Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Yeraltından Notlar,Dostoyevski

Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım!.. Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu adam?" diye sorunca, "Tembelin biri!" karşılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan başka bir iş tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte şarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuşkuya düşmüyordu. Adamcağız sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. İşte ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur d

Suç ve Ceza,Dostoyevski

-Hayır, Sonya, bu, o değil! -dedi, düşüncelerindeki ani dönüş kendisini de şaşırtmış, yeniden heyecanlandırmış gibiydi.- Bu, o değil! En iyisi... (evet, böylesi gerçekten daha iyi) Tut ki ben kendini beğenmiş, kıskanç, kötü yürekli, aşağılık, kindar... bir adamım... hatta... belki de biraz deliliğe de yatkınım (Varsın hepsi birden olsun! Delilik sözünü eskiden de etmişlerdi, biliyorum!) Az önce sana, parasızlık yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığımı söylemiştim. Biliyor musun, istesem ayrılmayabilirdim? Okul için gerekli parayı annem gönderebilir, üst-baş, boğaz sorununu da kendim halledebilirdim! Özel dersler çıkıyordu, elli kopek veriyorlardı ders başına. Razumihin veriyor ya hani!.. Ben öfkelenmiştim, çalışmak istemedim. Evet, öfkelenmiştim (bu sözcük tam yerinde!). Ben o sıralar tam bir örümcek gibi çekilmiştim. Öyle ya, görmüştün sen benim kaldığım o rezil yeri!.. Biliyor musun, Sonya, alçak tavanlar, daracık odalar insanın aklını ve ruhunu öylesine boğar ki...! Ah, nas

Cahit Sıtkı Tarancı- Abbas

Haydi abbas, vakit tamam; akşam diyordun işte oldu akşam.K Kur bakalım çilingir soframızı; dinsin artık bu kalp ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; görünsün şöyle gönlümce. Bas kırbacı sihirli seccadeye, göster hükmettiğini mesafeye ve zamana. Katıp tozu dumana, var git, böyle ferman etti cahit, al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.. Cahit Sıtkı- Otuzbeş yaş

Yeraltından Notlar,Dostoyevski

- Kurtarmak mı! diye devam ettim. Seni nasıl kurtaracakmışım? Belki benim durumum seninkinden de berbat! O gün sana bir sürü maval okurken neden suratıma: "Senin burada ne işin var? Git aklını kendine sakla" diye bağırmadın! O zaman birileriyle, kedinin sıçanla oynadığı gibi oynamak istiyordum. Seni küçük düşürmekle, ağlayıp sızlamana sebep olmakla istediğimi elde ettim. Ama sünepenin, yufka yüreklinin biri olduğum için dayanamadım. Sana adresimi verdiğim için aptallığıma doymayayım! O gün, daha eve gelmeden pişman olmuş, arkandan sana ağzıma geleni söylemiştim. Seni aldattığım için senden nefret ediyordum. Çünkü benim tek istediğim, sözcüklerle oynamak, hayalimi işletmekti. Yoksa başkasından bana ne? Hepinizin canı cehenneme!.. Ben huzur istiyorum, huzur! Bunu elde etmek için bütün dünyayı beş paraya değişirim. Bana, "Çay içmek mi istersin, yoksa dünyanın batmasını mı?" diye sorsalar, hemen "Çay içmek!" diye bağırırım. Bunu biliyor muydun? Ha? Ben alçağın

Genç Werther'in Acıları,Goethe

Yüz defa elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. Aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan söz edilir.,çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. Bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek. ... "Onu bana ver!" diye Tanrıya yalvaramıyorum. Ama çok zaman onu benim sanıyorum. "O benim olsun!" diyemiyorum, çünkü o başkasının. Acılarımla alay ediyorum. Gönlümü kendi haline bıraksam, birbirine en yakın duygular bir araya gelecek. 24 Kasım Neler çektiğimi o da anlıyor. Bugün bana öyle bir baktı ki, bakışı kalbimin en derin yerine işledi. Onu odasında yalnız buldum. Bir şey söylemedim. O da yalnızca bana bakıyordu. Ondaki çekici güzelliği, yüzünde parlayan ruh yüceliğini görmüyordum artık. Bütün bunlar gözümün önünde silinmişti. Çok daha etkin bir bakışla beni büyülemişti. Bu bakış, candan bir acıma, tatlı bir ürperme doluydu. Niçin ayakları

Oblomov, Ivan Gonçarov

Biliyor musun Andrey, benim içimde ne yakıcı, ne de kurtarıcı hiçbir ateş yanmadı. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım sönmüş başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim. Sönüşüm dairede, evrak başında oturduğum zaman başladı; sonra kitapları okuyup da onlarda hayatta kullanmayacağım gerçekler buldukça, dostlar arasında dedikodular, alaylar, soğuk, kötü, boş gevezelikler dinledikçe, gayesiz, sevgisiz, toplantılara katıldıkça daha da kötü oldum. Mina ile de hayatımı, kuvvetlerimi harcadım: onu sevdiğimi sanarak gelirimin yarısından fazlasını israf ettim. Nevski bulvarında kürklü mantolar arasında bir aşağı bir yukarı dolaştığım zamanlar; evlenecek iyi bir kısmet olduğum için akşam toplantılarına çağrıldığım zamanlar; şehirden sayfiyeye, sayfiyeden Gorohova sokağına ta

Don Kişot,Cervantes

'Ben Morena Dağlarında, hatta seferlerimizin toplam süresi boyunca, olsa olsa iki ay dolaştım; sen ise cezireyi vaat edeli yirmi yıl olduğunu söylüyorsun, öyle mi Sancho? Bence sen, sendeki paramın, olduğu gibi senin ücretine sayılmasını istiyorsun; eğer öyleyse, istediğin buysa, veriyorum, al, güle güle harca. Böyle kötü bir silahtarım olacağına, yoksul, meteliksiz kalayım, daha iyi. Söyler misin, ey gezgin şövalyeliğin silahtarlık yasalarının saptırıcısı, sen herhangi bir gezgin şövalye silahtarının, efendisiyle, ayda şu kadar para verirseniz hizmet ederim pazarlığına giriştiğini gördün mü, okudun mu? Serseri, sefil herif, canavar - sen bunların hepsisin çünkü- gezgin şövalye tarihlerinin engin denizine bir dal bakalım; eğer senin bu söylediklerini söylemiş veya düşünmüş olan bir tek silahtar bulursan, gel suratıma çarp, üstüne dört kere nanik yap. Boz eşeğinin dizginine, veya yularına asıl ve evine dön; çünkü benimle birlikte bir tek adım daha atmayacaksın bundan böyle. Ey, tuz

Yalnız Bir Opera - Murathan Mungan

ve bitti... sonra yalnız bir opera başladı ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim ben sende bütün aşklarımı temize çektim. imrendiğin, öfkelendiğin kızdığın, ya da kıskandığın diyelim yani yaşamışlık sandığın geçmişim dile dökülmeyenin tenhalığında kaçırılan bakışlarda gündeliğin başıboş ayrıntılarında zaman zaman geri tepip duruyordu. ve elbet üzerinde durulmuyordu. sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. başlangıçta dogruydu belki. sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren, büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin. ve hala bilmiyordun sevgilim ben sende bütün aşklarımı temize çektim anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana bütün kazananlar gibi terk ettin yaz başıydı gittiğinde, ardından, senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim. kimsesiz bir yazdı. yoktun. kimsesizdim.

Amat, İhsan Oktay Anar

Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi'nin görkemli eseri Tezâkirü'l Mücrimin 'de anlatıldığına göre, o zamanlar Galata'da, kulak çınlamasından kanlı basura, göbek düşmesinden sarı ve kara hummaya kadar cümle illete derman bulup Azrail'in elinden nice âdemoğlunu kurtarmakla nâm salmış Avram Efendi adında bir hekim vardı. Can kurtarmak kadar can beslemeyi de pek seven bu zât, uskumruya bayılırdı. O gece, Galata'daki camilerden okunan yatsı ezanları kanat çarpan güvercinler gibi göklere yükselirken sofra başında uskumru dolmasını tam ağzına atıyordu ki, alt katta kapısı yumruklanmaya başladı. Birkaç kişi sokaktan telaşla bağırıyordu. Hekim efendi istifini bozmadan elindeki dolmadan bir lokma daha ısırdıktan sonra kafesin arkasından karanlık sokağa baktı. Arap İmam'ın kahvehanesinin ünlü simalarından buhur mütevellisi, yedekçibaşı, selâm ağası, zindan kâtibi ve bir kayıkçı, ellerinde fenerlerle gecenin o saatinde aşağıda bekliyorlardı. Dediklerine bakılırsa

Boyalı Kuş - Jerry Kosinski

Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. Gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. Ama Deli Ludmilla gelmezdi bir türlü. Hayal kırıklığına uğramış somurtuk Lekh, kuşları birer birer kafesten çıkarıp boyar, acımasız benzerlerine teslim ederdi onları. Günün birinde kocaman bir karga yakaladı, kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye,

Kitab-ül Hiyel, İhsan Oktay Anar

" rivayet ederler ki, vaktiyle maveraünnehir'de kör bir adam yaşıyordu. dünyanın güzelliklerini göremediğini sanan her kör gibi meyus ve dertliydi. sonunda ağlaya sızlaya bir sihirbaza gidip üzüntüsünü ona anlattı. gelgelelim sihirbaz ona çok tuhaf bir cevap verdi: o aslında kör değildi. çünkü o, gerçekte, dünyada bulunan sadece bir tek şeyi, son derece değerli bir şeyi görmekle ödüllendirilmişti. gördüklerini sanan diğer insanlar da, aslında bu değerli şeyi görmemekle cezalandırılmışlardı. sihirbazın söylediklerinin tesiriyle dünyayı dolaşmaya azmeden kör adam, görebileceği bu yegàne şeyi aramaya koyuldu. dağ tepe, tarla bayır dolaştı. vadileri, denizleri ırmakları aştı. nihayet günün birinde hayatında ilk kez gökyüzüne bakmayı akıl etti. çünkü aradığı şey aslında onun tam tepesindeydi. önce bir yıldız gördüğünü sandı. oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece, aslında kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti.

Victor Hugo-Sefiller

Jan Valjan kaçarcasına kasabadan çıktı. Rastgele yürüyordu. Dönüp dolaşırken yine aynı yere geldiğinin farkında bile değildi. Öğleye kadar süratle yürüdü. Yeni birtakım hisler zihnini karıştırıyordu. Hiddetliydi. Ama kime karşı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Şimdiye kadar uğradığı haksızlıklar karşısında büyük bir sarsıntı içindeydi. Ama ya Piskopos?... Piskopos'un yaptıklarını düşündükçe: "Keşke hapishaneye götürselerdi, keşke..." diye mırıldanıyordu. Birden çocukluk günlerini hatırladı. Ne zamandan beri çocukluğu hiç aklına gelmemişti. Bu sırada burnuna bir çiçek kokusu geldi. Evet, tıpkı çocukluk günlerinde olduğu gibi... Çiçekler aynı kokuyordu, ya çektiği acılar. Çiçekler ve acılar... Ne kadar zıt şeyler Yarabbi... Yeni yeni fikir dalgaları sarıyordu etrafını... Dağlar gibi dalgaların arasında, yüzen bir fındık kabuğu gibiydi. Güneş batarken, Jan Valjan bir çalının arkasında oturuyordu. Düşünüyordu. Ufukta yalnız Alp Dağları görünüyordu. Etrafta ne köy ve ne de kasaba

Bir Bilim Adamının Romanı,Oğuz Atay

"Herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikayet eder; fakat asla zekasından yakınmaz. Bilmez ki hafıza, zekanın bir unsurudur." "Peki insanlar meşhur bir mukavemetçinin ne işe yaradığını anlayabilir mi? Derler ki meşhur fizikçi Einstein, bir toplantıda Şarlo'ya 'Siz büyük bir adamsınız,' demiş, 'Herkes sizi anlıyor, herkes size hayran.' Şarlo, 'Siz daha büyüksünüz,' diye itiraz etmiş: 'Size herkes, hiç anlamadığı halde hayran'." "Profesörle birlikte yolda yürüyorlardı.Genç adam düşünüyordu, Mustafa İnan'a soruyordu: Şimdi ben ne yapacağım hocam? Birçokları gibi ben de büyük şehirde kaybolup gidecek miyim? Doğrusunu isterseniz korkuyorum. Biliyorum dedi Mustafa İnan. Bu 'eyyamcı' kalabalığın seline kapılabilirsin. Önce kaç puan tutturduğunun peşinde gidersin günlerce. Durmadan listelerde adını ararsın, gece yarılarına kadar radyoların başından ayrılmazsın. Sonra başkalarına imrenirsin bir süre

Duvar: Oda, Jean Paul Sartre

Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlarının uçuşmasından korktuğu için nefesini tuttu. Kendi kendine Güllü, dedi. Bu billurlaşmış eti birden ısırdı ve ağzının içine beklemiş bir su tadı yayıldı. Hastalık, duyguları nasıl da inceltiyor; ne garip bir şey. Camileri, saygılı Doğuluları düşünmeye başladı (Düğünden sonra balayı gezilerinde Cezayir’e gitmişlerdi) ve solgun dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Latilokum da saygılıydı. Elinin ayasını kitabının sayfalar üstünde birçok kereler dolaştırması gerekti, çünkü, bütün sakınmalarına karşılık, sayfalara beyaz pudradan bir tabakayla kaplanmıştı. Elleri, düz ve parlak kâğıt üstündeki küçük şeker taneciklerini kaydırıyor, yuvarlıyor, gıcırdatıyordu. Bu bana Arcochon’u, kumsalda kitap okuduğum zamanları hatırlatıyor. 1907 yazını deniz kıyısında geçirmişti. O zaman başında yeşil kurdeleli büyük hasır şapkası vardı, elinde Gyp ya da Colette

Karmazov Kardeşler,Dostoyevski

Şaka ediyormuşum! Dün de dedenin yanında iken şaka ettiğimi söylediler. Bak yavrum, on sekizinci yüzyılda bir günahkar vardı: Şöyle bir laf ortaya attı: "Eğer Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi" dedi. "S'iln'existait pas Dieu il faudrait l'invanter" ve garip olanı, insanda hayranlık uyandıran, Tanrının gerçekten varolması değildir. Asıl hayranlık uyandıran şey, insan gibi acımak bilmeyen vahşi bir hayvanın içinde "Tanrının varolması zorunlu bir şeydir!" diye bir düşüncenin uyanmasıdır. Tanrı düşüncesi o derece kutsal, o derece insanı duygulandıran, o derece derin ve insana onur kazandıran bir düşüncedir, işte! Bana gelince, ben çoktandır: "İnsan mı Tanrıyı yarattı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı?" diye düşünmekten vazgeçtim! Artık bu konuda tüm çağdaş Rus gençlerinin ortaya attıkları düşünceleri eleştirecek değilim. Bütün bu düşünceler hep Avrupalılarının teorilerinden çıkarılmıştır. Çünkü Avrupa'da daha teori olan şey, Rus

Yüzyıllık Yalnızlık,Gabriel Garcia Marquez

Fernanda yaşayan bir ölüydü. Bin kilometre kadar uzaktaki bir kentte doğup büyümüştü. Karanlık gecelerde ıssız sokakların kaldırım taşlarında, artık tarihe karışmış genel valilerin araba seslerinin hala duyulduğu kasvetli bir kentti burası. Akşamın altısı oldu mu, tam otuz iki kuleden ölüm çanları çalınırdı. Musalla taşını andıran tahta döşemeli malikanede, hiç güneş yüzü görülmezdi. Bahçedeki servi ağaçları, yatak odalarının soluk, ağır perdeleri, bahçenin yediverenlere sarılı kemerleri havayı büsbütün boğardı. Fernanda, genç kızlık çağına gelinceye dek, komşu evlerde, birinin öğle uykusu uyumamak direnciyle yıllar yılı sürdürdüğü piyano derslerinin melankolik uğultusu dışında, dünyadan habersiz büyümüştü. Fernanda, panjurların ardından sızan ışıkta teni yeşil sarı görünen hasta annesinin odasında oturur, metodik, tekdüze, duygusuz tuşların sesini dinler ve kendisi cenaze çelenkleri örerek solup giderken, o müziğin dünya demek olduğunu düşünürdü. Akşam ateşiyle yanıp ter döken annesi,

Carlos Fuentes, Terra Nostra

"Hepimiz varoluşumuzun herhangi bir anında sormuşuzdur kendimize; elimize hayatımızı yeniden yaşama fırsatı geçseydi tekrar aynı şekilde mi yaşardık, hangi yanlışlardan sakınırdık, hangi ihmal edilmiş şeyleri düzeltirdik, o gece o kadına onu sevdiğimi söylemeli miydim, neden ölümünden bir gün önce babamı ziyaret etmedim, kilisenin kapısında bana avuç açan dilenciye cebimdeki parayı vermeli miydim, hiç durmadan seçtiğimiz kişileri, işleri, kârları, fikirleri yeniden seçebiliriz, çünkü hayat bir şeyle başka bir şey arasında sonsuz sayıda seçimlerden ibarettir, hiç bitmeyen bir seçim, ama biz öyle olduğuna inansak bile asla özgürce karar veremeyiz, seçimlerimiz bize başkalarının, yani tanrıların, hâkimlerin, hükümdarların, kölelerin, babaların, anaların, çocukların dayattığı koşullarla belirlenir." "Bak; tiyatromun birbirine geçmiş çerçevelerinde göreceksin en mutlak hatıraların geçişlerini: Öyle olabilecek olan ama olmayanların belleği; en büyük ve en küçük ayrıntılarına

