31 Mart 2009 Salı

Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım, Tutunamayanlar, Oğuz Atay




Evet bu yüzden, yorgunluğumu anlatamıyorum kimseye Olric. Yakınmalarımda ince bir alay görüyorlar. Bu inceliği bana yakıştıranlar tabii cahil insanlar. Ötekilerle artık görüşmüyorum. Darıldım onlara. Onlar bu dargınlığımın farkında değil tabii. Kapıdan çıkıp gidince hemen unutuluyorum. Bir de benimle uğraşacak vakitleri yok. Çünkü uğraşmayadeğmiyorum. Ben de darıldım onlara işte. Yolda,onlardan birini görünce, sıkılarak gülümsüyorum. İçimden geçenleri saklamak istiyorum. Onların içinden ne geçtiğini anlayamıyorum; yüzlerinden belli olmaz ki duyguları. Bu nedenle,yüzlerini görmek içime sıkıntı veriyor. Sıkıntıma onlar sebep oldu sanki. Hepsi de sanki hiçbir şey olmamış gibi rahatça yürüyor yolda. Karşıdan karşıya emin adımlarla geçiyorlar. Günlük yaşayışlarını sürdürüyorlar. Galiba yalnız ben yoruldum. Ve bu yorgunluğumu yaşamak zorundayım.

Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimsede uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. Bana acımayın. Ben kötüyüm; sizlere karşı kötü duygular besledim içimden. Beceriksizliğimden uygulayamadım kötü düşüncelerimi. Sizleri kıskandım, küçük gördüm, bayağı buldum: bana yapılmasını istemediğim kötülükleri sizlere yapmak istedim. Fırsat bulunca da yaptım. Dün gece rüyamda biri beni öldürdü. İçimin boşaldığını hissettim. Ben de ne işkenceler düşünmüşümdür bana kötülük edenler için. Beni de öldürmelerini istiyorum artık. Çünkü, artık olduğum gibi kalmaya dayanamıyorum. Yalnız, beni öldürürseniz kötülüklerim gene gizli kalacak. Onları bir sır gibi mezara götüreceğim: gene aldatacağım sizleri. Gelin, hep birlikte,önce yaşarken öldürelim beni. Aklıma geldiği zaman bile ürperdiğim yaşantılarımı ortaya koyalım: didik didik edelim. Ondan sonra ölümün bir anlamı olur benim için. Sizinde işinize yarar: benim gibilerden sakınırsınız bundan sonra. Hayır işinize yaramaz. Ortalıkta dolaşmanızdan, pek zarar görmüş bir durumunuz sezilmiyor. Belki de gizli gizli zehirlemişimdir sizleri. Gelin, hep birlikte yapalım şu işi:acımasız, soğukkanlı. Çiğ çiğ yenen bir şeyin, ne bileyim mesela bir deniz böceğinin, tam ağzınıza attığınız sırada bağırdığını düşünün: insanda iştah kalır mı? Bu nedenle,becerebildiğim kadar tatlı davranmaya çalışacağım. Bu, benim de işime geliyor. Neden mi? Zamanla anlarsınız, bir başlayalım da.
Bu sabah uyandığım zaman, gecenin sıkıntısı göğsümden kalkmamıştı. Demek ölüm bu, diye düşünüyordum. Sabahları uyandığıma sevinemiyorum. Gecenin sıkıntısı, öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum.Öğleden sonra da akşamın hüznü çöküyor...

Oğuz Atay- Tutunamayanlar

Düşünmeyince kurtuluyorsunuz, Tutunamayanlar, Oğuz Atay




Oysa, yazılamayan ne acıklı olaylar vardı. Haber aldığımıza göre, iki çoçuk babası genç bir mühendis, son günlerde evinde kötü kötü düşünmektedir. Özellikle, karısı çocukları uyuturken karanlık düşüncelere dalan bu genç adam yuvasının geleceği hakkında planlar kurmadığı gibi...
Gazeteyi elinden bıraktı. Yanındaki sehpanın üzerindeki bir kutuya konulmuş olan pipolarından bir tane aldı: sigaranın zararlarını düşünen karısı ona değişik pipolar almıştı. Pipoyu yakmadan ağzına soktu. Onu Günseli’yle görmüşlerdi. Belki Aysel’lede görmüşlerdi. Onu görüyorlardı. Hiçbir şey yapmadan, aptalca bir düzen içinde yaşarken kimse görmüyordu. Sonra, alışılmışın dışında en küçük bir davranışını görüyorlardı. Nasıl görüyorlardı acaba? Sizi gördük, diyorlardı. Bütün gün sadece bakıyorlardı; sonra akşam evlerine dönünce rahat koltuklarına gömülüp kimleri gördüklerinin bir muhasebesini yapıyorlardı. Önce erkek, gördüklerini anlatıyordu ,sonra başkalarının görüp ona söylediklerini anlatıyordu, en sonunda da başkalarının daha başkalarından duyduklarını anlatıyordu. Sonra kadın başlıyordu: ona gelenlerin gördüklerini anlatıyordu. Anlatma bitince, yoruma geçiyorlardı. Birbirlerine, gördün mü? diyorlardı. Gördün mü? Peki neden ben kimseyi görmüyorum? Görmesini bilmek gerek; bakarak dolaşmalı. Parmağını havada sallayarak; görürsünüz, dedi; hepsine. Hepiniz görürsünüz. Ben size gösteririm. Yıllarca konuşur durursunuz artık. Rahat koltuğundan kalktı: rahatsız olmuştu. Düşünene bu koltukların faydası yok. Bir sandalyeye oturdu. Düşünceli görünüyorsunuz Turgut. Ne korkunç bir iftira. Beni mi düşünceli görüyorsunuz? Hiç âdetim değildir: düşünmem. Hayır, düşünceli görünüyorsunuz. Muhakkak bir sıkıntınız var. Demek yakalanmak için bir tuzak bu. Düşünceli görünüyorsunuz. Düşünmeyince kurtuluyorsunuz. Neyin var, düşünceli görünüyorsun. Bu sözden sakınmalı. Düşüncesiz de olma. O zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam derler. Düşünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. İşiniz de çalışırken düşünün. Ev satın alırken düşünün. Çocuklarınızın geleceğini düşünün. Yalnız, akşam evde otururken, durup dururken düşünmeyin. Arka odadan Sevgi’nin sesi geliyordu. Uyumuyor. Gidip bir görünmeli. Babalar çocuklarına, uyumadan görünürlerse çok etkili olur. Müşfik fakat kararlı bir sesle konuşulur. Nermin, seng örünmeyince bir türlü uyumuyorlar, diyor; babalık ve ailereisliği duygusunu okşuyor. Sen söyleyince başka oluyor.Seni görünce susuyorlar. Babaları olmadan uyumuyorlar. Görünüşte ne masum bir söz. Tercümesi: hiçbir akşam ve pazar, beni onlarla yalnız bırakma. İş yolculuklarını ne yapayım? Bırak başkaları gitsin. Şirkette adam mı yok?

Böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? Büyük vegüzel şeyleri demek istiyorum. Önce eşya engel oluyor,sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. Düşünmek için kendime bir daire tutsam. İçinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. Kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum. Odalardan hiçbirinin özel bir adı yok; hepsi de sadece oda. Bir odada, sandalyenin üstünde,düşünme elbiselerim duruyor. Üstümdekileri çıkarıp hemen bir dolaba kaldırıyorum ve dolabın kapağını hemen kapatıyorum. Ne dolabı olduğu belli değil; dolap işte, herşey konabilir içine. Her şey, düşünmeyle ilgisine göre adlandırılıyor, her şey düşünmeye yaradığı oranda önemli. Orada ne düşüneceğim? Kim bilir? Oraya gitmeden belli olmaz. Ne düşüneceğimi düşünürüm. Sonra oturur yazarım. Yazmak mı? Bu kelimeden ürktü birden. Ne demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç. Fakat Selim yazdı. Adres defterindeki düzgün yazısına hiç benzemeyen bir yazıyla karanlık satırlar doldurdu.

Oğuz Atay- Tutunamayanlar

28 Mart 2009 Cumartesi

Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle karar verildi., Tutunamayanlar, Oğuz Atay




Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen,değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar,yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler,yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her za-man döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarlaaralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımızaoturacaklar.
Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz.Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil.
Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman,bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın,onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık;
yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle,hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken bir takım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize,sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybir-liğiyle karar verildi.

OĞUZ ATAY- Tutunamayanlar

12 Mart 2009 Perşembe

Masumiyet Müzesi




Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum…

“geri dönerken mutluluğun sahile vuran dev bir dalga gibi ağır çekimle içimde büyüdüğünü,bütün geleceğime bir zafer duygusuyla vurmak üzere olduğunu derinden hissettim....katıksız mutluluğun bu dünyada ancak bir başkasına sarılarak ve şimdi elde edileceğine kesinlikle inanmasaydım,hayatımın en mutlu anı olarak işte bu anı göstermek isterdim.”

“mutluluk insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca.”

"her akıllı insan hayatın güzel bir şey olduğunu, amacının da mutlu olmak olduğunu bilir ama sonra yalnızca aptallar mutlu olur. nasıl izah edeceğiz bunu?"

"aşk nedir?"
"neymiş?"
"aşk, füsun'un karayolları, kaldırımlar, evler, bahçeler ve odalarda gezinirken ve çay bahçelerinde, lokantalarda ve akşam yemeği sofrasında otururken, ona bakan kemal'in duyduğu bağlılık duygusuna verilen addır."
"hmmm... güzel cevap" derdi füsun. "beni görmediğin zaman aşk olmuyor mu?"
"o zaman fena bir takıntı, bir hastalık oluyor"


"füsun'un hemen arkasından ben de kendimi denize attım. aklımın tuhaf bir yanı denizde ona canavarların, kötü yaratıkların saldırdığını söylüyordu. ona yetişmeli, denizin karanlığında onu korumalıydım. çırpıntılı sularda onu arayarak aşırı bir mutluluk çılgınlığıyla ve o mutluluğu kaybetme telaşıyla bütün gücümle yüzdüğümü, bir an telaştan boğulacak gibi olduğumu hatırlıyorum. füsun, boğaz akıntısına kapılıp gitmişti! o an ben de onunla ölmek istedim."

"...onun istanbul'da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri okuyup benim seyrettiğim televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç görememek beni çok üzüyordu..."

Geçen zaman, hatıralarımı zayıflatmıyor, çektiğim acıyı daha dayanılır kılmıyordu. Her güne ertesi günün daha iyi olacağını, onu birazcık olsun unutmuş olacağımı umarak başlıyor, ama ertesi gün karnımdaki ağrının hiç değişmediğini, acının sürekli yanan kuvvetli bir kara lamba gibi içimi karartmaya devam ettiğini hissediyordum. Onu birazcık daha az düşünebilmeyi, zamanla onu unutabil-meyi başardığıma inanabilmeyi ne de çok isterdim! Onu düşünmediğim dakika artık çok azdı, daha doğrusu hiç yoktu. Belki bazı geçici anlar vardı, o kadar. Bu "mutlu" anlar da çok kısa sürüyor, bir-iki saniyelik bir unutma süresinden sonra, kara lamba tıpkı bir apartmanın kendiliğinden sönen otomatiği gibi kendiliğinden yanıp karnımı, genzimi, ciğerlerimi zehirliyor, nefes alış verişlerimi bozuyor, varolmayı sürekli gayret gerektiren bir zorluğa çeviriyordu…

---

Füsun ile yan yana oturmanın zevkiyle halka halka perdedeki filme, sinemadaki kalabalığa yayılan geçici mutluluğum, bir kıskançlık rüzgârıyla bütün âlemi lanetleyen kapkara bir kasvete hemen dönüşebilirdi. Ama bazan da, sihirli bir anda bütün dünyam ışıl ısıl aydınlanırdı. İkide bir kör olan kahramanların sefil dünyasının karanlığı ruhuma iyice sinmişken, bir an kolum kolunun kadife tenine değer, bu çarpışmanın verdiği harika tadı kaybetmemek için, kolumu hiç kıpırdatmaz, filmi anlamadan seyrederken onun da kolunu hiç kıpırdatmadan tenini benim tenimin dokunuşuna bıraktığını hisseder, mutluluktan bayılacağımı sanırdım. Yaz sonunda Arnavutköy Çampark Sinemasında şımarık bir zengin kızıyla, onu yola getiren şoförünün maceralarını Küçük Hanımefendi filminde izlerken, kollarımız gene birbirine böyle değip yapıştı ve teninin alevi benim tenimi alevlendirince, gövdem hiç beklenmedik bir tepki verdi. Bu sure vücudumun edepsizliğine hiç aldırmadan onun tenine değmenin baş döndürücü anlarına kendimi bırakmıştım ki, birden ışıklar \ andı ve beş dakikalık ara başladı. Utanç verici heyecanımı gizlemek için, lacivert kazağımı kucağıma koydum.
"Gazoz alalım mı?" dedi Füsun. Film aralarında gazoz, çekirdek almaya çoğu zaman kocasıyla giderdi.
"Olur ama bir dakikacık bekle," dedim. "Bir şey düşünüyorum."
vucudumun bu edepsizliğini lise yıllarında sınıf arkadaşlarımdan gizlemek için yaptığım gibi, anneannemin ölümünü düşündüm, çocukluğumun gerçek ve hayali cenaze törenlerini, babamın beni azarlamasını, kendi cenazemi, mezarımın karanlık olacağını ve gözümün toprakla dolacağını hızla gözlerimin önünden geçirdim.
Yarım dakika sonra, ayağa kalkabilecek gibi olunca "Tamam," dedim, "gidelim."

---

Hiçbir şey olmamış gibi yapabilmek için, sıradan şeyler düşünmeye bütün gücümle kendimi zorladım. Tıpkı çocukluğumda ve ilk gençliğimde sıkıntıdan patlayarak metafizik düşüncelere kapıldığım zamanlarda olduğu gibi, kendime şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum: "Ne düşünüyorum şimdi ben? Ne düşündüğümü düşünüyorum!" Bu kelimeleri kafamda uzun uzun tekrarladıktan sonra kararlı bir şekilde Füsuna döndüm, "Boşları geri istiyorlarmış," dedim ve elindeki boş ga-zoz şişesini alıp kalkıp götürdüm. Öbür elimde kendi şişem vardı. İçindeki gazoz bitmemişti. Kimse bakmıyordu, benim şişemdeki gazozu Füsunun boş şişesine doldurdum, kendi boş şişemi gazoz satan çocuklara geri verdim. Elimde burada müzede sergilediğim Füsunun şişesi, geri dönüp oturdum.
Füsun kocasıyla konuşuyordu, fark etmemişlerdi. Ben de sonuna kadar perdedeki filmi hiç fark etmedim. Çünkü az önce Füsunun dudaklarına değen şişe, şimdi benim titreyen ellerimdeydi. Başka bir şey düşünmek istemiyor, kendi dünyama, kendi eşyalarıma dönmek istiyordum. Bu şişe yıllarca, Merhamet Apartmanı ndaki yatağın başucunda dikkatle korunmuştur…

---

Keskinlere gidip sofralarına oturduğum sekiz yılda, Füsunun 4213 adet sigara izmaritini saklayıp biriktirdim. Bir ucu Füsunun gül dudaklarına değen, ağzının içine giren, kimi zaman filtresine dokunarak anladığım gibi diline değen, ıslanan ve çoğu zaman da dudaklarına sürdüğü ruj ile hoş bir kırmızıya boyanan bu izmaritlerin her biri; derin acıların, mutlu anların hatıralarını taşıyan çok özel, mahrem eşyalardır. Bazan sinirli bir hareketle sigarasını küllüğe bastırırdı. Bazan bu bir sinirlenme hareketi değil, bir sabırsızlık jesti olurdu. Sigarayı küllüğe bir çeşit öfkeyle bastırdığını da çok görmüştüm ve bundan huzursuz olurdum. Kimi günler, çok küçük ısrarlı hareketlerle, sigarayı küllüğün tabanına vura vura söndürüldü. Bazan da kimse bakmazken bir yılanın başını usulca eziyormuş gibi sigarayı küllüğe büyük bir güçle ve ağır ağır bastırırdı. O zaman hayattaki bütün öfkesini izmaritten çıkardığını düşünürdüm. Televizyonu seyrederken, sofradaki sohbeti dinlerken,sigarayı küllüğe, o yöne hiç bakmadan dalgın dalgın bastırdığı da olurdu. Eline kaşığı ya da büyük bir sürahiyi almadan önce, elini boşaltmak için aceleyle bir hamlede söndürdüğünü de çok gördüm.Bazan neşeli, mutlu olduğu zamanlarda, canını acıtmadan bir hayvanı öldürür gibi, sigarayı bir hamlede işaret parmağının ucuyla küllüğe hafifçe bastırarak söndürürdü. Mutfakta iş görürken, tıpkı Nesibe Hala gibi ağzındaki sigarayı musluktan akan suya bir an değdirip sonra çöpe atardı.
Bütün bu değişik yöntemler ve daha niceleri, Füsunun elinden çıkan izmaritlerin her birine özel bir biçim, bir ruh verirdi. Onları Merhamet Apartmanında cebimden çıkarır, dikkatle inceler, her birini ayrı bir şeye; mesela boynu, başı ezilmiş, kamburu çıkmış, haksızlığa uğramış kara yüzlü küçük insancıklara ya da tuhaf korkutucu soru işaretlerine benzetirdim. Bazan izmaritleri Şehir Hatları gemilerinin bacalarına, deniz böceklerine benzetirdim. Bazan da onları beni uyaran ünlem işaretleri, gelecekteki bir tehlikenin ilk belirtileri, pis kokulu çöpler ya da Füsun'un ruhunu ifade eden birşeyler, hatta bu ruhun parçası olarakgörür, filtrelerinin ucundaki ruj izini de hafifçe tadarak hayat hakkında,Füsun hakkında derin düşüncelere dalardım. Müzemi gezen okurlar, bu sekiz yılda biriktirdiğim 4213 izmaritin her birinin altında onu hangi tarihte aldığıma ilişkin nota bakıp vitrinleri lüzumsuz bilgilerle donattığımı düşünmesin: Her sigara izmaritinin biçimi, Füsun'un onu söndürürken hissettiği yoğun bir duygunun dışavurumudur. Mesela, Peri Sineması'nda Kırık Hayatların çekimine başlanan 17 Mayıs 1981 günü Füsun'un küllüğünden aldığım bu üç izmarit de, içe doğru sertçe kıvrılmış içine kapanık halleriyle yalnız o berbat ayların değil, Füsun'un o günkü sessizliğini, konudan uzak duruşunu, hiçbir şey yokmuş gibi davranışını hatırlatır bana. Düzgün görünüşlü başka bazı izmaritlerin üzerindeki lekelerin sıcak bir yaz akşamı Füsun un yediği vişneli dondurmadan bulaştığını hatırlıyorum. Yaz akşamları üç tekerlekli el arabasıyla Tophane ve Çukurcumanın parke taşı kaplı sokaklarında "Gayymak!" diye bağırarak ve elindeki çanı sallayarak ağır ağır dolaşan dondurmacı Kamil Efendi, kışlan da gene aynı arabayla helva satardı. Bir keresinde Füsun bana Kamil Efendi'nin bu el arabasını, çocukluğunda kendi bisikletini götürdüğü bisikletçi Beşir'e tamir ettirdiğini anlatmıştı. Sıcak yaz akşamlarında, patlıcan kızartma ve yoğurt yediğimizi, Füsun ile birlikte açık pencereden dışarıya bakışımızı başka 4213 izmarit bir-iki sigaraya ve altlarındaki tarihe bakarken hatırlıyorum. Böyle zamanlarda Füsun eline küçük bir küllük alır ve diğer elindeki Samsun sigarasının külünü sık sık o küllüğe silkerdi. O zaman onun şık bir partiye gitmiş bir kadın olduğunu hayal ederdim. Ya da Füsun benimle pencerenin önünde sohbet ederken böyle birini taklit ederdi. İstesebenim gibi, bütün Türk erkekleri gibi, sigaranın külünü pencereden aşağıya silkebilir, sigarayı pencerenin kenarına bastırıp aşağı atabilir, dahası yanan sigaraya fiske vurur gibi bir parmak hareketiyle fırlatıpuçurur, karanlığın içinde döne döne düşüşünü seyredebilirdi. Amahayır. Füsun herkesin yaptığı bu sigara jestlerinin hiçbirini yapmaz,inceliği ve kibarlığı ile bana da örnek olurdu. Uzaktan bakan biri, bizi kaçgöçün olmadığı bir Batı ülkesinde, bir partide, birbirlerini tanımak için sakin bir köşeye çekilmiş, kibar kibar konuşan bir çift sanabilirdi. Açık pencereden dışarı bakarken, hiç göz göze gelmeden, az önce televizyonda seyrettiğimiz filmin sonundan, yaz sıcağının ağırlığından, sokakta saklambaç oynayan çocuklardan gülüşerek bahsederdik. Derken Boğaz yönünden hafif bir rüzgâr eser ve denizin yosun kokusu ve hanımellerinin bayıltıcı kokusuyla birlikte, bana Füsunun saçlarının ve teninin kokusunu, sonra da bu sigaranın dumanının hoş kokusunu taşırdı..

---

Füsun'a en yakın olan, bütün sırlarını bilen ve bence Kemal'i de en iyi anlayan kişi olan Ceyda ile, beni ölümünden altı ay önce zaten Kemal tanıştırmıştı. Ceyda Hanım, Füsun'un, Kemal Bey'in hiç görmediği bir fotoğrafını geçen gün bulduğunu söyledi. Bu hepimizi heyecanlandırdı. Fotoğraf 1973 Milliyet Güzellik Yarışmasının final gecesinde, kuliste Hakan Serinkan, sahnede soracağı kültür sorularını Füsun'a fısıldarken çekilmişti.
"Ne yazık ki ikimiz de dereceye giremedik Orhan Bey, ama hakiki liseli kızlar gibi o gece Füsun ile gözlerimizden yaşlar akıncaya kadar güldük," dedi Ceyda. "Füsun'un bu fotoğrafı işte tam o sırada çekildi." Bir hamlede çıkarıp ahşap sehpanın üzerine koyduğu solgun fotoğrafa bakar bakmaz, Kemal Bey'in suratı kül gibi beyaz oldu ve uzun bir sessizliğe gömüldü.
Ceyda'nın kocası güzellik yarışması hikâyesinden hiç hoşlanmadığı için, Füsun'un eski fotoğrafına orada daha fazla bakamadık. Ama her zamanki gibi çok anlayışlı olan Ceyda, gecenin sonunda fotoğrafı Kemal Bey'e hediye etti.
Ceyda'nın Maçka'daki evinden çıkınca, Kemal Bey'le Nişantaşı'na doğru gecenin sessizliğinde yürüdük. "Ben bu akşam müzede değil, annemle Teşvikiye'de kalacağım."
Ama Pamuk Apartmanı'ndan beş bina önce, Merhamet Apartmanının önüne gelince durdu ve gülümsedi.
"Romanınızı sonuna kadar okudum," dedi. "Ben siyaseti sevmem. Bu yüzden, kusura bakmayın ama biraz zorlandım. Ama sonunu sevdim. Ben de oradaki kahraman gibi, romanın sonunda okuyucuyla doğrudan konuşmak isterim. Böyle bir hakkım var mı? Kitabınız ne zaman bitiyor?"
"Sizin müzeden sonra," dedim. Bu artık aramızda ortak bir şaka olmuştu. "Okura son sözünüz nedir?"
"Ben, o kahraman gibi, okurların bizleri uzaktan anlayamayacağını söylemeyeceğim. Tam tersi müzemizi gezenler, kitabınızı okuyanlar bizi anlayacaklardır. Ama başka bir sözüm var."

Bunu der demez, cebinden Füsun'un fotoğrafım çıkardı ve Merhamet Apartmanı'nın önündeki sokak lambasından gelen solgun ışığın altında, Füsun'a aşkla baktı. Ben de yanma geçtim.
"Güzel değil mi?" dedi tıpkı otuz küsur yıl önce babasının kendisine dediği gibi.
İki erkek, Füsun'un üzerine 9 numara işlenmiş siyah mayolu fotoğrafına, bal rengi kollarına, hiç de neşeli olmayan, tam tersi hüzünlü yüzüne, harika vücuduna ve fotoğrafın çekilişinden tam otuz dört yıl sonra bile bizi çarpan yüz ifadesindeki insani yoğunluğa, ruhsallığa hayretle, aşkla, saygıyla baktık.
"Bu fotoğrafı müzeye koyun Kemal Bey, lütfen," dedim.
"Kitaptaki son sözüm şudur Orhan Bey, lütfen unutmayın..."
"Unutmam."

Füsun'un fotoğrafını aşkla öptü ve ceketinin göğüs cebine yerleştirdi. Sonra bana zaferle gülümsedi. "Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım."


20 Şubat 2009 Cuma

Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan



Ankara treni geçtikten yarım saat sonra dış kapıyı demirleyip kilitledi. Gecikme üç saat değil iki saattı. Salonun ışıklarını söndürdü; odaya girdi. Salı gecesi menteşeleri yağlamıştı. Dün gece çok az kalmıştı odada; havluya yaklaşırken dönüp çıkmıştı. Yürüdü; yatağın yanında başucu masasının önünde durdu. O gece şuracıkta yatağın kıyısında oturuyordu kadın: kara kazağı, iri yuvarlaklı gümüş kolyesi. Bakmıştı. Tepside çaydanlık, süzgü, çay bardağı; tabakta beş şeker. Altı şeker koymuştu. Eksik şeker kadının tek şekerle bir bardak çay içtiğine kesin bir kanıt mıydı? Ya ikiye bölüp yarımşar şekerle iki bardak çay içtiyse? Şekeri ağzına alıp üç bardak bile içebilirdi. Elini uzatırken çekti; ama kadının çayı nasıl içtiğini bilmesi gerekiyordu. Eğilip çaydanlığın kapağını kaldırdı. Yarısından çoğu doluydu; bir bardak içmişti. Kapağı yerine bıraktı.Çay bardağını aldı, ışığa tutup elinde çevirdi: Bardağın kıyısında kadının dudaklarının değdiği yer belli belirsiz lekeliydi. Bir leke daha vardı ama küçüktü; parmağın iziydi belki. Yukarı odada bir gıcırtı oldu. Yüzü ışığa dönük bir süre bardağa baktı. Dibinde bir yudumluk kararmış çay artığı vardı. Bardağı ağzına götürürken gözlerini kapadı; durgun, bayat çayın kokusunu duydu; kadının dudaklarının izi sandığı yeri öptü. Birden bir gürültü oldu yukarıda, tavan çatırdadı. Sıçradı, bardak elinden yere düşüp parçalandı. Gözleri açık, kılları diken dikendi. Emekli Subay yataktan düşmüş olacaktı. Karyola demirini tuttu; yutkundu. Yukarı odadan su sesi, sonra bir gıcırtı geldi; adam yeniden yatmıştı demek. Yüreğinin çarpıntısı yavaşlıyordu. Demiri bırakıp bir adım geri çekildi; yerdeki bardak kırıklarına baktı. Oda bozulmuştu; kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.

Ferdydurke, Witold Gombrowicz



Ayrıca, günümüzde pek moda olan üçyüz, dört yüz adet küçük şiir kitabı yığın halinde çekmecenin dibindeydi. Bizim liseli kız, itiraf etmek gerek, bunları okumadığı gibi sayfalarını bile açmamıştı. Kitaplar ithaflarla bezenmişlerdi; bu ithaflarda ölçülü, dürüst, nesnel ve içtenlikli bir tonla, kızın şiirleri okuması ısrarla isteniyor, kız bunları okumaya zorlanıyor; kısa, özlü ve özentili terimlerle, okumadığı takdirde yerileceği; okursa, tersine, övüleceği bildiriliyordu; yine, okumadığı takdirde, aydınlar toplumundan atılmakla korkutuluyor; ozanın yalnızlığı, ozanın emeği, ozanın özel görevi, ozanın rolü, ozanın acısı, ozanın yürekliliği, ozanın yeteneği, ozanın ruhu dayanak olarak gösterilip okuması rica ediliyordu.

Ama işin en tuhaf yanı, bu kitaplarda da baldırlardan söz edilmemesiydi. Daha da tuhafı, bunların adlarında bile baldır sözcüğü hiç geçmiyordu. Adları yalnızca şöyleydi: Soluk Şafaklar ve Sökmek Üzere Olan Şafaklar; Yeni Tanyeri ve Tanyeri Yeni; Savaş Çağı ve Çağın Savaşı; Cansıkıcı Çağ ve Genç Çağ; Uyanık Gençlik ve Gençlik Uyanık; Savaşçı Gençlik ve Yürüyen Gençlik; Ayakta Gençlik ve Merhaba Gençler; Gençliğin Acısı ve Gençliğin Gözleri ve Gençliğin Dudakları; Yeni İlkyaz ve Benim İlkyazım; İlkyaz ve Ben; İlkyaz Kasırgası ve Makinelitüfek Ateşi; Kılıçlar ve Semaforlar, Antenler, Pervaneler ve Öpücüğüm, Okşayışım, Bitkinliklerim; Gözlerim ve Dudaklarım (baldırlardan hiç söz yok). Tümü şiir biçimindeydi; sanatsal yarım uyaklı ya da yarım uyaksızdı; cesurca eğretilemeler içeriyordu ya da kulağa oldukça hoş gelen bir dille yazılmışlardı... Ama neredeyse baldır sözü yoktu; çok az, normalden daha az geçiyordu. Yazarlar ustalıkla, beceriklilikle Güzellik, Sanatın Yetkinliği, Yapıtların İç Mantığı, Derneklerin Kaçınılmaz Gerekliliği ya da Sınıf Bilinci, Savaşım, Güzel Yarınlar gibi bu tür objektif ve baldır karşıtı ögelerin arkasına sığınmışlardı. Ne var ki çok açık seçikti bu şiirler; karışık, güç ve kesinlikle yararsız sanat anlayışları içinde bir tür şifreli mesaj oluşturuyorlardı ve bu zayıf nahif, küçük hayalcileri bu kadar garip, anlaşılmaz şeyler yazmaya iten güçlü bir neden vardı. İyice düşünüp taşındıktan sonra aşağıdaki kıtayı anlaşılır bir dile çevirmeyi başardım:

ŞİİR

Ufuklar şişeler gibi patlıyor
Yeşil bir leke bulutların altında kabarıyor
Çamların gölgesine geri dönüp-
oradan
o doymaz ağzımla
günlük ilkyazımı içime çekiyorum.

BENİM ÇEVİRİM

Baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar,
Baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar
Baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar,
baldır
baldır, baldır, baldır
baldırlar, baldırlar, baldırlar, baldırlar.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Baştan Çıkarıcının Günlüğü, Sören Kiekergard




O anı öpücüklerle, sarılmalarla, olgunlaşmamış beklentilerle (bunun için bana teşekkür borçlusun) berbat etmedik cordelia'cığım. ben tersini yapmaya çalışıyorum, daha derin bir yara açmak için geriyorum aşk yayını. bir okçu gibi, yayın telini gevşetiyor, sonra yine geriyorum, şarkısını dinliyorum - marşımdır o benim- ama nişan almıyorum henüz, oku yaya takmadım bile daha.
...
Ruhum gerilmiş bir yay gibi ayarlı,düşüncelerim oklar gibi hazır duruyor kılıfta ama kana karıştırabilecekleri zehir yok uçlarında.
...
O farkında olmadığı sürece kendimle çelişkiye düşmekten korkmam ve istediğim şeyi başarırım. bırakın akademik müzakereciler övünsün hiçbir çelişkiye düşmemekle; bir genç kızın yaşamı, çelişkilerden uzak kalmayacak kadar çok zengindir, bu da çelişkiyi gerekli kılar.
...
Erkek gücü üzerine bulanık bir tül gibi aldatıcı şekilde gelen bir hüzün, erkek erotizminin bir parçasıdır. kadında buna denk düşen nitelik ise bir tür melankolidir.
...
Parmağımı varoluşa batırıyorum — hiçbirşey kokmuyor. neredeyim? dünya denilen bu şey nedir? beni buraya kandıran ve şimdi burada bırakan kimdir? dünyaya nasıl geldim? niçin bana danışılmadı?'
...
Mükemmel aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir.
...
İnsanda iyi olan ne varsa acı ondan doğmuştur.
...
Eğer yasaklamanın arzuyu uyandırdığı düsünülurse; birey görmezden gelme yerine bilgiye ulaşabilir, bu durumda adem özgürlüğün bilgisine sahip olmalıydı, çünkü arzusu onu kullanmak uzerineydi. Yasaklama onda endişe (anxiety) yaratıyor; çünkü aynı yasaklama kişinin özgür seçimindeki olasılıkları göz önüne getiriyor. Hiçbir şeye sahip olmamaktan doğan masumiyetteki endişe yerini başka bir endişeye bırakıyor: Herhangi bir şeyi yapabilme endişesi. Ne yapabileceğine dair hiçbir fikri yok çünkü…

Endişe baş dönmesiyle birlikte değerlendirilebilir. Büyük bir boşluğa bakmak zorunda kalan bireyin başı döner… Onun endişesi özgürlüğün baş dönmesidir… İşte tam o anda herşey kendini değişime bırakır, ve özgürlük yeniden ayağa kalktığında kendi suçluluğunun farkına varır. İşte bu iki moment arasında büyük bir uçurum vardır; öyle ki bu uçurumu hiçbir bilim açıklayamadı ve hiçbir bilim açıklayamayacak…

Bir kişi bir yandan hatırlaması gereken bir şey olmasını umut eder sürekli... diğer yandan umut etmesi gereken bir şeyi getirir aklına hep.... sonuç olarak umduğu şey geçmişte kalır, hatırladığı şey ise gelecektedir... bu kişi daima hedefine hem çok yakındır, hem de uzak; o anda onu mutsuz eden şeyin ne olduğunu fark eder, çünkü o an o şeye sahiptir, diğer bir deyişle, bu kişi böyle bir mizaca sahip olduğu için, birkaç sene önce buna sahip olmuş olsaydı, bu kesinlikle onu mutlu edecek bir şey olacaktı, ancak o zamanlar da buna sahip olmadığı için mutsuzdu.

Ruhum öyle ağır ki hiçbir düşünce artık onu yükseltemez ne de kanat vuruşlarım onu sonsuzluğun içine çekemez. herhangi bir şey onu kımıldatmazsa sadece yeryüzünde kalır, fırtınadan önce alçakta uçan bir kuş gibi. ezicilik ve kaygı iç dünyamın üzerine çöküyor.

15 Şubat 2009 Pazar

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


Hey yarabbi, şu tabiat kanunlarından , iki kere ikinin dört etmesinden bana ne? ya herhangi bir sebeple bu kanunlardan ve iki kere ikinin dört etmesinden hoşlanmıyorsam? şüphesiz böyle bir duvarın hakkından gelmeye gücüm yetmezse boşu boşuna yırtınacak değilim. ama karşımda bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.
*
Siz insanların çıkarlarının yalnızca doğal, olumlu konularla ilgili bulunduğunu,yani refahın insan çıkarlarıyla ilgili olduğunu niçin bu kadar kesinlikle düşünüyorsunuz?İnsan aklının çıkarlarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu hiç?Belki de insan yalnızca refahtan değil,acıdan da aynı ölçüde hoşlanıyor.Hatta acının mutluluk kadar yararlı olduğu bile düşünülebilir.İnsanın yeri geldiğinde acıyı,tutkuya varan derecede sevdiği bir gerçektir.Bunu anlamak için insanlık tarihine bakmaya gerek yok,yaşamın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize sorun yeter.Benim kişisel düşünceme göre,yalnızca refahı sevmenin biraz ayıp yanı bile vardır.İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor.Bu açıdan,ben ne yalnız başına refahı,ne de yalnız başına acıyı yeğlerim.Ben kişisel kaprisimden,onu istediğim anda tatmin edebilme olanağımın olmasından yanayım.Komedilerde acının yerinin olmadığını biliyorum.Acı,camdan saraylara ise tümüyle yabancıdır.Acı,kuşku demektir,yadsıma demektir.İçimizde kuşku uyandıran bir camdan sarayı düşünemeyiz bile.Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden,çevresinde bir kargaşa yaratmak,yok etmek,dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz.Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?

13 Şubat 2009 Cuma

YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE- Jorge Luis Borges



YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE

Lindell Hart’ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi’nin 22.sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Sere Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29’u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız. “Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur”, diyor yüzbaşı Liddell Hart.

Tsingtao’daki Hochschule’nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.Belgenin ilk sayfası kayıptır.

“…ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’in sesiydi bu. Madden’nin Victor Runeberg’in apartman katında olması dertlerimin ve aynı zamanda –ama daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti. Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı. O gün güneş batmadan ben de aynı kaderi paylaşacaktım. Madden, son derece acımasızdı. Ya da belki öyle olmak zorundaydı. İngiltere’nin hizmetinde bir İrlandalı’nın, gevşeklik ve hatta ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevi fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi? Alman Reich’in iki casusunun ortaya çıkarılması, tutuklanması, ve hatta beklide öldürülmeleri….Odama çıktım; nedendir bilmem, kapıyı kilitledim ve kendimi dar demir karyolama attım. Pencereden tanıdık damları ve bulutların gölgelediği saat altı güneşini gördüm. Bu her türlü belirti ve simgeden yoksun günün, aman vermez ölümün yakama yapışacağı gün olması bana inanılmaz bir şey gibi geliyordu. Ölmüş babama, Hai Feng’in simetrik bahçesinde geçen çocukluğuma karşın –şimdi?- ölüp gidecek miydim? Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar, yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zamanda oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor…. Madden’in beygir suratını yüreğim daralarak hatırlayınca bu dalıp gitmelerim yarıda kaldı. Duyduğum nefretle dehşetin ortasında,(hoş, Richart Madden’e hayatımın oyununu oynadığıma, boynum artık dar ağacının ilmeğini hasretle beklediğine göre dehşetten söz etmenin de anlamı yok ya) o ateşli ve kuşkusuz şu anda mutlu Savaşçı’nın, büyük sırrın bende olduğunu bilmediği geldi aklıma; Amre ırmağı üzerindeki yeni İngiliz topçu cephaneliğinin bulunduğu yerin adı! Bir kuş, külrengi gökyüzüne çizgi çekerek geçti, ben de onu zihnine doğruca bir uçağa, uçağı da( Fransız göğü üzerinde) dikine bombalarla cephaneliği yok eden sayısız fansız uçaklarından birine çevirdim. Bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzın o gizli yerin adını ta Almanya’dan duyacak biçimde haykırabilse… İnsan bedenindeki ses yetersizdi. Nasıl yapmalıda , o adı Şef’in kulağına ulaştırmalıyım? Ben ve Runeberg hakkında , ikimizin de Staffordshire’de bulunduğundan başka bir şey bilmeyen ve Berlin’deki çıplak duvarlı bürosuna sonsuza dek gazetelere gözden geçirerek boşu boşuna raporumuzu bekleyen o hasta, o nefret edilesi adamın kulağına?...Yüksek sesle: kaçmalıyım dedim. Sanki Madden şimdi pusuda bekliyormuş gibi, hiç gürültü çıkarmadan , sessiz hareket etme konusunda gereksiz bir özen göstererek yerimden doğruldum. Bir şey- belki de yalnızca, başvurabileceğim hiçbir çare olmadığın apaçık görmenin boşuna telaşı- beni ceplerimi yoklamaya yönetti. Bulacağımı bildiğim şeyleri buldum. Amerikan işi cep saati, Nikel zinciri, dört köşe demir para, üzerine Runeberg’in dairesinin işe yaramaz, -ama sus niteliği taşıyan- anahtarlığı bulunan anahtarlık, not defteri, hemen yok etmeğe karar verdiğim (ama etmediğim- bir mektup, bir crown ,iki şilin ve birkaç pence mavi- kırmızı yazan kalem, mendil, tek kurşunlu tabanca. Nedendir bilmem tabancayı tutup, cesaret versin diye elimde şöyle bir tarttım. Tabanca sesinin çok uzaklardan duyulabileceğini geçirdim aklımdan. On dakika içinde planım hazırdı.mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon defterinde yazılıydı; trenle yarım saat çeken Fenton’ın bir banliyösünde oturuyordu.

