

“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar” İçinde babası Uzun İhsan Efendi olduğu halde, Galata rıhtımında bıraktığı fıçının bir gemiye yükleneceğinden ve bu geminin de ertesi sabah Cebelitarık’a doğru yelken açacığından habersiz olan Bünyamin, tam gece yarısı Ebrehe’nin huzurundaydı. Hınzıryedi efendisinin elini öptükten sonra çekip gitmişti. Bulundukları elkimya odasındaki civa buharı ve kükürt dumanı delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Oda da üç kişi çalışıyordu. Bunlardan biri odadaki üç zosimos ocağından birinin başında bir imbiğe zaç yağı dolduruyor, öteki ise zemindeki gübre havuzunda beklettiği zincifrenin yeterince mayalanıp mayalanmadığını denetliyordu. Buyurgan tavrına bakılırsa kıdemce onlardan üstün olduğu anlaşılan üçüncüsü ise adamların yaptığı işlerin yolunda gidip gitmediğini inceliyor ve yeri geldikçe emirler vererek onları yönlendiriyordu. Duvarlarda ki raflarda, sülyen, şap, mürdesenk, havacıva, göztaşı, tebeşir, zincifre ve daha nice madd

Gülün Adı,Umberto Eco

İbn-Hazm'ın sayfaları beni çok etkiledi; aşkı, sağaltımı kendi içinde olan, başkaldıran bir hastalık olarak niteliyordu; çünkü bu hastalığa yakalanan insan sağaltılmayı dilemez; (Tanrı bilir, doğru!) O sabah her gördüğüm şeyin beni niçin böylesine coşkulandırdığını, aşkın, Ancira'lı Basilio'nun da söylediği gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdiğini ve -şaşmaz bir gösterge- böyle bir hastalığa yakalanan kimsenin niçin aşırı bir sevinç gösterdiğini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptığım gibi) kendi kendine olmak istediğini ve yalnızlığı yeğ tuttuğğunu, çevresindeki öteki olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini bağlayan bir şaşkınlığa yol açtığını anladım... İçtenlikli bir sevdanın, sevdiğini görmesi engellendiği zaman sararıp solduğunu, sonunda yatağa düştüğünü, bazan hastalığın beyne egemen olduğunu, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk şeyler söylediğini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o aşamaya gelmediğim açıktı; çünkü kitaplığı keşfetti

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Peter Handke

Kapıda, berberde çalışan iki kızla karşılaştı. Onları kendisiyle birlikte başka bir kahveye gelmeye davet etti. İkinci kız, oradaki otomatik pikapta hiç plak olmadığını söyledi. Bloch ona, ne demek istediğini sordu. Kız, pikaptaki plakların işe yaramaz olduğunu anlattı. Bloch önden dışarıya çıktı, kızlar da peşinden gittiler. İçecek bir şeyler ısmarlayıp sandviç paketlerini açtılar. Bloch öne eğilip onlarla konuşmaya başladı. Kızlar ona kimlik kartlarını gösterdiler. Kartların plastik kaplarına dokunur dokunmaz elleri terlemeye başladı. Kızlar ona asker mi olduğunu sordular. İkinci kızın o akşam bir şirket tanıtmacısıyla randevusu vardı; ama dördü birlikte gitseler daha iyi olurdu, çünkü iki kişi olduklarında konuşacak bir şey olmuyordu. "Dört kişi olunsa birisi bir şey der, sonra başka birisi. İnsan biribirine fıkra anlatır." Bloch, ne yanıt vereceğini bilemedi. Yandaki odada bir bebek yerde emekliyordu. Bir köpek sıçrayarak çocuğun çevresine dolanıyor ve onun yüzünü yalıyor

Aylak Adam, Yusuf Atılgan

Burada onun midesini üşütmesinden korkuyorlar, bardağını dolduruyorlar, önüne karpuz dilimlerinin en büyüğünü koyuyorlardı. "Saçmalıklar! Biz gene de onun öğüdüne uyup için için gülelim. Bunların, çevrelerinde sevişen iki insana gösterdikleri bu hoşgörü ne zamana dek sürecek acaba? Bu sevginin onlardaki güdük sevgi ölçüsünü aşan başkalığını, törelere uymazlığını görünce nasıl tedirgin olacaklar! Bizi aralarından atarlar. Çocuklarına kötü örnek olduğumuzu söylerler. Sanki çocuklarına kendilerinden daha kötü örnek olabilirmiş gibi. Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu, kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister, kimi geç; biri şarkı dinlerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışlar.. Biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü