27 Kasım 2008 Perşembe

Amat, İhsan Oktay Anar

Âh! Sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..."

"O devirdeki her kalyonda olduğu gibi Amat'ta da gemiciler, büyük ve küçük abdest ihtiyaçlarını, geminin en ucundaki gagaya benzer kısımda, yani basüstünde, herkesin gözü önünde giderirlerdi. Altı kafes gibi açık olan bu kısımdaki pislik, gemi dalgaya girdiğinde deliklerden giren suyla zaten kendiliğinden temizlenirdi. Yumusak havalarda ise buranın temizliği ceza olarak, su ya da bu sekilde bir kabahat islemis aylakçı çocuklardan birine yaptırılırdı. iste bu çocukların en büyük eğlencelerinden biri de, gemi hekimi İbrahim Bey'in basüstüne gelmesi ile baslardı. İdrar tutuklugu olduğu için 'Damlacı' diye andıkları bu ihtiyar adam, uçkurunu çözüp yere çömelince, üst güvertede, aralanmıs lombarların gerisinde, palasertelerde gizlenmis çocuklar daima, "Çisssss! Çisssss!" diye bağırır, bu yüzden adamcağızın dikkatini verip mesanesindeki sıvıyı bosaltması hayli zaman alırdı. Gerçi İbrahim Bey bu ihtiyacını bir lâzımlıkla, ameliyat yapıp kol bacak kestiği hasta koğusunda da giderebilirdi. Ancak dindar biri olarak, kosullar elverdiğince günde bes vakit namaz kıldığı bu yerin temiz olması gerekirdi. İbrahim Bey namazında niyazında biriydi ama bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmus ve fakir bir hekim olan babasından tıp ilmi hakkında az buçuk bir sey öğrendikten sonra, daha az vergi ödemek için kelime-i sahadet getirerek hidayete ermisti. Zamanla kendini yeni dinine fazlasıyla kaptırmıs, gayet sofu ve saygıdeğer bir zât olmustu. İbni Sina'nın tıp ilmi hakkındaki hemen her seyi anlattığı o muhtesem eseri, yani Kanun'u, bir gençlik hevesiyle okuyup" yutmakla kalmamıs, günlerini ve gecelerini verip bir de ezberlemisti. Fakat adam Arapça bilmiyordu. Her ne kadar âlim olmasa da iyi bir hafızdı. Bu Arapça eserden seçtiği bazı bölümleri umutsuz hastalarına ezberletip dua gibi sabah aksam ikiser üçer kez okumalarını tembihliyor ve bu yolla bazılarına sifâ verdiği bile vâki oluyordu. Anlasılan o ki, tıp kanunlarım bellekte tutmak bazı hastalıklara deva idi. Hidayete ermeden önce Abraham adını tasıyan bu hekim, yası ilerlediği zaman ruhunu yeni dinine o kadar kaptırmıstı ki, hastalığın ve bedensel acının, Cenâb-ı Hakk'ın bir takdiri olduğunu düsündü. Buna göre acı, islenen günahlar için verilen bir cezaydı. Öyleyse acılara ve hastalıklara tıbbî müdahalede bulunmak büyük bir günah olmalıydı. Ancak, fakirliğin gözü kör olsun, bu ihtiyar adam nafakasını doğrultup çorbasını kaynatmak zorundaydı. Adı gibi biliyordu ki, bir hekim ve günahkâr olarak cehennemde, dindirdiği her acıyı çekecek ve iyilestirdiği her hastalığa yakalanacaktı, ibadet için gittiği camide, cemaat arasında tabip olarak tanınmak ona bu yüzden utanç verdiği için soranlara, kendisinin müezzin olduğunu söylüyordu. Gel gör ki bu dolmayı herkes yutmamaktaydı. Bunun için, Ordu-yu Hümâyûn bir sefere çıktığı zaman, nalbantlardan tellâklara, saraçlardan hayalîlere, terzilerden imamlara kadar, askerlerin envai çesit ihtiyacını karsılamakla mükellef orducu esnafına cerrah ve dis hekimi olarak da katılmıstı. Kostantiniye'de takma disler çok pahalı olduğu için bu is kârlıydı: İbrahim Bey savas bittiğinde muharebe meydanını dolasıyor ve ker-peteniyle ölülerin sağlam dislerini çekip bunlardan takma disler yapıyordu. Bu disler ise Kostantiniye'de, neredeyse ağırlığınca altın değerindeydi! Belki de bu isten duyduğu pismanlık yüzünden, insanoğlunun günahkâr olduğuna, bu nedenle acı çekmesi gerektiğine iyice kani oldu. Bunu hastalarına belli etmekten de çekinmedi: Galata'daki dükkânına, dis ağrısından dolayı can havliyle kosup gelen bir zavallıyı sandalyesine oturtuyor, kerpeteniyle disi azıcık oynatıp acıyı iki misline çıkarttıktan sonra izin isteyip seccadesini yere yayıyor ve namaza duruyordu, Bu ibadeti sünnetleriyle birlikte edâ ettikten sonradır ki, gelip bîçarenin çürük disini çekiyordu. Hatta, her biri birer ıstırap timsali olan bu dislerden seçtiği bazılarını perdahlatıp kendisine bir tespih bile yaptırdı ki, bu 99'luk tespihin imamesi meshur cellât Kara Ali'nin köpek disiydi. Fakat bu huyu nedeniyle zamanla müsterisi azaldı. O da kalyonlarda hekimlik yapmaya basladı. Çünkü açık denizde seyreden bir gemide, kendisiyle rekabet edecek baska bir hekim olamazdı. Amat'ın hasta koğusu aslında onun kamarası sayılırdı. Burada tahtadan, sikesiz bir yatak ile cerrahın gözü iyi görsün diye asılmıs dört musamba fener vardı. Kösede ise talas dolu bir fıçı göze çarpıyordu. Ameliyat sırasında sıçrayan kan yüzünden birinin kayıp düsmemesi için bu fıçıdan kürek kürek alınan talas zemine dökülürdü, ipek elbise giymeyi seven İbrahim Bey, sıçrayan kan leke yapmasın diye öküz derisinden bir önlük giyerdi. Duvarlardaki raflarda, kan tutanlar için oğulotu, seytantersi ve binbirdelik otundan mamul merhemler ve haplar; küplemeye ve kalp teklemesine karsı çıfıtotu, tavsandudagı ve güveyfenerinden yapılma macunlar ve fitiller; egzama ve frengi için dulaptalotu, farekulağı ve çayırmelikesinden damıtılan iksirler ve gargaralarla dolu cam kavanozlar bulunuyordu. İyiydi hostu ama, sancak tarafındaki duvarda, tıpkı demircilerin ve marangozlann aletlerini astıkları tahtalara benzer bir tahta vardı ki, iste bu göze hiç de hos gelmiyordu: Buraya, rutubet ve kan nedeniyle paslanmıs ameliyat gereçleri, yani her biri insanın içini ürperten boy boy kerpeten ve kıskaçlar, kemik kesmek için testereler, keskin kısmındaki pırıltıları insanın içini ürperten nesterler, makaslar ve masalar asılıydi. Hele hele yatağın hemen yanındaki masada bulunan kuyumcu terazisi doğrusu pek garip duruyordu. Ama ibrahim Bey sonuçta, ekmek parası için çalısan biriydi. Bu nedenle, bir yaralıdan çıkarttığı kursunun ağırlığı kadar gümüs talep etmesi mubah sayılmalıydı. Bacağı kırılan eski topçubası, yelkencilerin gülle tasımak için diktikleri bir branda içinde dört gemici tarafından buraya getirildiğinde uyku halindeydi. Çünkü bir gece önce kendisine man otu, afyon ruhu ve adam otundan elde edilen bir sıvı içirilmisti. Sürekli yalpa vurup sallanan gemide ameliyat zor olacaktı, ibrahim Bey derhal ise koyuldu: Kan kaybetmesin diye zavallının bacağına sardığı kemeri çözdü. Tıpkı bir berber gibi nesterini masatta biledikten sonra, yamaklarına adamı sıkı tutmalarını söyledi. Nesteriyle deriyi ve uyluk kaslarını keserken, topçubasının gözleri açıldı. Bunun üzerine hekim, bir uzvu kesilirken acıdan dislerini kırmasın diye hastalarının ağızlarına tıktığı bir tahta parçasına gerek olduğunu hissetti. Yıllardır kullandığı bu ağız çubuğunda belki binlerce kisinin dis izi vardı. İki baslı kası keserken derin uykusundan uyanan topçubası, kullanıla kullanıla incelmis bu evladiyelik çubuğu kırdı. Hele testereyle uyluk kemiği kesildiği sırada, yarası zonk zonk zonklayan bu bîçare avaz avaz bağırmaya basladı. Ama tahammül etmesi gerekiyordu. İbrahim Bey kemik kırıntılarını bir fırçayla kanlı etin üzerinden süpürdükten sonra, belkemiginden gelen siniri tutup çekti ve bir düğüm attıktan sonra kesti. Ardından, hayvan bağırsağından yapılma bir kemence teli ve eğri bir iğneyle iki kanat hâlinde kestiği eti dikti. Yaraya yumurta beyazı sürdükten sonra isini tamamlamıs görünüyordu. Beynine isleyen siddetli ağndan dolayı gözlerinden yas gelen topçubası, görünüse bakılırsa kefeni yırtmıstı."



"ilk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilmiş o bebeği öldürmüşsündür. babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... bütün bu kişileri öldürmüş olursun. ikinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın."

24 Kasım 2008 Pazartesi

Aylak Adam



Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. ( Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.) Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler. Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. önlerde bir yere oturur, yanağı avcuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince eve yürüyerek dönerdi.

Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o demin ki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi. Biliyordum. İlerde locaları derin sinemanın önünde müşteri beklediğini bildiğim şaşı kadının bende uyandıracağı tiksintiyle karışık acımayı düşünür düşünmez döndüğüm yan sokakta - o geceki sokaktı bu - bir yaralı kendine güven duygusuyla ağırlaşmış olarak geldi. Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terziden - niye terzi? Bilmiyorum - dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa dönmüştüm. Belki bir ek-sebep de vardı. Ona bir yardımda bulunmam gerektiği, bu yardımın onun iş gururunu incitmemesi bahanesinin ardında gizli, o derin localardan birine onula girmek isteğinden korkuyordum. Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.

Bir ay önce yediğim dayağı haketmemiştim ben. Beş gün çenem sarılı - sanki bazı insanlara kendimce bir iş uydurup her sefer yanılmamışım gibi - Beyoğlu'ndaki terzi dükkanlarını dolaşmıştım. Uykulu sokakta beni çökerttikleri yer lambalardan uzak değilmiş, birinin kara bıyıklı olduğundan başka şeyler de biliyormuşum gibi arıyordum onları. Kimse anlamıyordu. Sadık bile , "- Bulacaksın da ne olacak?" diyordu.- Anlatacam yahu. Haksız olduklarını söyleyecem. Yanlarındaki üçüncü kişiye yapmak istediklerinin umurumda olmadığını, (- Olmaz, eve gidecem ben, demişti üçüncüsü) orada durduysam salt merak ettiğimden durduğumu söyleyecem. O iki terziye..." "- Niye terzi?" "- Bilmiyorum. O iki terziye beni dövmekle haksızlık yaptıklarını anlatacam." "-Sonra? " "- Sonu oradaki duruma bağlı." Sadık başını sallıyor, gülüyordu. Onları aramam gerektiğini anlamıyordu. Beş gün sonra suratım iyileşip sargı atılınca aramayı bıraktım.

Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye'ye yakın caddanin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kolkola gülüşerek gidiyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar. Öteki,

-Terbiyesiz, pis sarhoş, dedi.

Kafamı hınçla geriye attım gülerken. Gittiler. Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmada rahat edemezsiniz. Oysa ben sarhoş falan değildim. Bir bardak şarap içmiştim yemekte. Hem onu öpmemiştim ki soluğumda şarap kokusu duysun. Bir sigara yaktım, yürüdüm.

Hol sıcaktı. Paltomu çıkarırken kaç kere beni yeniden sokağa uğratan o bildik düşünce geldi kafama takıldı. Öptüğüm kız bir şey dememişti. Yoksa o muydu? Niye gitmedim ardından? Ötekini kovup ona konuşmak için döndüğüm zaman, " Sus, biliyorum," diyecekti. Bir haftadır bana akşam yemeklerini aynı lokantada yedirten düşünceydi bu. O geceki kadında oraya uymayan bir şeyler vardı. Yemek yiyenlerin, eşyanın ötesindeydi. Kalktığı zaman garson pilavımı getiriyordu. Kalkmamıştım; başka gece kalkacaktım. Kadın gidince bir yarı-bilginin üzüntüsü geldi bana: başka gece yoktu. Gelmiyordu. Bu gece de gelmedi. Belki garsonun yüzünü benden bir hafta önce görmüştü.

Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.

Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda "İkindi kahvaltısı" asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım!.. Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu adam?" diye sorunca, "Tembelin biri!" karşılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan başka bir iş tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte şarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuşkuya düşmüyordu. Adamcağız sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. İşte ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur değil! Şu, bütün güzel, yüce şeylere ilgi duyan oburlardan olurdum. Nasıl hoşunuza gitti mi? Ben buna öteden beri kafamı takmışımdır. "Güzel, yüce şeyler!.." Kırk yaşımda bana az çektirmedi, ama kırkıncı yaşıma basınca böyle oldu bu; oysa o sıralar, ah, o gençlik yıllarında çıkacaklardı karşıma! O zaman kendime uygun bir iş de bulurdum: Bütün o güzel, yüksek şeylerin onuruna içerdim. Kadehime önce biraz gözyaşı akıtmak, sonra da onu bütün güzel, yüksek şeylerin onuruna kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Dünyada ne varsa hepsini güzellik, yücelik açısından görür; en pis, en iğrenç şeylerde bile güzel, yüce bir yan bulurdum. İstediği zaman gözyaşı dökebilen bir adam kesilirdim. Ressamın biri kalkıp Ghé* ayarında bir tablo yaptı diyelim. Hemen böyle bir tablo yapmış olan ressamın onuruna içerdim, çünkü bütün güzel yüksek şeyleri seven bir adamdım ben. "Canınız nasıl isterse" adında bir yapıt mı yazıldı, hemen "Canınız nasıl isterse" nin onuruna kadehimi kaldırırdım; dedim ya, güzellik, yücelik adına yapmayacağım şey yoktur... Bu sırada herkesin kişiliğime saygı göstermesini isterdim, birisi bana saygısızlık yapacak olsa yakasına yapışırdım. "Huzur içinde yaşayıp debdebeyle ölmek!" Bundan daha güzel ne vardır! Salıverdiğim göbeğimi, üç kat olmuş gerdanımı, rezilcesine havaya diktiğim burnumu görenler: "Bakın şu kalantor herife! Olunca böyle olmalı!" derlerdi. Siz ne derseniz deyin, baylar, yaşadığımız şu olumsuz çağda böyle hoş sözleri işitmeyi kim istemez!

12 Kasım 2008 Çarşamba

Suç ve Ceza,Dostoyevski


-Hayır, Sonya, bu, o değil! -dedi, düşüncelerindeki ani dönüş kendisini de şaşırtmış, yeniden heyecanlandırmış gibiydi.- Bu, o değil! En iyisi... (evet, böylesi gerçekten daha iyi) Tut ki ben kendini beğenmiş, kıskanç, kötü yürekli, aşağılık, kindar... bir adamım... hatta... belki de biraz deliliğe de yatkınım (Varsın hepsi birden olsun! Delilik sözünü eskiden de etmişlerdi, biliyorum!) Az önce sana, parasızlık yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığımı söylemiştim. Biliyor musun, istesem ayrılmayabilirdim? Okul için gerekli parayı annem gönderebilir, üst-baş, boğaz sorununu da kendim halledebilirdim! Özel dersler çıkıyordu, elli kopek veriyorlardı ders başına. Razumihin veriyor ya hani!.. Ben öfkelenmiştim, çalışmak istemedim. Evet, öfkelenmiştim (bu sözcük tam yerinde!). Ben o sıralar tam bir örümcek gibi çekilmiştim. Öyle ya, görmüştün sen benim kaldığım o rezil yeri!.. Biliyor musun, Sonya, alçak tavanlar, daracık odalar insanın aklını ve ruhunu öylesine boğar ki...! Ah, nasıl nefret ederdim o rezil odadan! Ama yine de oradan dışarı çıkmak istemezdim. Özellikle istemezdim! Günlerce dışarı çıkmazdım, ne çalışmak, ne de hatta yemek yemek isterdim, boyuna yatardım. Nastasya birşeyler getirirse, yerdim, getirmezse, günüm öylece geçerdi. Hıncımdan, özellikle birşey istemezdim! Geceleri yakacak mumum yoktu, karanlıkta oturur ve bir mum alacak para kazanmazdım. Okumam gerekti, oysa ben kitaplarımı satmıştım; masamın üzerindeki not defterlerimin, kâğıtlarımın üzerinde şimdi bile bir parmak toz vardır! En sevdiğim şey uzanıp yatmak ve düşünmekti. Boyuna düşünürdüm... Sonra düş görürdüm, tuhaf tuhaf düşler... Bunların ne tür düşler olduğunu anlatmam gereksiz! Ancak, işte bu sıralarda, düş gibi birşeyler kurmaya başladım... Hayır, böyle değil! Yine anlatamadım!... Biliyor musun, o sıralar durmadan kendime şunu sorardım: Neden böyle aptalım ben? Madem başkaları aptal ve ben onların aptal olduklarını kesin olarak biliyorum, öyleyse neden onlardan daha akıllı olmak istemiyorum? Sonra, herkesin akıllı olmasını beklemenin, çok uzun süreceğini anladım, Sonya. Bir de, bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini... İnsanların değişmeyeceğini, onları değiştirebilecek kimsenin bulunmadığını ve bunun için çaba göstermeye değmeyeceğini! Ya, böyle işte! Bu bir yasa, Sonya, yasa. Akılca ve ruhca kim sağlam ve güçlüyse, insanlara onun buyuracağını biliyorum artık! Kim daha yürekliyse, haklı olan da odur. Herşeyin içine tükürmekte, aldırmazlıkta en ileri gidenler, yasa koyucu olurlar. Herkesten daha gözüpek olan, herkesten daha haklıdır! Bugüne kadar böyle gelmiş bu, bundan sonra da böyle gidecek! Bu gerçeği ayırdedemeyenler, kördür!

22 Ekim 2008 Çarşamba

Cahit Sıtkı Tarancı- Abbas

Haydi abbas, vakit tamam;
akşam diyordun işte oldu akşam.K
Kur bakalım çilingir soframızı;
dinsin artık bu kalp ağrısı.

Şu ağacın gölgesinde olsun;
tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
görünsün şöyle gönlümce.

Bas kırbacı sihirli seccadeye,
göster hükmettiğini mesafeye
ve zamana.
Katıp tozu dumana,
var git,
böyle ferman etti cahit,
al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan..
Cahit Sıtkı- Otuzbeş yaş

18 Ekim 2008 Cumartesi

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


- Kurtarmak mı! diye devam ettim. Seni nasıl kurtaracakmışım? Belki benim durumum seninkinden de berbat! O gün sana bir sürü maval okurken neden suratıma: "Senin burada ne işin var? Git aklını kendine sakla" diye bağırmadın! O zaman birileriyle, kedinin sıçanla oynadığı gibi oynamak istiyordum. Seni küçük düşürmekle, ağlayıp sızlamana sebep olmakla istediğimi elde ettim. Ama sünepenin, yufka yüreklinin biri olduğum için dayanamadım. Sana adresimi verdiğim için aptallığıma doymayayım! O gün, daha eve gelmeden pişman olmuş, arkandan sana ağzıma geleni söylemiştim. Seni aldattığım için senden nefret ediyordum. Çünkü benim tek istediğim, sözcüklerle oynamak, hayalimi işletmekti. Yoksa başkasından bana ne? Hepinizin canı cehenneme!.. Ben huzur istiyorum, huzur! Bunu elde etmek için bütün dünyayı beş paraya değişirim. Bana, "Çay içmek mi istersin, yoksa dünyanın batmasını mı?" diye sorsalar, hemen "Çay içmek!" diye bağırırım. Bunu biliyor muydun? Ha? Ben alçağın, onursuzun, tembelin biriyim. Sen geleceksin diye korkumdan üç gündür dünya başıma zindan oldu. Bu üç gün beni en çok neyin kaygılandırdığını biliyor musun? Ben sana söyleyeyim: O gün karşına bir kahraman gibi çıkmıştım, oysa burada yırtık sabahlığımla yoksulluk, pislik içindeyim. Biraz önce yoksulluğumdan utanmadığımı söyledim. Yalan! Dünyada bundan korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum. Hatta hırsızlık yapmaktan dahi... Çok gururluyum bu çıplaklığımla derimi soymuşlar gibi, havanın en ufak değişmesinden huysuzlanıyorum. Beni bu lime lime sabahlığımla yakaladığın için seni bağışlayamayacağımı hâlâ kafan almadı mı? Kurtarıcın, eski göz ağrın üstü başı dökülen, uyuz bir it gibi uşağının üzerine atılmış; beriki ise onunla alay ediyor!.. Sümsük bir karı gibi karşında gözyaşlarımı tutamayışımı hiçbir zaman bağışlamayacağım, bunu sana ödeteceğim. Hepsi için, hatta şu an söylediklerim için seni affetmeyeceğim! Çünkü bütün bunlardan tek sen sorumlusun. Çünkü elime sen geçtin. Çünkü ben alçağın biriyim. Yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en zavallısı, en aptalı, en kıskancı benim. Onların benden kalır yanları yok, ama ne bileyim, onlar utanma bilmiyorlar. Bense... Bense... En beğenmediğim bir kimseden bile azar işitiyorum. İşte ben böyle bir adamım! Ama sen beni anlamıyorsan ne yapayım? Hem, senin orada pisi pisine gebermen de vız gelir bana! Sonra buraya geldiğin, beni dinlediğin için senden iğreneceğim hiç aklına gelmiyor mu? İnsan yaşadığı sürece ancak bir kez bütün içindekileri döker, o da iyice bunalıma düştükten sonra... Daha benden ne istiyorsun? Bütün olanlardan sonra neden hala karşıma dikilmiş, canımı sıkıyorsun! Haydi durma, bas git!

17 Ekim 2008 Cuma

Genç Werther'in Acıları,Goethe

Yüz defa elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. Aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan söz edilir.,çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. Bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek.
...

"Onu bana ver!" diye Tanrıya yalvaramıyorum. Ama çok zaman onu benim sanıyorum. "O benim olsun!" diyemiyorum, çünkü o başkasının. Acılarımla alay ediyorum. Gönlümü kendi haline bıraksam, birbirine en yakın duygular bir araya gelecek.

24 Kasım
Neler çektiğimi o da anlıyor. Bugün bana öyle bir baktı ki, bakışı kalbimin en derin yerine işledi. Onu odasında yalnız buldum. Bir şey söylemedim. O da yalnızca bana bakıyordu. Ondaki çekici güzelliği, yüzünde parlayan ruh yüceliğini görmüyordum artık. Bütün bunlar gözümün önünde silinmişti. Çok daha etkin bir bakışla beni büyülemişti. Bu bakış, candan bir acıma, tatlı bir ürperme doluydu. Niçin ayaklarına kapanmıyordum? Niçin boynuna atılıp bu bakışa binlerce öpücükle cevap vermiyordum? Çareyi piyanoya kaçmakta buldu. Hem çaldı, hem de hafif ve tatlı sesiyle güzel güzel söyledi. Dudakları bana hiç böyle güzel görünmemişti. Sanki bu dudaklar, piyanodan çıkan tatlı sesleri emmek için iştahla aralanmıştı. Yalnız bu seslerin gizli yankısı o güzel ağızdan duyuluyor gibiydi. Ah, ne olur, sana bunları duyduğum gibi anlatabilseydim! Daha fazla dayanamadım. Başımı önüme eğdim ve yemin ettim: Ey, üstünde meleklerin uçuştuğu dudaklar, size bir öpücük kondurmaya hiçbir zaman cüret etmeyeceğim. Ama, bunu istiyorum da... Fakat görüyor musun? Onu lekelemek kaygısı bir duvar gibi karşıma dikiliyor. Sonra bunun günahını çekmek de var. Günah mı?

26 Kasım
Bazen kendi kendime şöyle diyorum: Bu alınyazısı yalnız sana vergi. Senden başka herkes mesut. Hiç kimse böylesine acı çekmemiştir. Sonra eski bir şairi okuyorum ve kendi kalbimin içini görüyormuş gibi oluyorum. Derdim çok büyük. Benden önce bu kadar çok acı çeken olmuş mudur acaba?