Korkak bir adamdım ben. Bunu şimdi tehlikeli olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı bir planı sona erdirdikten sonra söylüyorum. Biliyorum, yerine getirilmesi korkunç oldu. Almanya için yapmadım, hayır. Bana casus olma alçaklığını yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum. Ayrıca, İngiltere’de benin için Goethe’den daha az büyük olmayan bir adam- alçak gönüllü bir adam- tanıdım. Onunla bir saat bile konuşmadım, ama bir saat içinde Goethe’ydi o…Şef’in benim ırkımdan insanlardan –benim kimliğimde eriyip birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. Sarı derili bir adamın ordularını kurabileceğini kanıtlamak istedim ona. Hem yüzbaşı Madden’den de kaçmam gerekiyordu. Yumrukları her an kapıma inebilir, sesi her an kapıma dayanabilirdi. Gene gürültü etmeden giyindim, bir aynada vedalaştım kendi kendimle, merdivenlerden aşağıya indim, sakin sokağı kolaçan ettim ve dışarı çıktım. İstasyon, evimden uzak değildi, ama bir taksiye binmenin daha akıllıca olacağını düşündüm. Böylelikle tanınma tehlikesinin daha azalacağını söyledim kendi kendime; işin doğrusu şu ki, ıssız sokakta kendimi çok daha göz önünde, çok daha tehlikede hissediyordum. Taksi şoförüne ana giriş kapısının biraz uzağında durmasını söylediğimi hatırlıyorum,. Özellikle, son derece ağır hareketlerle indim taksiden; Ashgrove köyüne gidiyordum ama daha uzak bir istasyona bilet aldım. Tren birkaç dakika içinde, tam 8.50’de hareket edecekti. Koştum; bunu kaçırırsam bir sonraki tren ta dokuz buçuktaydı. Platformda kimsecikler yoktu. Ardarda vagonlardan geçtim; birkaç çiftçi, yas elbiseleri içinde bir kadın, büyük bir ilgiyle Tacitus Tarihi’ni okuyan genç bir çocuk, yaralı ama mutlu bir asker gördüğümü hatırlıyorum. Sonunda vagonlar öne doğru sarsıldı. Bir adam boşu boşuna platformun sonuna kadar koştu, onu tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden’di bu. Aklım başımdan gitmişti, tir tir titreyerek oturduğum koltuğun bir köşesine, lanet olası pencerenin iyice uzağına büzüldüm.

Bu müthiş korku giderek rezilce bir mutluluğa dönüştü. Düellonun artık başlamış olduğunu ve kırk dakika için de olsa, talihin yardımıyla da olsa, karşımdakinin saldırısını boşa çıkararak ilk hamleyi kazandığımı düşündüm. Zaferlerin bu en sıradanının mutlak bir zaferin habercisi olduğunu söyledim kendi kendime; içimde hissettiğim korkakça mutluluğun, serüveni başarıyla sonuçlandırılabilecek bir adam olduğumu kanıtladığını söyledim ( bu öncekinden daha az yalan değildi). Bu zaaftan, beni hiç yarı yolda bırakmayan bir güç aldım. İnsanoğlunun günden güne daha büyük acımasızlıklara girişeceğini seziyorum; yakında savaşçılarla haydut çetelerinden başka bir şey kalmayacak; onlar bir öğüdüm var; Korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli .Bir ölünün gözleriyle, belki de yaşamının son günü olacak o günün bitişine, gecenin çöküşünü seyrederken bunları geçiriyordum aklımdan. Tren dişbudak ağaçlarının arasından yavaşça ilerliyordu. Durdu, neredeyse tarlaların ortasındaydık. Kimse istasyonun adını bağırmadı. “Ashgrove mu?” diye sordum platformdaki oğlanlara. “Ashgreve” dediler. İndim.

Platformu bir lamba aydınlatıyordu, ama oğlanların yüzleri karanlıktaydı. Biri bana, “Dr. Stephan Albert’in evine mi gidiyorsunuz? diye sordu. Bir başkası, cevabımı beklemeden, “Ev buradan çok uzaktadır, ama şu soldaki yoldan gider, her dört yol ağzında bir yola saparsanız kaybolmazsınız” dedi. Onlara bir metelik ( sonuncusunu) fırlattım, iki üç basamaklı taş merdivenden indim ve ıssız yoldan yürümeğe koyuldum. Yol, hafif bir eğimle yokuş aşağı gidiyordu. Toprak bir köy yoluydu; başımın üzerindeki dallar iç içe girmişti; ancak dolunay bana eşlik eder gibiydi.

Bir an, Richard Madden’in bir biçimde umarsız planımı keşfettiği düşüncesine kapıldım. Sonra hemen ardından bunun imkansız olduğunu anladım. Hep sola sapmam konusunda söylenenlerin kimi labirentlerin merkez noktasına varmak için baş vurulan, çok bilinen bir yöntem olduğunu hatırladım. Labirentlerden anlarım biraz; Yunan valisi olan ve hem Hung Lu Meng’den bile daha çok kişili bir roman yazmak, hem de her içine girenin kaybolacağı bir labirent kurmak uğruna yeryüzündeki bütün yetkilerinden vazgeçen Ts’ui Pen ‘in torunu olmam boşuna değil. Büyük babam, bu çok farklı uğraşlara on üç yılını vermiş, ama sonunda bir yabancı tarafından öldürülmüştü- romanı bölükpörçüktü, labirenti ise hiç kimse bulamamıştı. İngiltere’nin ağaçları altında yürürken o kayıp labirenti düşündüm. Gözlerden uzak bir dağ doğduğunda el değmemiş ve kusursuz biçimiyle gözümün önüne getirdim; pirinç tarlalarıyla yer yüzünden silindiğini, sular altında kaldığını gözümün önüne getirdim; sonsuz bir labirentti, sekizgen tarhlar ve iç içe geçmiş, başladığı noktaya dönen yollardan değil, ırmaklar, iller ve krallıklardan kurulmuş sonsuz biçimiyle canlanıyordu gözümün önünde…Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm, geçmişle geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak bir labirent. Bu aldatıcı imgelere kapılıp kaderimin kaçaklık olduğunu unuttum. Belirsiz bir zaman dilimi içinde dünyayı soyut biçimiyle algılayan birer varlık olduğumu sanmıştım. Her türlü yorgunluk olasılığını ortadan kaldıran inişli yol kadar, sanki usul usul, soluk alıp veren kırlar, gökyüzündeki ay, günün son ışıkları da etkilemişti. Günün öğleden sonrası sanki dost sanki sonsuzdu. Yol iniyor, iniyor ve artık birbirine karışan çayırlar arasında çatallanıyordu. O an fark ettim; rüzgarın estiği yöne yaklaşıp uzaklaşan, sık yapraklarla aradaki uzaklığın hafiflettiği tiz, neredeyse gümüşsü tınılar taşıyan bir müzik geliyordu ileriden. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ama bir ülkenin düşmanı olamayacağını düşündüm o an; ateş böceklerini, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, gün batımlarının düşman olamayacağını…Bunları düşünerek, yüksek, paslı bir bahçe kapısının önüne gelmiştim. Demir parmaklıkların arasından bir kavak korusuyla bir köşk seçiliyordu. Ansızın, birincisi önemsiz, ikincisiyse neredeyse inanılmaz iki şeyin farkına vardım. Müzik köşkten geliyordu ve Çin müziğiydi. Demek ki bu yüzden hiç düşünmeden, hemen benimseyivermiştim müziği… Zil ya da çıngırak var mıydı yoksa elimle kapıya vurup seslendim mi, hatırlamıyorum. Müziğin şıngırtıları sürüp gidiyordu.

Evin içinden, gerilerden bir lamba yaklaştı; ağaçların bazen çizgilediği bazen örtüp kararttığı bir lamba, davul biçimli ve ay renginde kağıttan bir lamba. Uzun boylu bir adamın elindeydi. Işık gözümü aldığı için yüzünü göremedim. Kapıyı açtı ve anadilimde tane tane: “ Görüyorum ki yüce gönüllü Hsi Peng yalnızlığımı paylaşmaya kararlı. Bahçeyi görmek istiyorsunuz herhalde?” dedi.

Elçilerimizden birinin adı olan bu adı tanıdım ve şaşırarak “bahçe mi?” dedim.

“Yolları çatallanan bahçe”

Belleğimde bir şeyler canlandı ve nasıl oldu bilmiyorum, hiç düşünmeden, “Atam Ts’ui Pin’in bahçesi” dedim.

“Atanız demek ki? Şanlı atanız…Girin içeriye.”

Islak patika, çocukluğumda gezdiğim patikalar gibi zikzaklar çiziyordu. Doğudan ve batıdan gelme kitaplarla dolu bir kütüphaneye girdik. Işıklı hanedanın üçüncü hükümdarı tarafından baskıya hazırlanan, ama hiçbir zaman basılmayan Yitik Ansiklopedi’nin ciltlenmiş sıra sıra ciltlerini hemen tanıdım. Gramofonun tablosunda dönen plağın yanında tunçtan bir anka kuşu vardı. Ayrıca famille rose üslubunda bir vazo ve ustalarımızın Acem çömlekçilerinden örnek aldıkları mavi renkte, yüzyıllar öncesinden kalma bir başka vazo daha hatırlıyorum…

Stephan Albert beni gülümseyerek seyrediyordu. Dediğim gibi uzun boylu, yüz çizgileri sert, gri sakallı bir adamdı. ‘Sinolog olmayı aklıma koymadan önce’, Tsientsin’de misyonerlik yaptığını söyledi bana.

Oturduk. Ben uzun alçak bir divanda oturdum, O da pencereye büyük, yuvarlak bir saate sırtını verecek biçimde oturdu. Peşimdekinin Richard Madden’in buraya bir saatten önce varamayacağını hesapladım kafamda. Dönüşü olmayan kararım henüz bekleyebilirdi.

“Şu Ts’ui Pen’in ki de şaşırtıcı bir talih” dedi. Stephan Albert. “ Yerlisi olduğu ilin valisi, astronomi ve astroloji bilgini, yorulmak bilmez din kitapları yorumcusu, satranç oyuncusu, ünlü şair ve hat ustası –bütün bunlardan bir kitap ve labirent kurmak uğruna vazgeçmiş. Hem de zorbalığın hem de adalet dağıtmanın, yatağındaki cariyelerin, şölenlerin, hatta engin bilgisinin zevklerinden bile el etek çekmiş- hepside kendini on üç yıl Duru Yalnızlığın Köşkü’ne kapamak için. Öldüğünde, mirasçıları karmakarışık el yazmalarından başka bir şey bulamamışlar. Belki biliyorsunuzdur ailesi bunları ateşe atmak istemiş ama vasiyetnameyi yerine getirmekle yükümlü olan kişi –Tao’cu ya da Buda’cı bir keşiş- basılmaları gerektiğinde diretmiş.

Biz “Ts’ui Pen’in soyundan gelenler,” diye karşılık verdim, “o keşişi hala lanetle anıyoruz. Bunların basılmasında hiçbir anlam yoktu. Kitap karşıtlıklar içinde bir taslaklar yığını. Bir kere gözden geçirmiştim; kahraman üçüncü bölümde ölüyor, dördüncü bölümde canlı. Ts’ui Pen’in öteki girişimine, labirente gelince…”

“İşte Ts’ui Pen’in labirenti” dedi stephan Albest yüksek, lake boyalı bir yazı masasının üzerini işaret ederek.

“Fildişinden bir labirent” diye bağırdım. “Mümkün olan en küçük labirent öğle mi?”

“Simgelerden kurulu bir labirent,” diye düzeltti. “Gözle görülmez bir zaman labirenti. Bu sırrın çözümü bana, barbar bir İngilize layık görüldü. Aradan yüzyıldan uzun bir süre geçtiği için ayrıntıları yerli yerine oturtmak imkansız; ama olup biteni kestirmek zor değil. Ts’ui Pen birden bire; kitabı yazmaktan vazgeçiyorum demiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitapla labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş. Duru Yalnızlığın Köşkü, belki de yolları son derece karmaşık bir bahçenin tam ortasında duruyordu; bu durum mirasçılara gerçek bir labirentin varlığını düşündürmüş olabilir. Ts’ui Pen öldü; sahibi olduğu o uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan hiç kimse bir labirente rastlamadı; romandaki karışıklıkların bana labirentin romanın kendisi olduğunu düşündürdü. İki ipucu meselenin doğru çözümünü buldurdu bana. Biri: Ts’ui Pen’in gerçek anlamıyla sonsuz bir labirent yaratacağı yolundaki garip söylenti. Öteki: ele geçirdiğim bir mektubun parçası.”

Albert ayağa kalktı, bir an sırtını döndü; siyah ve altın renkli yazı masasının çekmecesini açtı. Benden yana döndüğünde elinde bir zamanlar kızıl renkli olan, ama artık pembeye dönmüş, tekrar tekrar katlanıp açılmaktan zar gibi incelmiş bir kağıt tutuyordu. Ts’ui Pen hattat olarak haklı bir ün kazanmıştı. Kendi kanımdan bir adamın minicik bir fırçayla yazdığı şu sözleri anlamadan, yutarcasına okudum; Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsini değil) bırakıyorum. Tek söz söylemeden kağıdı geri verdim. Albert sözlerini sürdürdü:

“Bu mektubu bulmadan önce kendi kendime bir kitabın nasıl sonsuz olabileceğini sormuştum. Dönümlü, dairevi bir ciltten başka bir şey gelmedi aklıma. Son sayfası ilk sayfayla eş olan, dilediğince sürüp gitme olasılığını içeren bir kitap. 1001 gece masallarının tam ortasına rast gelen o geceyi de hatırladım; hani Şehrazat (el yazmasını kaleme alanın büyülü bir gaflet anı sonucunda) 1001 Gece Masalları’nı başlatan masalı, yani ‘Şehrazat’ın sultana masal anlatması masalını’ kelimesi kelimesine anlatmaya başlar da böylece sonsuza kadar tekrar tekrar başa dönmeyi göze almış olur ya… Sonra babadan oğula geçen, geçerken de her bir kişinin yeni bir bölüm eklediği, ya da atalarının yazdığı sayfaları sofuca bir dikkatle düzelttiği Platon’cu bir metni de düşündüm. Bu varsayımlarla oyalandım bir süre; ama bunlardan hiçbirisinin Ts’ui Pen’in kitabının birbiriyle çelişen bölümleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Zihnim böyle karmaşıkken Oxfort’dan sizin de gözden geçirdiğiniz el yazması geldi. O cümle de dikkatimi çekmişti elbet: Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum. Daha ilk bakışta anladım: ‘Yolları çatallanan bahçe’, o karmaşık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallanmanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. Eseri iyice bir okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçeneklerle karşılaştığında bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; Ts’ui Pen’in kurgusal eserindeyse yazar - aynı anda- hepsini birden seçiyordu. Yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması bu işte. Diyelim ki Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang araya giren bu adamı öldürebilir, araya giren adam Fang’ı öldürebilir, ikisi de kaçıp kurtulabilir, ikisi de ölebilir falan filan. Ts’ui Pan’in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biride başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazen, bu labirentin yolları kavuşur; örneğin, siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum. Düzelmek bilmeyen Çincemin kusuruna bakmazsanız birkaç sayfa okuyalım.”

Lambadan gelen ışığın parlak yuvarlağı içindeki yüzü, kuşku yok ki yaşlı bir adam yüzüydü: ama bu yüzde inatçı, hatta ölümsüz bir şeyler vardı. Yavaşça olanca dikkatiyle aynı destansı bölümün iki yorumunu okudu. Birincisinde bir ordu ıssız bir dağın ortasından savaşa yollanıyordu; kayalarla gölgelerin ürkünçlüğü askerlerin yaşamlarını hiçe saymalarına yol açıyor ve düşmanı kolayca yeniyorlardı. İkincisinde, aynı ordu büyük bir şölenin yapıldığı bir sarayı bir uçtan ötekine geçiyordu; görkemli savaş onlara eğlentinin devamıymış gibi geliyor ve düşmanı yeniyorlardı. Bu eski metinleri gereken saygıyla dinledim; belki de asıl şaşırtıcı olan, metinlerin kendilerinden çok benim kanımdan biri tarafından yaratılmış ve çetin serüvenler sonucunda, Batı dünyasındaki bir ada üzerinde, uzak bir krallığın hizmetkarı tarafından bana aktarılıyor olmalarıydı. Her iki yorumda da gizli bir buyruk gibi yinelenen şu son sözleri hatırlıyorum: İşte böyle dövüştü kahramanlar; övülesi yürekleri huzur içinde, kılıçları kıyıcı, ölmeye ve öldürmeye yeminliydiler.

O andan sonra kendimde ve karanlık gövdemin içinde elle tutulamaz, gözle görülmez bir kıpırdaşma hissettim. Birbirine koşup ilerleyip sonra ayrışan, derken birbirinin içinde eriyip giden orduların yarattığı değilse bile, bunların esinlediği, anlatılmaz, çok derin bir sıkıntısıydı bu. Stephen Albert sözlerini sürdürdü:

“Şanlı atanızın bu çeşitlemeleri boşu boşuna kurcaladığını sanmam. On üç yılını bıkıp usanmadan bir retorik oyunu kurmaya adaması akla yakın gelmiyor. Sizin ülkenizde roman, edebiyatın dallarından biridir; Ts’ui Pen son derece usta bir romancı ama aynı zamanda da kendini yalnızca romancı olarak görmeyen bir edebiyat adamıydı. Çağdaşlarının tanıklığı onun metafizik ve mistik ilgileri olduğunu gösteriyor- yaşamı da bunun bütünüyle doğrular nitelikte. Romanın büyük bölümü felsefi tartışmalarla dolu. Karşısına çıkan bütün meseleler arasında, zamanın bir uçurumu andıran sonsuzluğu kadar kafasını uğraştıran hiçbir mesele olmadığını biliyorum. Oysa Yolları Çatallanan Bahçe’nin sayfalarında karşımıza çıkmayan tek mesele bu. Zaman sözünü bile kullanmıyor. Bu sözcükten bile bile vazgeçmesini nasıl açıklıyorsunuz?”

Çeşitli açıklamalar önerdim -hepside doyurucu olmaktan uzaktı.- Bunlar üzerinde tartıştık. Stephen Albert dedi ki:

“Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?”

Bir an düşündükten sonra cevap verdim: “satranç sözcüğü!”

“Tam üstüne bastınız,” dedi Albert. “Yolları Çatallanan Bahçe konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. Bir sözcüğü hiç kullanmama, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak, onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur. İmalarla yazan Ts’ui Pen’in bitip tükenmez romanının dolambaçlarında yeğlenen dolaylı yöntem de budur işte. Yüzlerce el yazmasını karşılaştırdım, yazarlarının dikkatsizliği sonucu ortaya çıkan yanlışları düzeltim, bu kaosun iç yapısını kestirmeye çalıştım; ilk baştaki düzenini yeniden kurdum- evet, yeniden kurdum sanıyorum- eseri tümüyle ‘çevirdim’; ‘zaman’ sözcüğünü bir kere bile kullanmadığı açık. Bunun nedeni ortada; Yolları Çatallanan Bahçe, Ts’ui Pen’in algıladığı biçimiyle evrenin belki tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür. Newton’la Schopenhauer’in tersine, atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır. Biz bu zamanların bir çoğunda var olmayız; bazılarında siz var olursunuz, ben olmam; ötekilerde ben var olurum, siz var olmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben var olmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama ben bir aldatmaca, bir hayaletim.”

“Her birinde,” dedim sesimin titremesine engel olamayarak, “size teşekkür borçluyum ve Ts’ui Pen’in bahçesini eksiksiz biçimde kurduğunuz için size büyük bir saygı duyuyorum.”