Hepimiz Onu Bekliyoruz - Kara Kitap,Orhan Pamuk

Hepimiz O'nu bekliyoruz. Hepimiz yüzyıllardır O'nu bekliyoruz. Bazılarımız, Galata köprüsü üzerindeki kalabalıktan bunalıp Haliç'in kurşuni mavi sularına kederle bakarken; bazılarımız, Surdibi'ndeki iki göz odayı bir türlü ısıtmayan sobaya odun atarken; bazılarımız, Cihangir'in arka sokağındaki Rum apartmanının o hiç bitmeyen merdivenlerini çıkarken; bazılarımız ücra bir Anadolu kasabasında, meyhanede arkadaşlarla buluşma saati gelsin diye, İstanbul gazetesindeki bulmacayı çözerken; bazılarımız da, o gazetede sözü edilen ve resmi basılan uçaklara binmeyi, aydınlık salonlara girmeyi, güzel gövdelere sarılabilmeyi hayal ederken, O'nu bekliyoruz. Ellerimizde yüz kere okunmuş gazetelerden katlanmış kese kağıtları, en ucuz plastikle yapıldığı için, içindeki elmaları da sentetik bir kokuyla kokutan plastik torbalar, avuç içlerimizde ve parmaklarımızda morumsu izler bırakan pazar fileleri, çamurlu kaldırımlarda hüzünle yürürken de O'nu bekliyoruz. Cumartesi akşamla

Yüzyıllık Yalnızlık,Gabriel Garcia Marquez

O günden sonra genç adam, Güzel Remedios'un penceresi altında serenad yaptırmaya başladı. Müzisyenler kimi zaman gün ağarana dek çalıyorlardı. Genç adama gerçekten yakınlık duyan tek kişi Aureliano Segundo idi. Delikanlının direncini kırmaya çalışıyordu. Bir gece, "boşuna zaman harcama" dedi. "Bu evdeki kadınların inadı katırdan beterdir." Delikanlıyla arkadaş olmak istedi, onu şampanya banyolarına çağırdı, ailesindeki kadınların taş yürekli olduklarını anlatabilmek için dilinde tüy bitti. Yine de genç adamın direncini kıramadı. Gecelerce ardı arkası kesilmeyen müzikten usanan Albay Aureliano Buendia, gencin tutkusunu birkaç kurşunla geçirmeye kalkacağını söyledi. Ne yaptılarsa, ne söyledilerse kar etmedi. Ancak, delikanlı acınacak ölçüde düşkünleşince direnmekten vazgeçti. İyi giyimli, temiz tırandaz biriyken, sallapatileşti, kirli, pasaklı oldu. Kim olduğu, nereden geldiği bilinmemekle birlikte, uzak ülkesindeki mevkiine ve servetine sırt çevirdiği söylentiler

Şibumi Trevanian

"Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür...fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder...hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır. Gözlerini bir an için sanata çevir. Bak, Kabuki can çekişirken, No beri yanda sürünürken, şiddet romanları nasıl ka

Bitik Adam, Thomas Bernhard

Doğa bana karşı ,derdi Glenn benimle aynı tarz görüşü paylaşarak, ki ben bu cümleyi de durmadan söylüyorum diye düşündüm. Bizim varoluşumuz durmadan doğaya karşı olmaktan oluşuyor, dedi Glenn, doğayla çatışmaktan oluşuyor, vazgeçinceye kadar, çünkü doğa bizden daha güçlü, onu kendimiz için bir ürününe çevirdik kendimizi beğenmişliğimizle . İnsan değiliz biz, sanat ürünüyüz, piyano çalan bir sanat ürünüdür, iğrenç bir sanat ürünü , dedi sonunda. Biz hiç durmadan doğadan kaçmak isteyen kişileriz ama doğal olarak başaramıyoruz bunu, dedi, diye düşündüm, yarı yolda kalıyoruz. Biz aslında piyano olmak istiyoruz ,dedi, insan olmak değil, piyano olmak, biz ömür boyunca insan değil piyano olmak istiyoruz, olduğumuz insandan kaçıyoruz, tamamen piyano olmak için, inanmak istemiyoruz, ama bu iş başarısızlığa mahkum dedi, İyi bir piyano çalıcısı (hiçbir zaman piyanist demezdi!) piyano olmak isteyen biridir ve ben her gün uyandığımda kendime, Steinway olmak istiyorum, Steinway