3 Ekim 2008 Cuma

Oblomov, Ivan Gonçarov


Biliyor musun Andrey, benim içimde ne yakıcı, ne de kurtarıcı hiçbir ateş yanmadı. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım sönmüş başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim. Sönüşüm dairede, evrak başında oturduğum zaman başladı; sonra kitapları okuyup da onlarda hayatta kullanmayacağım gerçekler buldukça, dostlar arasında dedikodular, alaylar, soğuk, kötü, boş gevezelikler dinledikçe, gayesiz, sevgisiz, toplantılara katıldıkça daha da kötü oldum. Mina ile de hayatımı, kuvvetlerimi harcadım: onu sevdiğimi sanarak gelirimin yarısından fazlasını israf ettim. Nevski bulvarında kürklü mantolar arasında bir aşağı bir yukarı dolaştığım zamanlar; evlenecek iyi bir kısmet olduğum için akşam toplantılarına çağrıldığım zamanlar; şehirden sayfiyeye, sayfiyeden Gorohova sokağına taşındığım zamanlar, hayatımı, kafamı boşu boşuna harcıyordum. İlkbahar benim için ıstakoz ve istiridye mevsimiydi; sonbahar ve kış kabul günleriyle doluydu; yaz gezintilerle geçerdi... Bütün hayat, tembel ve rahat bir uyku idi. Gururumu da nelerde kullandım? Ünlü bir terziye elbise ısmarlamakta; tanımış aileler içine kabul edilmekte; Prens P.'nin elini sıkmakta... Gurur hayatın tuzudur derler; gururum nereye gitti? Ya ben yaşadığım hayatı anlayamadım, ya da bu hayatın hiçbir değeri yoktu. Daha iyisini de bulamadım, göremedim, kimse göstermedi. Sen bir gelip, bir kayboluyordun, kuyruklu yıldız gibi; bense her şeyi unutuyordu, ağır ağır, sönüyordum.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Don Kişot,Cervantes



'Ben Morena Dağlarında, hatta seferlerimizin toplam süresi boyunca, olsa olsa iki ay dolaştım; sen ise cezireyi vaat edeli yirmi yıl olduğunu söylüyorsun, öyle mi Sancho? Bence sen, sendeki paramın, olduğu gibi senin ücretine sayılmasını istiyorsun; eğer öyleyse, istediğin buysa, veriyorum, al, güle güle harca. Böyle kötü bir silahtarım olacağına, yoksul, meteliksiz kalayım, daha iyi. Söyler misin, ey gezgin şövalyeliğin silahtarlık yasalarının saptırıcısı, sen herhangi bir gezgin şövalye silahtarının, efendisiyle, ayda şu kadar para verirseniz hizmet ederim pazarlığına giriştiğini gördün mü, okudun mu? Serseri, sefil herif, canavar - sen bunların hepsisin çünkü- gezgin şövalye tarihlerinin engin denizine bir dal bakalım; eğer senin bu söylediklerini söylemiş veya düşünmüş olan bir tek silahtar bulursan, gel suratıma çarp, üstüne dört kere nanik yap. Boz eşeğinin dizginine, veya yularına asıl ve evine dön; çünkü benimle birlikte bir tek adım daha atmayacaksın bundan böyle. Ey, tuz ekmek haini! Ah, yersiz vaatler! Ey, insandan çok hayvan adam! Tam ben seni mevki sahibi yapacakken, karına rağmen senyörlüğe getirecekken, gidiyorsun, öyle mi? Tam ben seni dünyanın en güzel ceziresinin başına getirmeye kesin karar vermişken gidiyorsun, öyle mi? Kısacası, senin de daha önce söylediğin gibi, eşek hoşaftan ne anlar? Eşeksin, eşek kalacaksın ve eşek olarak ömrünü tamamlayacaksın; çünkü bana kalırsa hayvan olduğun senin kafana dank etmeden, ömrün sona erecek.'

17 Eylül 2008 Çarşamba

Yalnız Bir Opera - Murathan Mungan


ve bitti...

sonra yalnız bir opera başladı

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim.



imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu.
ve elbet üzerinde durulmuyordu.
sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
biraz daha fazla sevdiğim,
biraz daha önem verdiğim.

başlangıçta dogruydu belki.
sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
varlığımı ele geçiren,
büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
ve hala bilmiyordun sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim
anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
bütün kazananlar gibi
terk ettin

yaz başıydı gittiğinde,
ardından,
senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim.
kimsesiz bir yazdı.
yoktun.
kimsesizdim.
çıkılmış bir yolun ilk durağında
bir mevsim
bekledim durdum.
çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki küskün kedere,
gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sozcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yaz başıydı gittiğinde.
sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs.
seni bir şiire düşündükçe
kanat gibi, tüy gibi,
dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

yaz başıydı gittiğinde.
bir aşkın ilk günleriydi daha.
aşk mıydı, değil miydi?
bunu o günler kim bilebilirdi?
"eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen"
notunu buldum kapımda.
altına saat:16.00 diye yazmıştın,
ve 16.04'tü onu bulduğumda.

daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını

gittin.
koca bir yaz girdi aramıza.
yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik,
noksan bir şeyler başlamıştı.
sanki yaz, birbirimizi
görmediğimiz o üç ay,
alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan,
olmamıştı, eksik kalmıştı.

kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.
adımlarımız tutuk,
yüreğimiz çekingen,
körler gibi tutunuyor,
dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.

fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. zamanla
gözlerimiz açıldı,
dilimiz çözüldü
güvenle ilerledik birbirimize.
gittin.
şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
biliyorum
ne sen dönebilirsin artık,
ne de ben kapıyı açabilirim sana.

şimdi biz neyiz biliyor musun?
akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
birbirine uzanamayan
boşlukta iki yalnız yıldız gibi
acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
bir zaman sonra
batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
bizden diyorum, ikimizden
ne kalacak?

şimdi biz neyiz biliyor musun?
yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. umut
ve korkunun
hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını
bilmeyen
çocuklar gibi
ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
yazıya oturup
sonu gelmeyen cümleler kurmak,
camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar,
eşyalar gözünüzün önünde durur
birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
cağrışımlarla ödeşemezsiniz

dışarda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
bir ayrılığın ilk günleridir daha
her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta

gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saat tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara

boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak,
eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasinda
kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden
yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente,
bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,
başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye,
ameliyata alınmaya kendimizi hazırlar gibi

yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir an'ın, yalnızca bir an'ın bütün bir hayatı kapladıgı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdir intihara bu kadar

bana zamandan söz ediyorlar
gelip size zamandan söz ederler
yaraları nasıl sardığından,
ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
zamanla ilgili
bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
hepsini bilirsiniz zaten,
bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
dahası onalar da bilirler.
ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
bittiğine kendini inandirmak,
ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak,
yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
kolay değildir
bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
zaman alır.
zaman,
alır sizden bunların yükünü
o boşluk dolar elbet,
yaralar kabuk bağlar,
sızılar diner, acılar dibe çöker.
hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
o boşluk doldu sanırsınız
oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
dilerim geri teper.
yoksa gerçekten
bitmişsinizdir.

zamanla yerleşir yaşadıkların,
yeniden konumlanır, çoğalır anlamları,
önemi kavranır.
bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey,
çok sonra değerini kazanır.
yokluğu derin
ve sürekli bir sızı halini alır.
oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır

ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
bunlar da bir işe yaramadıysa
demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim.
bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarla bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları,
sarhoşların ve sucluların unuttuklarını hatırlamaktan
uzun uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
duyarlığın gece mekteplerinden geldim
bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
ilerledikçe...kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
aşk ve acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden.
karardı dizeler.
ask...bitti. soldu siir.
büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden

daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
aşk yalnız bir operadır, biliyordum: operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği tarapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani coğalarak
tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. terli ve kirliydim.
sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri...panayır yerleri...
ölü kelebekler...ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

aşkın bir yolu vardır
her yaşta başka türlü geçilen
aşkın bir yolu vardır
her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
sen de değilsin. o da değil
kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. bitmemiş bir şiirin ortasında
darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden

dönüp ardıma bakıyorum
yoksun sen
ey sanat! her şeyi hayata dönüştüren..

12 Eylül 2008 Cuma

Amat, İhsan Oktay Anar



Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi'nin görkemli eseri Tezâkirü'l Mücrimin'de anlatıldığına göre, o zamanlar Galata'da, kulak çınlamasından kanlı basura, göbek düşmesinden sarı ve kara hummaya kadar cümle illete derman bulup Azrail'in elinden nice âdemoğlunu kurtarmakla nâm salmış Avram Efendi adında bir hekim vardı. Can kurtarmak kadar can beslemeyi de pek seven bu zât, uskumruya bayılırdı. O gece, Galata'daki camilerden okunan yatsı ezanları kanat çarpan güvercinler gibi göklere yükselirken sofra başında uskumru dolmasını tam ağzına atıyordu ki, alt katta kapısı yumruklanmaya başladı. Birkaç kişi sokaktan telaşla bağırıyordu. Hekim efendi istifini bozmadan elindeki dolmadan bir lokma daha ısırdıktan sonra kafesin arkasından karanlık sokağa baktı. Arap İmam'ın kahvehanesinin ünlü simalarından buhur mütevellisi, yedekçibaşı, selâm ağası, zindan kâtibi ve bir kayıkçı, ellerinde fenerlerle gecenin o saatinde aşağıda bekliyorlardı. Dediklerine bakılırsa, yârenleri olan Kayıkçı Recep'in gözlerinde bir tuhaflık vardı ve eğer hemen bir çare bulunmazsa adamcağız kör olup ona buna avuç açmak zorunda kalacaktı. Avram Efendi'nin yüreği cız etti. Çünkü duası makbul sayılmadığı için bu kayıkçıya kimse sadaka vermez ve bîçare açlıktan ölür giderdi. Hayırsever hekim bu yüzden, elinde dolma olduğu hâlde, basamakları gıcırdata gıcırdata aşağı inip sokak kapısını açtı. Başında gecelik takkesi, üstünde entari, ayaklarında ise terlik vardı. Muşamba fenerin ışığı altında bir inceledikten sonra, kayıkçının gözlerinin yuvalarından fırlamış olduğunu gördü. Son lokmasını yutup parmaklarını da yaladıktan sonra, adamcağızın gözlerini itip yuvalarına oturtuverdi. Kayıkçı artık karanllığa ve fakirliğe mahkûm olmaktan ebediyen kurtulmuştu kurtulmasına, ama az önce şifa bulduğu takdirde adamış olduğu horozu kesmeyi hayatı boyunca sürüncemede bırakacaktı. Vasiyetini de ancak ölüm döşeğindeyken 19 torununa beyan edecek, horozu kesmelerini yarım ağızla tembihleyecekti.

Galatalı hekim Avram Efendi, ilim irfan sahibi, eyyam görmüş, iti uğursuzu, veliyi deliyi bilen bir zât idi. Besbelli ki kayıkçının gözleri büyük bir şaşkınlık sonucu yuvalarından uğramıştı. O güne kadar cin, hayalet gibi yaratıkları görmesi bir türlü kısmet olmayan hekim, ilim tutkusunun yol açtığı bir merakla kayıkçıya, gördüğü hangi şeyin onu bu kadar şaşırttığını sorduğu vakit adamcağızın cevabı oradaki herkesin aklına durgunluk verdi: Kayıkçı, Galata Zindanı'nın önünde, deli marangozu görmüştü az önce!

28 Ağustos 2008 Perşembe

Boyalı Kuş - Jerry Kosinski


Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. Gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. Ama Deli Ludmilla gelmezdi bir türlü. Hayal kırıklığına uğramış somurtuk Lekh, kuşları birer birer kafesten çıkarıp boyar, acımasız benzerlerine teslim ederdi onları. Günün birinde kocaman bir karga yakaladı, kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye, kuyruğunu da yeşile boyadı. Bir karga sürüsünün kulübemizin üstünden geçtiğini görünce koyverdi kurbanını. Aralarına karışır karışmaz amansız bir savaş başladı. Dört yandan sahtekarın üzerine saldırdılar. Siyah, kırmızı, mavi ve yeşil tüyler uçuştu havada. Kargalar yükselmeye başlamıştı, birden kurbanımızın döne döne tarlalara düştüğünü gördük. Kuş yaşıyordu hala. Gagasını açıp kapıyor, kanatlarını oynatmaya çalışıyordu boşu boşuna. Kardeşleri gözlerini oymuşlardı. Kan oluk gibi akıyordu tüylerinin üstünden. Yapışkan çamurdan kurtulup doğrulmak için son hareketi de yaptı, artık gücü kalmamıştı.

24 Ağustos 2008 Pazar

Kitab-ül Hiyel, İhsan Oktay Anar

" rivayet ederler ki, vaktiyle maveraünnehir'de kör bir adam yaşıyordu. dünyanın güzelliklerini göremediğini sanan her kör gibi meyus ve dertliydi. sonunda ağlaya sızlaya bir sihirbaza gidip üzüntüsünü ona anlattı. gelgelelim sihirbaz ona çok tuhaf bir cevap verdi: o aslında kör değildi. çünkü o, gerçekte, dünyada bulunan sadece bir tek şeyi, son derece değerli bir şeyi görmekle ödüllendirilmişti. gördüklerini sanan diğer insanlar da, aslında bu değerli şeyi görmemekle cezalandırılmışlardı. sihirbazın söylediklerinin tesiriyle dünyayı dolaşmaya azmeden kör adam, görebileceği bu yegàne şeyi aramaya koyuldu. dağ tepe, tarla bayır dolaştı. vadileri, denizleri ırmakları aştı. nihayet günün birinde hayatında ilk kez gökyüzüne bakmayı akıl etti. çünkü aradığı şey aslında onun tam tepesindeydi. önce bir yıldız gördüğünü sandı. oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece, aslında kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti."

...
Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez., çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcat ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?”

25 Temmuz 2008 Cuma

Victor Hugo-Sefiller


Jan Valjan kaçarcasına kasabadan çıktı. Rastgele yürüyordu. Dönüp dolaşırken yine aynı yere geldiğinin farkında bile değildi. Öğleye kadar süratle yürüdü.

Yeni birtakım hisler zihnini karıştırıyordu. Hiddetliydi. Ama kime karşı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Şimdiye kadar uğradığı haksızlıklar karşısında büyük bir sarsıntı içindeydi. Ama ya Piskopos?...

Piskopos'un yaptıklarını düşündükçe: "Keşke hapishaneye götürselerdi, keşke..." diye mırıldanıyordu. Birden çocukluk günlerini hatırladı. Ne zamandan beri çocukluğu hiç aklına gelmemişti. Bu sırada burnuna bir çiçek kokusu geldi. Evet, tıpkı çocukluk günlerinde olduğu gibi... Çiçekler aynı kokuyordu, ya çektiği acılar. Çiçekler ve acılar... Ne kadar zıt şeyler Yarabbi...

Yeni yeni fikir dalgaları sarıyordu etrafını... Dağlar gibi dalgaların arasında, yüzen bir fındık kabuğu gibiydi.

Güneş batarken, Jan Valjan bir çalının arkasında oturuyordu. Düşünüyordu. Ufukta yalnız Alp Dağları görünüyordu. Etrafta ne köy ve ne de kasaba vardı. "D" kasabasından iki saat uzaklaşmıştı şimdi...

Düşünceleri arasında bocalarken, neşeli bir çocuk sesi kulağını doldurdu. Başını çevirdi, on yaşlarında bir köylü çocuğu... Torbası arkasında, şarkı söyleyerek yol boyu gidiyordu. Dizleri, pantolonunun yırtık yerlerinden dışarıya çıkmış, neşeli bir çocuk... Çocuk arasıra durup, elindeki paraları havaya atıyor, sonra tutuyordu. Jan Valjan'ın bulunduğu çalının yanına kadar geldi. Yine durdu. Parasını havaya attı, tuttu. Tekrar attı, elinin üstünde tutmaya çalıştı. Fakat birini düşürdü. Düşen para yuvarlanarak çalının yanına kadar gitti ve tam Jan Valjan'ın ayağının dibinde durdu. Jan Valjan derhal ayağını üzerine koydu. Çocuk parasının arkası sıra çalılığa yürüdü. Jan Valjan'ı gördü ama ürkmedi.

Etrafta kuşların hafif sedalarından başka hiçbir ses işitilmiyordu. Çocuk cahilliğin verdiği bir cesaret ve masumluğun verdiği saflıkla Jan Valjan'a seslendi:

Efendi, paramı verin!

Senin ismin nedir?

Küçük Jerve, Efendim.

Yıkıl oradan!

Efendi, paramı verin!

Jan Valjan kaşlarını çattı. Çocuk ısrar etti:

Efendi, paramı!...

Jan Valjan gözlerini yere dikti. Çocuk yine bağırdı:

Paramı!... Beyaz paramı!... Gümüş paramı!...

Jan Valjan duvar gibi duruyordu. Çocuk hazinesinin üzerine basmış olan adamın yakasına sarıldı:

Paramı isterim, paramı!


Ağlıyordu. Jan Valjan başını kaldırdı. Gözlerinde bir bulanıklık görünüyordu. Çocuğa hayretle baktı, sonra elini sopasına uzatarak, vahşi bir hayvan gibi kükredi:

Kim var orada?

Benim, Efendi, Küçük Jerve! Ben! Ben! Rica ederim, paramı!...

Çocuk iyice hiddetlenmişti:

Ne yapıyorsunuz? Ayağınızı kaldıracak mısınız? Kaldırın bakalım!

Hala buradasın! Defol!

Sonra ayağını oynatmaksızın ayağa kalktı:

Gidecek misin bücür, ha!...

Çocuk ürkmüş, korkuyla adamın yüzüne bakıyordu. Cesareti birden sıfıra indi, sıtmalılar gibi titriyordu. Yaydan kurtulan ok gibi fırladı. Can havliyle koşmaya başladı. Biraz ilerde durdu. Jan Valjan onun ağladığını duyuyordu. Bu sırada güneş batmış, etrafı bir gölge gibi alaca karanlık kaplamıştı...

Jan Valjan hala ayakta, kıpırdamadan duruyor, gözleri sabit bir noktada düşünüyordu. Birden, ani bir titreme ile kendine geldi. Şapkasını alnı üzerine indirdi. Ceketini iliklemek istedi. Vazgeçti. Bir adım atıp, sopasını almak üzere yere eğildi.

Gözü paraya ilişti. Parayı görünce titremesi iyice arttı. Tıpkı elektrik cereyanına tutulmuş gibi, "Bu nedir?" diyerek dehşetinden üç adım geriye sıçradı. Alaca karanlığın içinde parlayan para, tıpkı kendisine bakan bir insan gözüydü. Bir müddet bakakaldı. Sonra birden fırlayıp parayı eline aldı ve ufkun her tarafına göz gezdirmeye başladı. Vahşi bir canavar gibi, titremeye devam ediyordu.

Hiçbir şey göremedi. Ufuktan menekşe renginde birtakım dumanlar çıkıyordu. "Ah!..." dedi içinden. "Ah!...". Ah dedikçe içinden de dumanlar çıkıyordu sanki. Çocuğun gitmiş olduğu tarafa koştu. Biraz gidip durdu. Etrafına bakındı, bir şey göremeyince sesinin çıktığı kadar bağırdı:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Sustu, kulak verdi. Ovada vahşi bir sükut ve tenhalık vardı. Yalnızlık ve boşluk... Ve, boşluğun içinde sesi kaybolan Jan Valjan...

Sessizlikle beraber soğuk bir rüzgar esiyordu. Rüzgarla sallanan küçük çalılar ufacık dallarını delicesine sallayıp çıtırdıyor... Sanki dallar canlanmış, birbirlerini korkutuyor ve kovalıyorlardı.

Türlü düşüncelerle bazen yürüyor, bazen koşuyor ve birkaç adımda bir durup sonra böğürür gibi:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Diye var gücüyle bağırıyordu. Biraz sonra hayvanına binmiş giden bir papaz rastgeldi.

Papaz Efendi, Papaz Efendi!...

Diye bağırdı. Medet umar gibi, bir çocuğun geçip gittiğini görüp görmediğini sordu. Papaz donuk donuk cevap verdi:

Hayır.

Küçük Jerve isminde bir çocuk.

Kimseyi görmedim.

Jan Valjan titrek elleriyle kesesinden iki adet beş franklık çıkardı. Papaza uzatarak yalvarır gibi:

Papaz Efendi, bunları fıkaraya veriniz. Bu civarlardan bir çocuktu. Arkasında bir torbası vardı. Buradan geçiyordu. Biraz evvel bir çocuk, belki bilirsiniz.

Bilmiyorum.

Küçük Jerve isminde kimseyi tanımıyor musunuz? Bu civarlardaki köylerden değil midir? Bana haber verebilir misiniz?

Jan Valjan iki beş franklık daha uzattı.

Fukaraya vermek için...

Sonra bütün şaşkınlığı ile beraber haykırmaya başladı:

Ah!... Efendim!... Beni polise veriniz. Ben hırsızın biriyim.

Papaz ürkmüştü. Büyük bir korku ile hayvanını kamçılayıp uzaklaştı. Jan Valjan da koşmaya başladı. Bağıra, çağıra hayli yol aldı. Adam zannettiği şeylere, kurtarıcı gibi koşuyor, fakat yanlarına varınca onların çalı ve taş yığınları olduğunu görüyordu. Nihayet üç yolun ağzından durdu. Gözlerini uzaklarda gezdirerek son defa: "Küçük Jerve! Küçük Jerve! Küçük Jerve!" diye bağırdı. Boğuk sesi, soğuk ve rüzgarlı havanın içinde kaybolup gitti. Artık bağırmıyordu da, "Küçük Jerve" diye inliyordu. Vicdanının üzerine pek ağır bir yük konmuş gibi, dizleri titremeye başladı. Kendinden geçmiş, yanıbaşında bulunan büyük bir taşın üzerine yıkılarak oturdu. Yüzünü, iki dizi arasına aldı. Yumruklarını başına dayayarak: "Ben alçak bir adamım! Alçak..." diye bağırdı. Ağladı. On dokuz seneden beri ilk defa ağlıyordu. Hep Piskopos'un güzel sözleri aklına geliyordu. "Namuslu adam olacağınızı bana vadettiniz. Ruhunuzu satın alıyorum. Onu kötülüklerden ayırıp, Tanrıya veriyorum."

Ayağa kalktı. Sarhoş bir adam gibi gidiyordu. Gözleri bulanıktı. Düşüncelerinin bulanıklığı ise geçiyordu. "Ya insanların en iyisi veya en fenası olmak... Ya Piskopos'un üst tarafına çıkmak veya bir caniden aşağıya inmek... Ya bir melek veya bir şeytan olmak..."

Küçük Jerve'nin parasını çalmıştı. Ne için? Kendisi de bilmiyordu. Artık karanlığı bir tarafa, nuru da bir tarafa ayırmak lazım; gece ve gündüzün ayrıldığı gibi.

Kendini seyreder gibiydi. Gözünün önünde bir hayal görüyordu. Kürek mahkumu Jan Valjan, etiyle kemiğiyle, elindeki sopası, arkasındaki çalınmış şeylerle dolu çantasıyla ve karanlık fikirleriyle beraber gözünün önünde görüyordu. O Jan Valjan'ı, o korkunç çehreyi, gerçekten gördü. Neredeyse "Bu adam da kim?" diye soracaktı. Ürkmüştü ondan. Kendi kendisi ile yüz yüze gelip, hesaplaşıyordu. Bir ara muayene edenin kim olduğuna baktı. Birden karşısında Piskopos'u gördü. Gözleri önünde canlanan bu iki şahısa tek tek baktı. Piskopos bir nur gibi gittikçe büyüyüp parlarken, Jan Valjan ise ufalıp, sönüyordu. Biraz sonra Jan Valjan'ın yerinde yalnız bir gölge kaldı. Sonra da kayboldu. Şimdi ortada yalnız Piskopos bulunuyordu. Ve Piskopos'un hayali bütün ruhunu doldurdu. Öyle ki, bu durum karşısında kadın gibi hisli, çocuk gibi aciz ve ağlıyordu... Gözyaşlarıyla beraber zihninde, bir sabah açılmaya başladı. Garip bir sabah, karanlığa inat bir sabah, ilkbahar gibi tazelik, canlılık...

Kaç saat böyle durup ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bu soruları cevaplayabilmek için Jan Valjan'ı gören olmadı. Yalnız bir arabacı, Piskoposhane'nin önünde bir adamı, diz çökmüş, dua ederken gördü.

27 Haziran 2008 Cuma

Bir Bilim Adamının Romanı,Oğuz Atay


"Herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikayet eder; fakat asla zekasından yakınmaz. Bilmez ki hafıza, zekanın bir unsurudur."

"Peki insanlar meşhur bir mukavemetçinin ne işe yaradığını anlayabilir mi? Derler ki meşhur fizikçi Einstein, bir toplantıda Şarlo'ya 'Siz büyük bir adamsınız,' demiş, 'Herkes sizi anlıyor, herkes size hayran.' Şarlo, 'Siz daha büyüksünüz,' diye itiraz etmiş: 'Size herkes, hiç anlamadığı halde hayran'."

"Profesörle birlikte yolda yürüyorlardı.Genç adam düşünüyordu, Mustafa İnan'a soruyordu: Şimdi ben ne yapacağım hocam? Birçokları gibi ben de büyük şehirde kaybolup gidecek miyim? Doğrusunu isterseniz korkuyorum. Biliyorum dedi Mustafa İnan. Bu 'eyyamcı' kalabalığın seline kapılabilirsin. Önce kaç puan tutturduğunun peşinde gidersin günlerce. Durmadan listelerde adını ararsın, gece yarılarına kadar radyoların başından ayrılmazsın. Sonra başkalarına imrenirsin bir süre: Önce 'yabancı ülkelerin ülkemizdeki okulları' denilen garip yaratığın binbir özenle yetiştirdiği gençlere için gider, onlar bu kadar puanı nasıl tutturdu diye hüzünlenirsin. Sonra özel dersanelerin yetiştirdiği yarış atlarını izlersin, aman ne hızlı koşuyorlar diye üzülürsün. Dünya bir yarıştır oğlum diyerek acele felsefeye başlarsın. Yarışa bir tur, iki tur, çok tur geriden başlayan yalınayak bir koşucunun telaşını yaşarsın. Antrenmansız bacaklarının yorgunluğunu duyarsın. Gerçi filmlerde, sonunda böyle koşucular kazanır yarışı, ama sen gene de bütün istikbalini filmlere bağlama. Düşün ki onlar daha küçük birer tay oldukları sırada, ilkokul pistinde koşarlarken terbiyecilere teslim edildiler. Anneler babalar, sıcak yaz günlerinde İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Paraca eğitim yapan okulların bahçelerinde, kibar olduklarını bile unutarak birbirlerini çiğnediler, aman çocuğumuz yabancı seyislerin nezaretinde yetişsin dediler. Sen okula gitmek için belki kilometrelerce yol teperken, onlar taksi abonesi oldular ve iki adımlık okullarına sabahları evlerden toplanarak arabalarla götürüldüler. Onların durumu da bir bakıma acıklıydı: Sabah karanlıkları kaldırılarak test cambazlıklarını öğrenmek zorunda kaldılar uyku sersemi. Giriş imtihanlarında her gün başka bir okul sırasında sıcakta ter döktüler. 'Sakın yaptıklarını kimselere gösterme' diyen hırslı annelerinin uyarılarını unutup, birbirlerine gülümsediler, birbirlerinin kağıtlarına baktılar saflıkla. Onların durumunu endişeyle bahçeden izleyen büyüklerine el salladılar kaygısız. Belki sen o günlerde ırmağın kıyısında kamış yontuyordun ya da arkadaşlarınla taş sektirme oynuyordun. Belki onlar, sana oranla daha karanlık bir çocukluk yaşadılar. Sen hiç olmazsa, bu ürkütücü yarışı yaşamadın bir süre. Durmadan başkalarını iterek öne geçme bilinci aşılanmadı sana..."

25 Haziran 2008 Çarşamba

Duvar: Oda, Jean Paul Sartre


Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlarının uçuşmasından korktuğu
için nefesini tuttu.

Kendi kendine Güllü, dedi. Bu billurlaşmış eti birden ısırdı ve ağzının içine beklemiş bir su tadı yayıldı. Hastalık, duyguları nasıl da inceltiyor; ne garip bir şey. Camileri, saygılı
Doğuluları düşünmeye başladı (Düğünden sonra balayı gezilerinde Cezayir’e gitmişlerdi) ve solgun dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.

Latilokum da saygılıydı. Elinin ayasını kitabının sayfalar üstünde birçok kereler dolaştırması gerekti, çünkü, bütün sakınmalarına karşılık, sayfalara beyaz pudradan bir
tabakayla kaplanmıştı. Elleri, düz ve parlak kâğıt üstündeki küçük şeker taneciklerini kaydırıyor, yuvarlıyor, gıcırdatıyordu. Bu bana Arcochon’u, kumsalda kitap okuduğum
zamanları hatırlatıyor. 1907 yazını deniz kıyısında geçirmişti. O zaman başında yeşil kurdeleli büyük hasır şapkası vardı, elinde Gyp ya da Colette Yver’den bir roman, gidip dalgakıranın hemen yanında bir yere oturuyordu. Rüzgâr dizlerine bir kum sağanağı yağdırıyordu. Zaman zaman kitabını köşelerinden tutup silkelemek zorunda kalıyordu. Bu da tamı tamına aynı duyumdu: Yalnızca kum taneleri kupkuruydular, oysa bu şeker tanecikleri parmaklarının ucuna biraz yapışıyorlardı. Siyah bir denizin üzerindeki boz inci rengindeki gök parçası tekrar canlandı gözünde. Eve, daha dünyaya gelmemişti. Kendini hatıraların âğırlığı altında, sandal ağacından yapılma değerli bir çekmece gibi hissediyordu. Derken, okuduğu romanın adı birdenbire aklına geldi: Adı Küçükhanım’dı ve sıkıcı değildi. Ama bilinmeyen bir hastalık onu odasına bağladığından beri, Mme Darbedat, anıları ve tarihsel yapıtları yeğliyordu. Acının, ağırbaşlı okumaların, anılarına, çok incelmiş duygularına yönelmiş ve keskin bir dikkatin, onu güzel bir sera meyvesi gibi olgunlaştırmasını diliyordu.
Biraz da sinirlenerek, kocasının neredeyse gelip kapısını vuracağını düşündü. Haftanın öbür günleri sadece akşama doğru geliyordu, kadını alnından sessizce öpüyor ve Temps’ını, kadının karşısında, bir koltuğa oturup okuyordu. Ama perşembe günü M. Darbedat’ın günüydü: Genellikle saat üçten dörde kadar bir saati gidip kızında geçiriyordu. Dışarı çıkmadan önce karısının yanına giriyor ve ikisi damatlarından üzüntüyle söz ediyorlardı. Bu perşembe söyleşileri, en ince ayrıntılarına kadar nereye varacağı bilinen bu konuşmalar, Mme Darbedat’yı tüketiyordu. M. Darbedat sakin odayı bütün varlığıyla dolduruyordu.
Oturmuyor, bir aşağı bir yukarı yürüyor, kendi çevresinde dönüp duruyordu. Öfkeyle söylediklerinin her biri Mme Darbedat’yı bir cam kırığı gibi yaralıyordu. Bu perşembe her zamanki alışılmış perşembelerden daha da kötüydü: Şimdi Eve’in itiraflarını kocasına tekrarlamak ve bu koca bedenin kızgınlıktan titrediğini görmek düşüncesi Mme Darbedat’yı kan ter içinde bırakmıştı. Tabaktan bir lokum daha aldı, birkaç dakika tereddütle düşündü, sonra kederli kederli gerisin geri koydu; kocasının onu lokum yerken görmesini istemiyordu. Kapının vurulduğunu duyarak sıçradı.
Zayıf bir sesle:

-Girin, dedi.
M. Darbedat ayaklarının ucuna basarak içeri girdi, her perşembe olduğu gibi:
-Eve’i görmeye gidiyorum, dedi.
Mme Darbedat ona gülümsedi.
-Benim için de öp onu.
M. Darbedat karşılık vermedi, kaygılı bir tavırla alnı kırıştı. Her perşembe aynı saatte pis bir
öfke midesindeki hazımsızlıkla birbirine karışıyordu.
-Ondan çıkınca Franchot’yu görmeye gideceğini; hemen Eve ile ciddi ciddi konuşmasını ve
onu inandırmaya çalışmasını isteyeceğim.
Doktor Franchot’yla sık sık görüşüyordu. Ama boşuna. Mme Darbedat kaşlarını kaldırdı. Eskiden, sağlığı yerindeyken, omuzlarını kaldırırdı. Ama hastalık bedenine bir ağırlık verdiğinden beri, bedenini çok yorduğundan, beden hareketlerinin yerini yüz çizgileri alıyordu. Gözleriyle evet, ağzının kenarlarıyla hayır diyordu. Omuzlarının yerini de kaşları almıştı.

-Onu elinden alabilmek gerek.

-Ben sana bunun imkânsız olduğunu söylemiştim. Zaten yasa çok kötü yapılmış. Franchot, geçen gün bana, hastaların aileleriyle kendi aralarında akıl almaz sorunlar doğduğunu söyledi: karar veremeyenler, hastayı evde tutmak isteyenler. Doktorlar da eli kolu bağlı kalıyorlar, düşüncelerini söylüyorlar, hepsi bu. Ya hastanın, herkesin ortasında bir rezalet çıkarması ya da hastanın kendisinin `beni kapatın’ demesi gerek.

-Bu da, dedi Mme Darbedat, bugünden yarına olmaz.
-Olmaz.
Adam aynaya doğru döndü, parmaklarını sakalına daldırarak taramaya koyuldu. Mme Darbedat duygusuzca kocasının kuvvetli ve kırmızı ensesine bakıyordu.
-Kız böyle devam ederse, dedi M. Darbedat, ondan daha divane olacak, korkunç derecede tehlikeli bir şey. Bir adım yanından ayrılmıyor, bir seni görmek için dışarı çıkıyor, kimseyi kabul etmiyor. Odasının havası dayanılır gibi değil. Pencereyi açmıyor, çünkü Pierre istemiyor. Sanki insan bir hastadan akıl almak zorundadır. Kokular yakıyorlar, sanırım buhurdanda, pis bir şey. İnsan kilisede sanıyor kendini. Aman Tanrım, bazı bazı kendi kendime soruyorum… bir garip gözleri var kızın, biliyorsun.

-Farkında değilim, dedi Mme Darbedat. Ben onu doğal buluyorum. Kederli bir hali var elbette.

-Benzi ölü gibi. Uyur mu? Yer mi? Bu konularda ona soru sormamak gerekiyor. Ama Pierre gibi bir adamın yanında geceleri gözünü kırpmamalı diye düşünüyorum.

Omuzlarını silkti: İnanılmaz bulduğum da, yani bizim, ana babasının onu kendine karşı korumaya hakkımız olmayışı. Pierre’in, Frachot’nun yanında çok daha iyi bakılacağını da göz önünde tut. Koskoca bir bahçe var. Sonra, diye biraz gülümseyerek ekledi, kendine benzer insanlarla daha iyi anlaşır diye de düşünüyorum. Bu tür yaratıklar çocuk gibidirler, onları kendi benzerleri arasında bırakmak gerekir, bir çeşit masonluk örgütü kuruyorlar. Daha ilk günden onun oraya konması gerekirdi ve ben söyledim; kendisi için. Bu onun yararı için elbette.

Bir süre sonra ekledi:
-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre’le birlikte olması, özellikle gece, hoşuma gitmiyor. Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre fazlasıyla içinden pazarlıklı. -Bilmem ama, dedi Mme Darbedat, pek kaygılanmaya gerek yok; çünkü onun her zamanki hali bu. Herkesle alay eder gibi bir izlenim bırakıyor. Zavallı oğlan, önce çalım sat sonra da bu hale gel, diye içini çekerek ekledi. Bizim hepimizden daha akıllı olduğunu sanıyor. Tartışmayı kesmek için sana şöyle bir: `Haklısınız’ deyişi vardı… Durumunu fark edememesi onun için Tanrının bir lütfudur.

Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla hatırlıyordu. Eve’in evliliğinin ilk günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Mme Darbedat’nın canına minnetti. Ama adam çabalarını boşa çıkarmıştı; hemen hemen hiç konuşmuyordu, her zaman aşırı hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.
M. Darbedat düşüncesini söylemeye devam etti:

-Franchot bana binasını gezdirdi. Mükemmel. Hastaların meşin koltuklu ve yatar koltuklu, nasıl istersen öyle, özel odaları var.
Biliyorsun bir tenis alanı var, bir de yüzme havuzu yaptırıyor.
Pencerenin önünde dikilip duruyordu, bacaklarının üzerinde yaylanarak camdan dışarı bakıyordu. Birden, omuzları inik, elleri ceplerinde topuklarının üstünde döndü. Mme Darbiedat neredeyse terlemeye başlayacağını hissetti. Her seferinde aynı şeydi. Şimdi kafese kapatılmış bir ayı gibi bir aşağı bir yukarı yürümeye başlar ve her adım atışında ayakkabıları gıcırdardı.

-Dostum, dedi kadın, rica ederim otur, beni yoruyorsun.

Sakınarak ekledi: Sana söyleyeceğim önemli şeyler var. M. Darbedat geniş koltuğa oturdu, ellerini dizlerine koydu. Mme Darbedat’nın sırtında hafif bir ürperti dolaştı. Zamanı gelmişti, konuşması gerekiyordu.
-Biliyorsun, dedi sıkıntıyla öksürerek, salı günü Eve’i gördüm.
-Evet.

-Bir yığın şey üstüne gevezelik ettik, çok sevimliydi, uzun zamandan beri ben onu bu kadar güven içinde görmemiştim.

Sonra ona bazı sorular sordum, Pierre’le ilgili konuşturdum. Uzatmayalım, dedi yeniden sıkılarak, iyice ona tutkun olduğunu öğrendim.

-Hay Allah bunu ben de biliyorum, dedi M. Darbedat. Mme Darbedat’ın biraz canını sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona açıklamak gerekiyordu.
Mme Darbedat, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin arasında yaşamayı hayâl ediyordu.

-Ama ben demek istiyorum ki, diye yeniden söze başladı, kız bizim düşündüğümüzden başka türlü tutkun ona. M. Darbedat, tanımlanan ya da anlatılan bir şeyin anlamını pek kavrayamadığında yaptığı gibi gözlerini kızgınca ve kaygıyla kaydırdı:

-Ne demek istiyorsun yani?

-Charles, dedi. Mme Darbedat, beni yorma. Bir annenin bazı şeyleri söyleyebilmek için güçlük çekeceğini anlamalısın.

-Bütün bu anlattıklarının tek sözcüğünü bile anlamıyorum, dedi M. Darbedat, öfkeyle. Şimdi bana şey mi demek istiyorsun yoksa?

-Evet ya! dedi kadın.

-Onlar daha… daha şimdi?

Kadın sıkılarak kuru kuru üç kere:

-Evet! Evet! Evet! dedi.

M. Darbedat kollarını iki yana salıverdi, başını eğip sustu.

-Charles, dedi karısı kaygıyla, bunu sana söylememeliydim. Ama kendime de saklayamazdım.

-Çocuğumuz, dedi adam ağır ağır. Bu deliyle! Üstelik adam onu tanımıyor artık, Agathe diye sesleniyor. Kızın duyması gereken duyguyu kaybetmiş olması gerek.

Adam başını kaldırıp karısına baktı.

-İyi anlamış olduğuna emin misin?

-Ortada kuşkulanacak hiçbir şey yoktu. Ben de senin gibiyim, diye canla başla ekledi. Ona inanamıyordum. Zaten onu anlamıyorum. Bana göre, bu zavallı bahtsız adam tarafından etkilenmek düşüncesi yalnızca… İşte, diye içini çekti, sanırım adam onu buradan yakalıyor.

-Çok yazık! dedi M. Darbedat. Gelip kızı bizden istediği zaman sana söylediğimi hatırlıyor musun? Sana: Eve’den fazlasıyla hoşlanıyor galiba, demiştim. Bana inanmak istememiştin. Birden masaya vurdu ve kıpkırmızı oldu.

-Bu bir sapıklık! Kızı kollarının arasına alıyor, Agathe diyerek, onu, uçan heykeller, yok bilmem ne üstüne bir yığın boş lâf geveleyerek kucaklıyor! Kız da kendini ona bırakıveriyor! İyi, ama ne var aralarında? Kız ona bütün yüreğiyle acısın, ama uygun saatlerde onu her gün gidip göreceği bir dinlenme evine koysun. Ama hiç düşünmemiştim… Kızı dul gibi kabul ediyordum. Dinle, Janette, dedi ağır bir sesle, seninle açık konuşuyorum, bazı duyguları varsa, bir sevgilisi olmasını yeğlerdim ben!

-Charles, sus! diye bağırdı Mme Darbedat.

M. Darbedat, girerken yuvarlak bir masanın üstüne bıraktığı şapkasını, bastonunu yorgun bir
tavırla aldı.

Sözlerini:

-Bana söylediklerinden sonra, benim pek umudum kalmıyor. Gidip şimdi yine de onunla konuşacağım, çünkü bu benim ödevim, diye bitirdi. Mme Darbedat, gitsin diye acele etti. Adamı yüreklendirmek için,
-Bilirsin, her şeye karşın, Eve’de her şeyden… çok dikkafalılık vardır sanıyorum. Adamın hastalığının iyi olmayacağını bilir, ama dikkafalılık eder, bu yüzden başarısızlığa uğrayıp utanmak istemez; dedi.

M. Darbedat dalgın dalgın sakalını okşuyordu.

-İnatçılık mı? Evet, belki. Peki, sen haklıysan, sonunda yorulacaktır. Adamın her gün keyfi yerinde değil; hem sonra konuşmuyor. Günaydın dediğim zaman bana şöyle bir elini uzatıyor, konuşmuyor. Yalnız kaldıklarında saplantılarına yeniden döndüğünü sanıyorum. Kız, bana, onun boğazlanan bir adam gibi bağırdığını, çünkü sanrılar gördüğünü söylüyor. Heykeller yüzünden. Onu korkutuyorlar, çünkü vızıldıyorlar. Çevresinde uçtuklarını, gözlerini bulandırdıklarını söylüyor.

Eldivenlerini giydi, yeniden söze başladı:

-Bıkıp usanacak, demiyorum sana. Ama ya bu yakınlarda sapıtırsa? Biraz dışarı çıksın istiyorum, dünyayı görsün. Birkaç kibar gençle karşılaşsın, Simplon’da mühendis olan Schroder’i al işte; geleceği olan biri, birilerinde biraz görür, ötekilerde biraz görür ve hayatını yeniden kurmak düşüncesine yavaş yavaş alışır. Mme Darbedat, sözü uzatmaktan korktuğu için karşılık vermedi. Kocası üstüne doğru eğildi.
-Haydi, dedi, gitmem gerekiyor.

-Hoşça kal, tontonum, dedi Mme Darbedat, alnını ona uzatarak. Onu öp ve zavallı bir kızcağız olduğunu benim tarafımdan söyle.

Kocası gidince Mme Darbedat koltuğunun içine gömüldü, bitkin bir halde gözlerini yumdu. Ne canlılık, diye düşündü sitemle. Biraz kuvvet bulunca, el yordamıyla ve gözlerini açmadan solgun elini yavaşça uzatıp tabaktan bir lokum aldı. Eve, kocasıyla birlikte Bac Sokağında eski bir binanın beşinci katında oturuyordu. M. Darbedat yüz on iki basamak merdiveni çevik adımlarla tırmandı. Zilin düğmesine uzandığı zaman solumuyordu bile. Mme Dormoy’un sözü aklına geldi, hoşlandı: Yaşınıza göre harkuladesiniz, Charles. Özellikle bu hızlı çıkışlardan sonra hiçbir zaman perşembe günü olduğu kadar kendini sağlam ve sağlıklı hissetmiyordu.

Kapıyı açan Eve oldu. Doğru ya hizmetçi yok. Bu kızlar hiç kalamazlar. Kendimi onların yerine koyuyorum da. Kızını öptü.
-Günaydın zavallı yavrum.
Eve de ona belirgin bir soğuklukla,
-Günaydın, dedi.
-Biraz solgunsun, dedi M. Darbedat, kızının yanağına dokunarak. Yeteri kadar hareketli değilsin.

Bir sessizlik oldu.
-Annem iyi mi? diye sordu Eve.
-Şöyle böyle. Salı günü görmedin mi? İşte her zaman olduğu gibi. Louise Teyzen dün onu görmeye geldi, hoşuna gitti annenin. Konuk gelmesinden pek hoşlanıyor, ama çok kalmamaları koşuluyla. Louise Teyzen şu ipotek sorunu için çocuklarla birlikte gelmiş Paris’e. Sana anlatmıştım, garip bir hikâye. Bana danışmak için işyerime geldi. Yapılacak tek şey vardı: Satmak. Zaten alıcı da bulmuş. Şu Bretonnel. Bretonnel’i hatırlıyor musun? Şimdi işten çekildi.

Birdenbire durdu. Eve onu şöylesine dinliyordu. Kızın artık hiçbir şeyle ilgilenmediğini üzülerek düşündü. Kitaplar gibi. Eskiden kitapları elinden çekip almak gerekiyordu. Şimdi okumuyor bile artık.
-Pierre nasıl?
-İyi, dedi Eve. Onu görmek ister misin? M. Darbedat, sevinçle, -Elbette, dedi, onu görmeye geldim. Bu zavallı çocuğa karşı içi acımayla doluydu. Ama iğrenmeden de ona bakamıyordu. Hastalıklı yaratıklardan korkuyorum.
Gerçekte bu Pierre’in hatası değil: Alabildiğine soyuna çekmiş. M. Darbedat iç geçiriyordu: Önlemler almak boşuna, bu gibi şeyler hep çok geç öğrenilir. Hayır, Pierre sorumlu değil. Ama yine de bu kusuru her zaman içinde taşımıştı. İnsanı yargılamak istediğimiz zaman bu hastalıkları hesaba katmayabiliriz; bu kusur kişiliğinin temelini oluşturuyordu. Bir kanser ya da verem gibi değildi. Kızla aşk dönemini yaşadığı zamanlar, Eve’in bu kadar hoşuna giden, bu sinirli çekicilik, bu incelik, bu delilik çiçekleriydi. Kızla evlendiği zaman zaten deliydi, ama belli etmiyordu. İnsan kendi kendine sormalı, diye düşündü M. Darbedat, sorumluluk nerede başlar, ya da daha çok nerede biter. Her an, kendini çok dinlerdi, her an içine dönüktü. Ama bu onun hastalığının nedeni mi, sonucu mu? Uzun loş bir koridorda kızının arkasından gidiyordu.

-Bu apartman sizin için çok büyük, dedi. Başka yere taşınmalısınız.

-Hep bunu söylersin, baba, dedi Eve. Sana, Pierre’in, odasından ayrılmak istemediğini söyledim.

Eve şaşırtıcıydı. Bu yüzden, insan kocasının durumunu iyi bilip bilmediğini kendi kendine soruyordu. Adam bağlanacak cinsten deliydi ve kadın, sanki sağduyu sahibiymiş gibi onun kararlarına ve düşüncelerine saygı gösteriyordu.

M. Darbedat hafifçe canı sıkılmış olarak yeniden söze başladı:

-Bütün bu söylediklerim sana. Bana öyle geliyor ki, kadın olsaydım, kötü aydınlanan bu eski odalardan korkardım.

Ben senin için aydınlık bir apartman olsun isterim, şu son yıllarda bu dediğimden bir tanesini Auteuıl’ün köşesine yaptılar, iyice havadar üç küçük odası var. Kiracı bulamadıklarından kirayı iyice indirdiler, tam zamanı.

Eve kapının tokmağını yavaşça döndürdü, odaya girdiler. M. Darbedat ağır bir günlük kokusunun boğazını sardığını hissetti. Perdeler örtülmüştü. Yarı gölgede bir koltuğun arkalığından gözüken zayıf bir ense fark etti. Pierre’in arkası dönüktü, yemek yiyordu.
-Günaydın Pierre, dedi M. Darbedat, sesini yükselterek.
Ee, bugün nasılsın bakalım?
M. Darbedat yaklaştı: Hasta, küçük bir masanın başına oturmuştu, sinsi bir tavrı vardı.
-Rafadan yumurta ha, dedi M. Darbedat, sesini daha yükselterek. Çok iyi!
Pierre tatlı bir sesle:
-Sağır değilim, dedi.
M. Darbedat, şaşkın şaşkın, işte gör gibilerden Eve’e çevirdi gözlerini. Ama Eve ona sertçe baktı ve sustu. M. Darbedat onu kırdığını anladı. Pekâlâ, onun bileceği iş. Bu zavallı çocukla konuşma biçimi bulmak olanaksızdı. Dört yaşında bir çocuktan daha az aklı vardı. Eve ise onun bir adam yerine konmasını istiyordu.

M. Darbedat, bütün bu gülünç ilgilerin gereksiz olacağı zamanı sabırsızlıkla bekleyip sesini çıkaramıyordu. Hastalar, hep onu biraz sıkardı, özellikle de deliler, çünkü haksızdılar. Sözgelişi, zavallı Pierre her yönden haksızdı, düşünüp taşınmadan konuşuyordu, gelgelelim ondan biraz alçakgönüllülük beklemek, hatlarını geçici olarak kabul etmesini istemek boşunaydı.

Eve, kabukları ve yumurta fincanını kaldırdı. Pierre’in önüne çatal bıçakla, bir örtü koydu.
M. Darbedat neşeli neşeli:
-Şimdi ne yiyecek? diye sordu.
-Biftek.
Pierre çatalı eline almıştı, uzun solgun parmaklarının ucuyla tutuyordu. Çatalı dikkatle inceledi, sonra hafifçe güldü:
-Bu kez bu olmayacak, diye mırıldandı çatalı koyarak. Önceden haberliydim. Eve yaklaştı, çatala aşırı bir ilgiyle baktı.
-Agathe, dedi Pierre, bana bir başkasını ver.
Eve emri yerine getirdi ve Pierre yemeğini yemeye başladı. Kız kuşku uyandıran çatalı eline almıştı, gözlerini ondan ayırmadan sıkıca elinde tutuyordu: Müthiş bir kuvvet harcıyor gibiydi. M. Darbedat, Bütün hareketleri ve bütün ilişkileri ne kadar da karanlık! diye düşündü. Rahatsız olmuştu.

-Dikkat, dedi Pierre, kıskaçları nedeniyle orta yerinden tut onu.
Eve içini çekti ve çatalı masanın üstüne koydu. M. Darbedat kafasının kızmaya başladığını hissetti. Bu bahtsızın bütün zıpırlıklarına boyun eğmenin iyi olacağını düşünmüyordu, hatta Pierre açısından da bu zararlıydı. Frachot ona iyi söylemişti: İnsan bir hastanın taşkınlıklarına asla göz yummamalı. Ona bir başka çatal vermek yerine yavaş yavaş onu düşünmeye zorlamak, ilk çatalın ötekilerin tıpkısı olduğunu anlatmak daha doğru olurdu.
Masaya doğru ilerledi, göz göre göre çatalı aldı, parmağının ucuyla çatalın dişlerine dokundu. Sonra Pierre’e döndü.

Ama beriki sakin sakin etini kesiyordu. Kayınbabasına tatlı ve anlamsız bir bakışla baktı.
M. Darbedat, Eve’e,
-Seninle biraz gevezelik etsek iyi olur, dedi.
Eve sesini çıkarmadan onun peşinden salona gitti. Kanepeye otururken çatalı elinde tuttuğunu fark etti M. Darbedat. Çatalı kızgınlıkla konsolun üstüne attı.

-Burası daha iyi, dedi.

-Hiç gelmiyorum buraya.

-Sigara içebilir miyim?

-Elbette baba, dedi aceleyle Eve. Puro ister misin? M. Darbedat sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu: Pierre’le konuşurken, bir dev, bir çocukla oynarken nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olmasından dolayı sıkıldığını hissediyordu. Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyorlardı. Benim zavallı Jeannette’imle birlikte, kabul etmemiz gerekirse, durum yine aynı. Muhakkak ki Mme Darbedat deli değildi, ama hastalık onu… yatıştırmıştı. Eve, aksine, babasına çekmişti, doğru ve aklı başında bir yapısı vardı. Onunla konuşmak bir zevk olurdu.
İşte bunun için aramız bozulsun istemiyorum. M. Darbedat gözlerini kaldırdı, kızının akıllı ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayâl kırıklığına uğramıştı: Eskiden o kadar anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk birşeyler vardı. Eve her zaman çok güzeldi. M. Darbedat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış olduğunu fark etti.

Gözkapaklarını maviye boyamış, rimel uzun kirpiklerine kadar çıkmıştı. Bu eksiksiz ve çarpıcı makyaj babasına dokundu:
-Boyanın altında yemyeşilsin, dedi kıza, hasta değilsin korkarım. Hem şimdi ne kadar da çok boyanıyorsun! Eskiden daha ölçülüydün.

Eve yanıt vermedi. M. Darbedat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti. Kızda bir trajedi oyuncusu havası var, diye düşündü. Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da Phedre’i Fransızca oynayan şu kadına, şu Romanyalıya.

Bu yersiz açıklamayı yaptığı için onu gücendirmiş olmaktan kaygılandı: Lâf olsun işte! Küçük şeyler için tatsızlık en iyisi.

-Kusura bakma, dedi gülümseyerek, bilirsin ki ben yaşlı bir doğalcıyım. Günümüz kadınlarının yüzlerine sıvadıkları bütün bu güzellik müstahzarlarını pek sevmiyorum. Ama haksız olan benim, insan çağında yaşamalı.
Eve, sevimli sevimli güldü. M. Darbedat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lâfın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.
-Ayakta durayım daha iyi, dedi Eve. Bana söyleyecek neyin var ki?
-Sana basit bir soru soracağım, dedi M. Darbedat; biraz kuru bir tavırla. Bütün bunlar seni nereye sürüklüyor?
-Bütün bunlar mı? diye şaşkın şaşkın tekrarladı Eve.
-Evet, tabii, bütün bu yaşadığın hayat. Dinle, diye yeniden başladı, seni anlamadığıma kimse inanmaz (birden bir ilham gelmişti).
Ama senin de yapmak istediğin şey insanoğlunun gücünü aşıyor. Yalnızca hayâl kurarak yaşamak istiyorsun, değil mi? Onun hasta olduğunu hiç düşünmüyor musun? Bugünün Pierre’ini görmek istemiyorsun, öyle değil mi? Gözünün önünde eskinin Pierre’i var. Yavrucuğum, kızım, bu olur şey değil, diye tekrarladı M. Darbedat. Bak sana belki bilmediğin bir hikâyeyi anlatayım: Biz Sablesd’ Olonne’dayken, sen üç yaşındaydın, annenin genç sevimli bir hanım tanıdığı vardı, kadının da güzel ve gösterişli küçük bir oğlu. Bu küçük oğlanla kumsalda oynuyordunuz, siz üç elma boyundaydınız, sen onun nişanlısıydın. Birkaç zaman sonra, annen Paris’te bu genç kadını görmek istedi. Öğrendik ki kadının başına bir felâket gelmiş: Bir otomobilin ön tarafı çocukcağızın başını koparmış. Annene: Haydi git onu gör, ama çocuğunun ölümünden ona hiç söz açma, çocuğun öldüğüne inanmak istemiyor, dediler. Annen kadının yanına gitti, yarı yarıya delişmen bir yaratıkla karşılaştı.
Sanki oğlu daha hayattaymış gibi yaşıyordu. Onunla konuşuyor, sofrada yerini hazırlıyordu. Böylece öyle bir sinir bozukluğu içinde yaşadı ki altı ay sonra zorla bir dinlenme evine yatırılması gerekti, orada üç yıl geçirmek zorunda kaldı. Hayır yavrucuğum, dedi M. Darbedat, başını sallayarak, bu gibi şeyler olanaksızdır. Kadının gerçeği cesaretle karşılaması daha yerinde olurdu. Gereği gibi acı duyardı ve sonra zaman bunun üstüne bir sünger çekerdi. İnan bana, her şeye kendini kandırmaya çalışmadan bakmak, en iyisidir.

-Yanılıyorsun, dedi Eve. Çok iyi biliyorum ki, Pierre…
Gerisi ağzından çıkmadı. Dimdik duruyordu ve elleri bir koltuğun arkalığındaydı. Yüzünün alt kısmında kuru, çirkin bir anlam vardı.

-İyi ya… sonra? diye sordu M. Darbedat, şaşkın şaşkın.

-Sonrası ne?

-Sen?..

Eve, canı sıkılmış bir tavırla,

-Onu olduğu gibi seviyorum, dedi çabuk çabuk.

-Bu doğru değil, dedi M. Darbedat, üstüne basa basa. Doğru değil. Sen onu sevmiyorsun, sen onu sevemezsin. Böylesi duygular ancak sağlam ve normal bir insana karşı duyulabilir. Pierre’e gelince, sen ona ilgi duyup acıyorsun, bundan kuşkum yok; ona borçlu olduğun üç mutlu yılın anısı var içinde. Ama bana onu sevdiğini söyleme, sana inanmayacağım. Eve susup kalmıştı; orada değilmişçesine halıya dikmişti gözlerini.

-Bana yanıt verebilirsin, dedi M. Darbedat, soğuk soğuk. Bu konuşmanın senin için can sıkıcı da benim için daha az can sıkıcı olduğunu sanma.

-Nasıl olsa bana inanmayacaksın.

-İyi öyleyse, onu seviyorsan, diye bağırdı çileden çıkarak, bu senin için, benim için, zavallı annen için büyük bir felâket, çünkü gözlemeyi yeğ tuttuğum bir şeyi şimdi sana söyleyeceğim: Üç yıla varmadan Pierre tam bir çılgınlığın içine düşecek, bir hayvan gibi olacak.

Adam kızına gözlerini dikip baktı; inadıyla kendisini bu üzücü açıklamayı yapmaya zorladığı için kızına öfkeleniyordu. Eve, oralı olmadı, gözlerini bile kaldırmadı.

-Bunu biliyorum.

-Kim söyledi sana? diye şaşırarak sordu adam.

-Franchot. Bunu altı aydır biliyorum.

-Bense sana söylememesi için onu uyarmıştım, dedi M. Darbedat, acı acı. Neyse, böylesi belki daha iyi. Ama bu durumda Pierre’i yanında tutman bağışlanır şey değil. Giriştiğin mücadele başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum, onun hastalığı affetmez. Yapılacak bir şey varsa, özen göstererek kurtarılabilecekse bir şey demem. Ama bak biraz; güzeldin, akıllıydın, neşeliydin, kendini bile bile ve bir hiç uğruna harap ediyorsun. Evet, herkes biliyor, yaptığın şey çok güzel, ama bak işte, bitti artık, ödevini tam yaptın, fazlasıyla yaptın, şimdi ısrar etmek saçma. İnsanın kendine karşı yapması gereken ödevlerin var, yavrucuğum. Sonra bizi de düşünmüyorsun.

Pierre’i, diye tane tane tekrar etti, Franchot’nun kliniğine göndermen gerekiyor. Sana mutsuzluktan başka bir şey getirmeyen bu apartmanı da bırakıp yanımıza geleceksin. Başkalarının acılarını dindirmek ve yararlı olmak istiyorsan işte annen. Zavallı kadın hastabakıcıların elinde kaldı, yakınında birine ihtiyacı var. O kadın, diye ekledi, iyilikçiliğinle ve ona yapacaklarınla senin değerini bilecek.
Uzun bir sessizlik oldu. M. Darbedat, yan odada Pierre’in şarkı söylediğini duydu. Bir şarkı da değil, daha çok dokunaklı, hızlı bir şiir gibi bir şeydi. M. Darbedat gözlerini kızına kaldırdı.

-Oldu mu?

-Pierre benimle kalacak, dedi kız, yavaşça, ben onunla iyi anlaşıyorum.
-Bütün gün alıkça şeyler yaparak mı?

Eve gülümsedi, babasına alaycı, daha çok da neşeli tuhaf bir bakışla baktı. Doğru, diye düşündü M. Darbedat, öfkeyle, bundan başka bir şey yaptıkları yok; bir aradalar ya. -Sen iyice delisin, dedi ayağa kalkarak.

Eve kederli kederli gülümsedi, o da kendi kendine mırıldanır gibi:
-Pek değil, dedi.

-Pek değil mi? Sana söyleyecek tek sözüm var yavrucuğum, beni korkutuyorsun.

Kızını çabucak öpüp çıktı. Merdivenlerden inerken: Bunlara şu zavallıyı yakalayıp götürecek ve düşüncesini sormadan soğuk suyun altına sokacak iki tane esaslı adam göndermek gerekiyor, diye düşündü. Sakin ve güzel bir sonbahar günüydü. Güneş, geçenlerin yüzlerini altın sarısı bir renkle aydınlatıyordu. M. Darbedat bu yüzlerin sadeliğiyle irkildi. Aralarında yüzleri karanlık olanlar da vardı, ışıldayanlar da, ama bunlar hep kendisine yakın olan mutluluklardan ve kederlerdendi.

Saint-Germain Bulvarında yürürken Eve’in kusurunu yüzüne vurduğumu çok iyi biliyorum. Ona insanoğlunun dışında yaşadığı için kızıyorum. Pierre artık bir insan değil. Ona gösterdiği bütün özeni, bütün sevgiyi, bütün bu insanlardan esirgiyor. İnsanları bir yana atmaya kimsenin hakkı yok; zar zor da olsa toplum halinde yaşıyoruz. Geçenlere sevgiyle, yakınlıkla bakıyordu. Onların ağırbaşlı ve duru bakışlarını seviyordu. Bu güneşli sokaklarda, bu insanların arasında, insan sanki büyük bir aile kalabalığı içindeymiş gibi, kendini güvencede hissediyor. Gür saçlı bir kadın bir açık hava sergisinin önünde durmuştu. Küçük bir kızı elinden tutuyordu.

Küçük bir kız radyo alıcısını göstererek sordu:
-Bu nedir?
-Hiçbir şeye dokunma, dedi annesi, bir alet; müzik aleti.

Bir süre hiç konuşmadan durdular. M. Darbedat sevecenlikle küçük kıza doğru, eğildi ve gülümsedi.


Karmazov Kardeşler,Dostoyevski


Şaka ediyormuşum! Dün de dedenin yanında iken şaka ettiğimi söylediler. Bak yavrum, on sekizinci yüzyılda bir günahkar vardı: Şöyle bir laf ortaya attı:

"Eğer Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi" dedi.

"S'iln'existait pas Dieu il faudrait l'invanter" ve garip olanı, insanda hayranlık uyandıran, Tanrının gerçekten varolması değildir. Asıl hayranlık uyandıran şey, insan gibi acımak bilmeyen vahşi bir hayvanın içinde "Tanrının varolması zorunlu bir şeydir!" diye bir düşüncenin uyanmasıdır.

Tanrı düşüncesi o derece kutsal, o derece insanı duygulandıran, o derece derin ve insana onur kazandıran bir düşüncedir, işte! Bana gelince, ben çoktandır: "İnsan mı Tanrıyı yarattı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı?" diye düşünmekten vazgeçtim! Artık bu konuda tüm çağdaş Rus gençlerinin ortaya attıkları düşünceleri eleştirecek değilim.

Bütün bu düşünceler hep Avrupalılarının teorilerinden çıkarılmıştır. Çünkü Avrupa'da daha teori olan şey, Rus delikanlısının zihninde hemen kesin bir yargı olur. Hem de yalnız gençlerin gözünde öyle değildir, bazı profesörler için bile böyledir. Çünkü şimdi bizim Rus profesörleri ile o Rus gençlerinin arasında çoğu zaman hiç ayrıntı olmuyor. Onun için bütün bu teorileri bir tarafa bırakıyorum.

"Şimdi ikimizin amacı ne? Benim amacım ne kadar mümkünse o kadar çabuk, sana özümü, yani nasıl bir insan olduğumu, neye inandığımı, neye güvendiğimi anlatmaktır. Öyle değil mi, söyle? Onun için sana şunu bildiriyorum ki, Tanrı'nın varlığını düpedüz ve yapmacıksız kabul ediyorum. Yalnız şunu belirtmem gerekir: Eğer Tanrı gerçekten var ise ve dünyayı yaratmışsa, o halde hepimizin bildiği gibi onu Öklid geometrisine göre insan aklını da ancak üç boyutlu kavrayabilecek şekilde yaratmıştır.

Bu arada bazı geometri bilginleri ve filozoflar ortaya çıktı. Üstelik bunların arasında çok değerli olanları vardır. Bunlar tüm evrenin, hatta evreni de içine alan sonsuzluğun bile Öklid geometrisine göre yaratılmış olmasından şüphe ediyorlar. Hatta Öklid'e göre dünyada hiçbir şart altında kesişmeyen, kesişmeleri imkansız olan iki paralel çizginin belki de sonsuzluğun herhangi bir noktasında birleştiklerini hayallerinden geçirmek cüretini gösteriyorlar.

"Ben şöyle bir yargıya vardım, yavrum: Madem benim böyle bir düşünceyi bile kavramaya gücüm yok, o halde Tanrıyı nasıl kavrayabilirim? Boynumu eğerek şunu açıklıyorum ki, böyle sorunları çözmek için gereken yeteneklerden
hiçbirine sahip değilim. Benim aklım Öklid prensiplerine göre işleyen, yani yalnız bu dünyayı kavrayabilecek bir akıldır. Böyle olunca, nasıl olur da bu dünya ile ilgisi olmayan bir konuda karar verebilirim? Sana da öğüdüm bunu hiçbir zaman düşünmemektir, dostum Alyoşa! Hele Tanrı'yı "Tanrı var mı? Yok mu?" sorusunu hiçbir zaman aklına getirme! Bütün bu sorular üç boyutlu düşünceye sahip bir aklın hiçbir zaman kavrayamayacağı şeylerdir.

"Bu bakımdan Tanrının varlığını kabul ediyorum. Hem de bunu seve seve kabul etmekten başka, "O"nun hikmetine, "O"nun bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir amacı güttüğüne, hayatın belirli bir düzen içinde olduğuna, bir anlam taşıdığına, günün birinde de güya hepimizin birleşeceği kusursuz düzene, bütün evrenin yöneldiği "Kelam"a ve benzerleri olan her şeye, her şeye, hatta sonsuzluğa bile inanıyorum!.. Bu konuda birçok sözler söylenmiştir. Artık bana öyle geliyor ki, iyi bir yoldayım, değil mi?

"Öyleyken bütün bunların sonucunu düşündüğüm zaman, Tanrı'ya bağlı olan bu dünyayı kabul edemiyorum. Hem de varlığını bildiğim halde, yani böyle bir dünyanın nasıl varolabileceğine bir türlü inanamıyorum. Kabul edemediğim şey, Tanrı'nın kendisi değil, bunu anla! Ben yalnız "O"nun yarattığı dünyayı kabul edemiyorum, onu bir türlü benimsemeye razı olamıyorum! Ne demek
istediğim açıklayayım: Mini mini bir çocuk gibi içtenlikle ve kesin olarak inanıyorum ki, tüm acılar günün birinde dinecek, insanlığın içinde yaşadıkları tüm zıtlıkların gururu yaralayan gülünçlüğü basit bir serap gibi siliniverecek ve tüm ayrılıklar bu atom kadar küçük, güçsüz ve Öklid prensiplerine göre yaratılmış aklımızın çirkin bir uydurması olarak yok olacak. İnanıyorum ki en sonunda, dünya sona erdiği, herşeyin o kusursuz düzene karışmış bir bütün olacağı anda, öylesine değerli bir şey olacak ki, meydana gelen bu değerli şey tüm yürekleri dolduracak, tüm nefretlerin söndürülmesine, insanların yaptıkları tüm kötülüklerin, döktükleri kanların bağışlanmasına yetecektir. O zaman insanların yaptıkları her şey bağışlanacak, hoş görülecek ve başlarından geçen her şeyi hoş karşılamak mümkün olacaktır.

Varsın öyle olsun!.. Varsın bu söylediklerimin hepsi gerçekten meydana gelsin ve o dediğim değerli varlık karşımıza çıksın. Öyle de olsa ben gene de bunu kabul etmiyorum, etmek de istemiyorum!

"Diyelim ki paralel çizgiler bir noktada birleştiler, diyelim ki bunu ben de kendi gözlerimle gördüm; öyleyken, bunu kendi gözümle gördüğüm halde, sadece "birleştiklerini gördüm" derim, ama gene de, gerçekten öyle olduğunu kabul edemem. İşte, benim anlatmak istediğim bu, Alyoşa!.. Benim tezim budur! Artık bunu sana ciddi söylüyorum.

Seninle yaptığımız bu konuşmaya mümkün olduğu kadar saçma başladım, ama sonunda işte bu açıklamaya dek götürdüm. Çünkü biliyorum ki, senin için gerekli olan budur. Senin bilmek istediğin Tanrı'nın varolup olmadığı değildir. Senin için yalnız sevgili ağabeyinin hangi duygular içinde oyaladığını öğrenmek gerekliydi. Ben de bunu söyledim işte.

24 Haziran 2008 Salı

Yüzyıllık Yalnızlık,Gabriel Garcia Marquez


Fernanda yaşayan bir ölüydü. Bin kilometre kadar uzaktaki bir kentte doğup büyümüştü. Karanlık gecelerde ıssız sokakların kaldırım taşlarında, artık tarihe karışmış genel valilerin araba seslerinin hala duyulduğu kasvetli bir kentti burası. Akşamın altısı oldu mu, tam otuz iki kuleden ölüm çanları çalınırdı. Musalla taşını andıran tahta döşemeli malikanede, hiç güneş yüzü görülmezdi. Bahçedeki servi ağaçları, yatak odalarının soluk, ağır perdeleri, bahçenin yediverenlere sarılı kemerleri havayı büsbütün boğardı. Fernanda, genç kızlık çağına gelinceye dek, komşu evlerde, birinin öğle uykusu uyumamak direnciyle yıllar yılı sürdürdüğü piyano derslerinin melankolik uğultusu dışında, dünyadan habersiz büyümüştü. Fernanda, panjurların ardından sızan ışıkta teni yeşil sarı görünen hasta annesinin odasında oturur, metodik, tekdüze, duygusuz tuşların sesini dinler ve kendisi cenaze çelenkleri örerek solup giderken, o müziğin dünya demek olduğunu düşünürdü. Akşam ateşiyle yanıp ter döken annesi, ona geçmişin ne bulunmaz güzellikte olduğunu anlatırdı. Fernanda daha ufacıkken, ay aydınlığı bir gece, beyazlar giyinmiş çok güzel bir kadının bahçedeki küçük kiliseye doğru yürüdüğünü görmüştü…

Gözlerinin önünden hiç gitmeyen o görüntünün Fernanda'yı tedirgin eden yanı, kadının tıpkı kendi eşi olmasıydı. Sanki genç kızlık halini, yirmi yıl önceden görmüş gibiydi…

20 Haziran 2008 Cuma

Carlos Fuentes, Terra Nostra


"Hepimiz varoluşumuzun herhangi bir anında sormuşuzdur kendimize; elimize hayatımızı yeniden yaşama fırsatı geçseydi tekrar aynı şekilde mi yaşardık, hangi yanlışlardan sakınırdık, hangi ihmal edilmiş şeyleri düzeltirdik, o gece o kadına onu sevdiğimi söylemeli miydim, neden ölümünden bir gün önce babamı ziyaret etmedim, kilisenin kapısında bana avuç açan dilenciye cebimdeki parayı vermeli miydim, hiç durmadan seçtiğimiz kişileri, işleri, kârları, fikirleri yeniden seçebiliriz, çünkü hayat bir şeyle başka bir şey arasında sonsuz sayıda seçimlerden ibarettir, hiç bitmeyen bir seçim, ama biz öyle olduğuna inansak bile asla özgürce karar veremeyiz, seçimlerimiz bize başkalarının, yani tanrıların, hâkimlerin, hükümdarların, kölelerin, babaların, anaların, çocukların dayattığı koşullarla belirlenir."

"Bak; tiyatromun birbirine geçmiş çerçevelerinde göreceksin en mutlak hatıraların geçişlerini: Öyle olabilecek olan ama olmayanların belleği; en büyük ve en küçük ayrıntılarına kadar, yapılmamış hareketler, söylenmemiş sözler, feda edilmiş seçimler, ertelenmiş kararlar, Ciceron'un sabırlı sessizliğini gör Catilina'nın aptalca komplosunu duyduğunda, Calpurnia'nın martın 15'indeki Senato toplantısına katılmaması için Caesar'ın nasıl ikna ettiğini, Salamis'te Yunan ordusunun yenilişini, Augustus'un hükümdarlığı sırasında Filistin'in Beytlehem kentinde bir ahırda bir kız çocuğunun dünyaya geldiğini gör, Pilatus'un kâhin kadını bağışlamasını ve Barabbas'ın çarmıhta öldüğünü gör, Sokrates'in zindanda beklediği sırada intihardan vazgeçişini gör, Odysseus'un nasıl öldüğünü gör, akıllı Troyalılar şehrin surları dışında buldukları tahta atı yaktıkları zaman askerlerin ateşler içinde cayır cayır yandığını, Makedonyalı İskender'in yaşlandığını, Homeros'un sessizce izleyişini; gör -ama kimseye söyleme- Helen'in evine dönüşünü, Eyüp'ün evden kaçışını, Habil'in kardeşi tarafından unutuluşunu, Medea'nın kocası tarafından hatırlanışını, krallıkta barış hüküm sürsün diye Antigone'nin tiranın yasasına boyun eğişini, Spartacus'un isyanının başarı kazandığını, Nuh'un gemisinin battığını, Lucifer'in Tanrının yanındaki mevkisine geri döndüğünü, Tanrının onu affettiğini; ama diğer ihtimali de gör: İsyan etmek istemeyen ve cennette kalan uysal bir şeytan; bak, Cenovalı Colombo'nun deve üstünde yolculuk ederek Büyük Han'ın sarayı Cipango'ya batıdan doğuya doğru karadan giden yolu aradığını; çerçevelerin dönmesini ve birbiri içinde yitmesini izle, genç çoban Oedipus'un ölene kadar üvey babası Korinthoslu Polybus'la yaşamaya razı olduğunu gör, ve Jacosta'nın yalnızlığını gör, eksik, bomboş olduğunu hissettiği hayatının elle tutulmaz acılarını; yalnızca günahkâr bir düş kurtarabilir onu; gözler çıkartılmayacak, kader olmayacak, trajedi gerçekleşmeyecek ve Yunan düzeni çökecek trajik günahlar olmadığı için, çünkü o günahlar düzeni bozar, yeniden tamir eder ve sonsuza dek canlı tutar: Roma'nın gücü zapt edemedi Yunan ruhunu; ancak ve ancak trajedinin yokluğuyla zapt edilebilir Yunan; bak, müslümanların işgal ettikleri Paris'e, Augustinus'la olan mücadelesinde Pelagius'un zaferine ve takdis edilmesine, Herakleitos'un nehrinin sularının Platon'un mağarasını basmasına; bak Dante ve Beatrice'in düğününe, asla yazılmayan bir kitaba, yaşlı bir hovardaya ve Asisi tacirine, Gicotto'nun hiç resim yapmadığı boş duvarlara, bir çakıl taşı yutup deniz kıyısında boğularak ölen bir Demosthenes'e. Gör en önemli ve en önemsiz ayrıntıları, bir prensin beşiğindeki dilenci ve dilencinin beşiğindeki prens; ölü doğan çocuğun büyümesi ve büyümüşken ölen çocuk; çirkin kadın, güzel; çolak, eksiksiz; cahil, alim; aziz, ahlaksız; zengin, fakir; savaşçı, müzisyen; politikacı, filozof; tiyatronun üstünde durduğu bu büyük dairenin azıcık bir dönmesi yeter, üç eşkenar üçgenle örülen daire çevresi içinde çoklu bileşimleriyle hareket eden yedi yıldızın, üç ruhun, yedi dönüşümün ve tek bir gözün büyük planı: Kızıldeniz'in suları ikiye yarılmadı, Toledo'daki küçük bir kız bilemedi bir kilisenin yedi eş sütunundan hangisini tercih ettiğini ya da akşam yemeğinin iki eş nohudundan hangisini tercih ettiğini, Yahuda rüşvet almadı, 'Kurt geliyor!' diye bağıran oğlana kimse inanmadı."

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...