“Hepsinde değil,” diye mırıldandı gülümseyerek. “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.”

Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen nemli bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert’le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerle gizli ve etkindik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğinde karabasan çözülüp yok oldu. Bu sarı ve siyah bahçede bir tek adam vardı; ama bu adam bir heykel kadar sarsılmazdı…Bu adam bahçenin yolu boyunca ilerliyordu ve Yüzbaşı Richard Madden’di.

“Gelecek şu anda var oluyor,” karşılığını verdim, “ama ben dostunuzum sizin. Şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?”

Albert ayağa kalktı. Upuzun boyuyla ayakta durarak yüksek masanın çekmecesini açtı; o an sırtı bana dönüktü. Tabancayı doğrultmuştum. Olanca dikkatimle ateşledim. Albert gık demeden hemen yere yıkıldı. Onun o an öldüğüne yemin ederim- bir şimşek çakmıştı sanki.

Gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten. Madden içeriye daldı, beni tutukladı. Darağacına yollayacaklar beni. İntikamımı en pis biçimde aldım; saldırmaları gereken kentin gizli adını Berlin’e bildirdim. Dün bombaladılar; haberi, Yu Tsun adlı bir yabancı tarafından öldürülen ünlü Sinolog Stephen Albert’i saran esrar perdesini tüm İngiltere’ye duyuran gazetelerde okudum. Şef esrarı çözmüştü. Derdimin (savaşın gürültüsü patırtısı arasında) Albert adlı kente işaret etmek olduğunu, bunu yapmak içinde aynı adı taşıyan bir adamı öldürmekten başka yol bulamadığımı biliyordu. Sayısız pişmanlıklarımla bıkkınlıklarımı ise bilmiyor- hiç kimse de bilmez zaten.

Üvercinka, Cemal Süreya

Üvercinka

böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
en uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
bütün kara parçalarında
afrika dahil

aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
yatakta yatmayı bildiğin kadar
sayın tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
bütün kara parçaları için
afrika dahil

senin bir havan var beni asıl saran o
onunla daha bir değere biniyor soluk almak
sabahları acıktığı için haklı
gününü kazanıp kurtardı diye güzel
birçok çiçek adları gibi güzel
en tanınmış kırmızılarla açan
bütün kara parçalarında
afrika dahil

birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
iki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
bütün kara parçalarında
afrika dahil

burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
aklıma kadeh tutuşların geliyor
çiçek pasajında akşamüstleri
asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
bütün kara parçalarında
afrika hariç değil

Biliyorum Sana Giden

biliyorum sana giden yollar kapali
ustelik sen de hic bir zaman sevmedin beni

ne kadar yakindan ve arada ucurum;
insanlar,evler,aramizda duvarlar gibi

uyandim uyandim, hep seni dusundum
yanliz seni, yanliz senin gozlerini

sen bayan nihayet, sen olumum kalimim
ben artik adam olmam bu derde duseli

simdilerde bir kopek gibi kosuyorum ordan oraya
yoksa gururlu bir kisiyim aslinda, inan ki

animsamiyorum yari dolu bir bardaktan su ictigimi
ve icim goturmez kenarindan kesilmis ekmegi

kac kez sana uzaktan baktim 5.45 vapurunda;
hangi sarkiyi duysam, bizimcin soylenmis sanki

tek yanli ask kisiyi nasil aptallastiriyor
nasil unutmusum senin bir baskasini sevdigini

cocukca ve seni uzen girisimlerim oldu;
bagisla bir daha tekrarlanmaz hicbiri

raslasmamak icin elimden geleni yaparim
bu boyle pek de kolay degil gerci...

alisirim seni yalniz duslerde oksamaya;
bunun verdigi mutluluk da az degil ki

cikar giderim bu kentten daha olmazsa,
sensizligin bir adi olur, bir anlami olur belki

inan belli etmem, seni hic rahatsiz etmem,
son istegimi de soyleyebilirim simdi:

bir geceyarisi yaziyorum bu mektubu
yalvaririm onu okuma carsamba gunleri


Güzelleme

bak bunlar ellerin senin bunlar ayaklarin
bunlar o kadar güzel ki artik o kadar olur
bunlar da saclarin iste aksamdan cozulu
bak bu sensin cocugum enine boyuna
bu da yatak olduguna gore aramizdaki
sabahlara kadar koynumda yatmissin
bak bende yalan yok vallahi billahi
sen o kadar guzelsin ki artik o kadar olur

ista bak sen gozlerin de burda
gozlerinin ucu da burda yasamaya alisik
iyi ki burda yoksa ben ne yapardım
bak cocugum kollarin iste ciplak iste
bak gizlisi saklisi kalmadi gunumuzun
gozlerin sabahin sekizinde bana acik
ne gunah islediysek yari yariya

sen asil bunlara bak bunlar dudaklarin
bunlarin konusmasi olur opulmesi olur
seni usulca opmustum ilk optugumde
vapurdaydik vapur kiyidan gidiyordu
uc kulac oteden istanbul gidiyordu
uzanmıs seni usulca opmustum
hemen yanimizdan baliklar gidiyordu

Beni Öp Sonra Doğur Beni

şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.

ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.

taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.

ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
dağ: güneş iskeleti.

tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.

kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
- uykusuzluğun sütlü inciri -
kovanlara sızmıyor.

annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.

Önceleyin

once bir ellerin vardi yasnizligimla benim aramda
sonra birden kapilar açiliverdi ardina kadar
sonra yuzun onun ardindan gozlerin dudaklarin
sonra her sey çikip geldi

bir korkusuzluk aldi yurudu çevremizde
sen çikardin utancini duvara astin
ben masanin ustune kodum kurallari
her sey iste boyle oldu once

Aşk

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin

Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların
dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.


11 Şubat 2009 Çarşamba

Karamazov Kardesler,Dostoyevski


Dünyanın değişebilmesi için önce insanların değişmesi gerekir. Herkes birbirinin gerçek kardeşi olmadığı sürece insanların kardeşliğinden söz edilemez. Kişioğlunun yaratılışı, hakkına razı olmaya bırakmaz onu hiçbir zaman. Bu yüzden herkes kendine verileni az bulup homurdanacaktır her zaman. Başkalarını çekemeyecek, onları yok etmeye çalışacaktır. Bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorsunuz. Gerçekleşecek ama önce kişioğlunun yalnızlaşma çağının sona ermesi gerekmektedir.” –“Hangi yalnızlaşmadan söz ediyorsunuz?” diye sordum. “Şimdi, özellikle bu son günlerde giderek her yerde yaygınlaşan yalnızlaşmadan. Henüz tam başlamadı, zamanı gelmedi... çünkü şimdi herkes kişiliğini tam olgunluğa erdirmek, hayatı tanımak çabasındadır. Ne var ki olgunlaşacağız derken evrende yapayalnız olduklarını gördükleri için, bu çabaları kendi kendilerini yok etmekle sonuçlanır. Çünkü günümüzde herkes kopmuştur toplumdan, kendi kabuğuna çekilmiştir. Herkes birbirinden uzaklaşıyor, saklayabildiğince şeyi de kendine saklıyor. Sonunda insanlardan kaçmaya başlıyor kişi. Kendi başına para biriktirirken şöyle düşünüyor: “Şimdi ne güçlüyüm! Hiçbir şeyden korkum yok artık!” Oysa ne denli zengin olursa, onu yok edecek güçsüzlüğün içine o denli gömüldüğünü bilmez çılgın. Çünkü tek kendine güvenmeye alışmıştır. Toplumdan kopmuş, ruhuna, insanların yardımına inanmamayı, insanlardan bir şeyler beklememeyi öğretmiştir. Paralarının, onların ona verdiği hakların kaybolmasından korkar yalnızca. Çağımızda insanlar gülünç bir inatla, kişiliğin gerçek güvenliğinin, yalnız başına çalışmakta değil, tüm insanlığın beraberliğinde olduğunu anlamamakta diretiyorlar. Ama hiç kuşku yok ki, bir gün gelecek, bu ürkünç yalnızlık da sona erecek, insanlar birbirlerinden kopmalarının anlamsızlığını bir anda anlayacaklar. Bunca zaman karanlıkta nasıl oturduklarına, ışığı göremediklerine şaşacaklar.

17 Ocak 2009 Cumartesi

2001: Bir Uzay Efsanesi, Arthur C.Clarke


Tüm Galaksi'de, "bilinç"ten daha değerli bir şey bulamadıklarından, onun her yerde doğması için çaba gösterdiler. Yıldız tarlalarının çiftçileri oldular; ektiler, bazen de biçtiler.
Bazen de soğukkanlılıkla zararlı otları ayıkladılar.
Bin yıllık bir yolculuktan sonra araştırma gemisi Güneş Sistemi'ne girdiği zaman dev dinozorlar çoktan yok olmuştu. Gemi donmuş dış gezegenleri geçti ve ölmekte olan Mars'ın çöllerinde biraz durarak Dünya'ya baktı.
Kaşifler altlarında yaşam belirtileriyle dolu bir gezegenin uzandığını gördüler. Yıllarca çalışmış, toplamış, sınıflandırmışlardı. Öğrenebilecekleri her şeyi öğrendiklerinde uygulamaya başlamışlardı. Karada ya da denizde yaşayan birçok türün kaderleriyle oynadılar. Fakat hangi deneylerinin başarıya ulaştığını en azından bir milyon yıl boyunca öğrenemeyeceklerdi.
Sabırlıydılar; ancak henüz ölümsüz değildiler. Yüz milyar yıldızın bulunduğu bir evrende yapacak daha çok şey vardı ve bir çok gezegen onları bekliyordu. Bu yüzden bir kez daha bu yoldan geçemeyeceklerini bilerek boşlukta ilerlediler.
Aslında tekrar geçmelerine gerek de yoktu. Bıraktıkları uşaklar gerisini halledeceklerdi.
Dünya'da Buzul çağı başlamış ve bitmişti; bu arada değişmeyen Ay sırrını taşımaya devam ediyordu. Kutup buzullarından bile daha yavaş bir hızla, uygarlık gelgitleri Galaksi boyunca alçaldı ve yükseldi. Garip, güzel ve korkutucu imparatorluklar kuruldu, yıkıldı ve sonraki nesillere bilgilerini aktardılar. Dünya unutulmamıştı ancak ikinci bir ziyaret pek gerekli değildi. Dünya, çok az konuşma yeteneği kazanabilecek milyonlarca sessiz gezgenden biriydi.
Ve şimdi yıldızların arasında, evrim yeni hedeflere doğru ilerliyordu. Dünya'nın ilk kaşifleri et ve kan sınırına çoktan ulaşmışlardı. Makineleri vücutlarından daha iyi duruma gelir gelmez de taşınmaya başlayacaklardı. Önce beyinleri sonra da yalnızca düşüncelerini metal ve plastikten yapılmış yeni kusursuz evlerine yerleştirdiler.
Bunların içinde, yıldızların arasında dolaştılar. Ondan sonra da uzay gemisi yapmadılar. Kendileri uzay gemisiydiler.
Ancak makine-varlıkların devri de çabucak geçti. Bitmek bilmeyen deneyleri sırasında, bilgilerini uzayın kendi bünyesinde depolamayı ve düşüncelerini sonsuza dek donmuş ışık kafeslerinde korumayı öğrenmişlerdi. Sonunda maddenin egemenliğinden kurtulup ışınım yaratıklarına dönüşebildiler.
Böylelikle kendilerini saf enerjiye dönüştürdüler. Binlerce gezegende açtıkları boş yuvalar ölümün umursamaz dansıyla titredi ve paslanıp ufalandılar.
Artık Galaksi'nin efendisiydiler ve zamanın yakalayamayacağı kadar ötesindeydiler. Dilediklerinde yıldızlar arasında dolaşabiliyorlar ve uzay boşluğuna ince bir sis gibi çökebiliyorlardı. Ancak tanrısal güçlerine rağmen özlerini, yok olmuş bir denizdeki ılık balçığı unutmamışlardı.
Ve hala atalarının uzun zaman önce başlattıkları deneyleri gözlüyorlardı.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin ( bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp ratlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.
...
Uzan bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.
...
Peki hayatı önemsemeyeceksek, neyi önemseyeceğiz? Hayat yüce Tanrının asla iki kere bağışlamadığı tek nimettir.
...
"Gönül vermişsen bir köpeğin kıçına
Sanırsın sanki kıç değil, benzer gülistana."
...
Nasıl ki zeki bir insan, bir başka zeki insana aptal görünmekten korkmazsa, seçkin bir adam da, seçkinliğinin, büyük bir soylu tarafından değil, kaba saba bir köylü tarafından anlaşılmamasından korkar. Dünya kurulduğundan beri insanların göze aldığı zihinsel çabaların ve bol keseden savurdukları kibirli yalanların dörtte üçü, kendilerinden daha aşağı seviyede bulunan kişiler uğruna harcanmıştır ve aslında kendilerini küçültmekten başka işe de yaramamıştır.
...
Swaan, birlikte vakit geçirdiği kadınları güzel bulmaya çalışmaz, güzel bulduğu kadınlarla birlikte vakit geçirmeye gayret ederdi.
...
Gençlikte, aşık olduğumuz kadının kalbine sahip olmayı hayal ederiz; daha ileri yaşlarda, bir kadının kalbine sahip olduğumuzu hissetmek, ona aşık olmamıza yetebilir.
...
İki sevgiliden birinin aşırı derecedeki sevgisini göstermesi, diğerini, yeterince sevmekten temelli bağışık tutar.
...
Zihnini asla yaklaştırmadığı bir alan, düşüncelerini, önünden geçmesinler diye, gerekirse uzun, dolambaçlı bir mantık çizdirerek uzaklaştırdığı bir bölge vardı: mutlu günlerin anılarının bulunduğu bölge.
...
Açık vermek istemediği insanların yanında hep erdemli görünen ahlaksız kişi, boyutlarındaki sürekli artışı kendisinin fark edemediği ahlaksızlıklarının, giderek kendisini normal yaşayışların ne kadar dışına çıkardığını kestirecek ölçüden yoksundur.
...
Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer!
...
Bizi hep üzmüş olan bir insanın davranışlarının samimi olmamasını arzu etsek de, bu davranışların geleceğe tuttuğu ışık karşısında arzumuzun eli kolu bağlanır ve söz konusu insanın gelecekteki davranışlarının ne olacağını arzumuza değil, bu ışığa sormamız gerekir.

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

"Alışkanlık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çekmesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkanlarıyla sınırlı kalan zihnimizin, bize içinde yaşanabilecek bir barınak sunamayacağı için, herşeye rağmen bulduğu zaman sevindiği, o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!"

"Hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından bakıldığında bile, insan, herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği, maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz, başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir."

"Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için, acırdı."

"Ne faziletler var ki Tanrım, bizi nefret ettirdin! Ne kadar güzel!"




25 Aralık 2008 Perşembe

Bir kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini iletti. Görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. Sihirbaz ona bir camgöz verdi.Adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırlatıldığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. Adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. Fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. Bu yüzden sihirbaz onu sarayında kırk gün ağırlamaya karar verdi. Gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. Günler ve gecelerce kadını düşündü taşındı. Sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri dönü. Kadın, o sırada içeride kendini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. Böylece adam kadını doya doya seyretti. Ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı.Bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. Fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. İntikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtı;p dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. Resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. Sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar


“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu.

Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı.

Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkta tıpkı bir baykuş gibi görmeye başladı. O gece hiçbir yere takılıp sendelemeden tam beş evi soydu ve ağzına kadar altın gümüşle dolu çuvalı evine taşırken güneş yükseliverdi: Zavallı hırsız, gün doğar doğmaz bir kör olmuştu. El yordamıyla evine gitti. Verdiği karara bin pişman olarak, gece olunca sihirbazın sarayına tekrar vardı ve ondan içine düştüğü zor durumdan kendisini kurtarmasını rica etti. Haline acıdığı için sihirbaz ona büyülü bir fener verdi. Fener ışık yerine karanlık saçarak onun gündüzleri de görmesini sağlayacaktı. Ama bu kez, onun saçtığı karanlık nedeniyle çevrede buluna diğer insanlar hiçbir şey göremeyeceklerdi.

Aldığı bu hediyeye sevinen hırsız, gündüzleri meyhaneye bu fenerle gidip gelmeye başladı. Gelgelelim, onun yaydığı karanlık nedeniyle yarenleri hırsızı görüp tanıyamadılar. Bütün bunlardan sonra o, karanlıkta kendisi görürken arkadaşlarının onu göremeyeceğini, aydınlıkta da arkadaşları onu görürken kendisinin onları göremeyeceğini anlayıverdi.

Sonunda para pul hırsı nedeniyle yapayalnız kaldığını kavradı. Böylece altın ve gümüşler içinde, ama tek başına, mutsuz bir hayat sürdü.

Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar



“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar”

İçinde babası Uzun İhsan Efendi olduğu halde, Galata rıhtımında bıraktığı fıçının bir gemiye yükleneceğinden ve bu geminin de ertesi sabah Cebelitarık’a doğru yelken açacığından habersiz olan Bünyamin, tam gece yarısı Ebrehe’nin huzurundaydı. Hınzıryedi efendisinin elini öptükten sonra çekip gitmişti. Bulundukları elkimya odasındaki civa buharı ve kükürt dumanı delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Oda da üç kişi çalışıyordu. Bunlardan biri odadaki üç zosimos ocağından birinin başında bir imbiğe zaç yağı dolduruyor, öteki ise zemindeki gübre havuzunda beklettiği zincifrenin yeterince mayalanıp mayalanmadığını denetliyordu. Buyurgan tavrına bakılırsa kıdemce onlardan üstün olduğu anlaşılan üçüncüsü ise adamların yaptığı işlerin yolunda gidip gitmediğini inceliyor ve yeri geldikçe emirler vererek onları yönlendiriyordu. Duvarlarda ki raflarda, sülyen, şap, mürdesenk, havacıva, göztaşı, tebeşir, zincifre ve daha nice maddeyle dolu kavanozlar sıralıydı. Zaç yağı, kezzap, tizap ve tuzruhu ise cam şişelerde muhafaza ediliyordu. Ocakların üzerindeki imbikler, erişilmek istenen maddenin doğup ortaya çıkmasını kolaylaştırmak için dölyatağı şeklinde imal edilmişlerdi. Ebrehe, gördüklerinden etkilenmişe benzeyen Bünyamin’e,

- Geldiğinden beri bu tuhaf mekanın nasıl bir yer olduğunu merak ediyorsun herhalde dedi. Belki de burada altın yapmayı amaçladığımızı sanıyorsun. Öyle değil mi?

Delikanlı,

- Bundan pek o kadar emin değilim diye cevap verdi, ‘Altını kazanmak ya da gaspetmek mümkün iken sizin böyle bir işe girişeceğinizi sanmıyorum.’

- Çok şey biliyormuş gibi konuşuyorsun. Ancak fazlasıyla silik birisin. Ağzından çıkan sözler beni şaşırtıyor, sanki biri bu sözleri kulağına fısıldıyor gibi. Kim bilir belki de birinden ilham alıyorsun.

Bünyamin’in aklına nedense babası Uzun İhsan Efendi geldi. Elkimya cehenneminden bir an önce gidip, rıhtımda babasını kurtarmak istiyordu. Ama içindeki bir dürtü onu, Ebrehe’nin amaçlarını öğrenmeye zorlamaktaydı.

- Peki burada ne elde etmeye çalışıyorsun diye sordu.

Büyük efendinin neşesi yerine gelmişti. Bu soruyu işitince gözleri parladı ve delikanlıya,

- Tabiatta yedi çeşit cisim olduğunu bilirsin mutlaka dedi. Ancak, altın, gümüş, kükürt, kalay, bakır, kurşun ve harısiniden ibaret olan bu yedi cisim yanında bir sekizincisinin olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde etmeye çalışıyoruz.

- Elkimyacıların aradığı filozof taşı olmasın bu?

- Hem evet, hem hayır. Fakat birçok bilgin, filozof taşıyla belki de bizim aradığımız şeyi kasdetmiş olabilir.

- Peki sizin aradığınız bu sekizinci cisim ne?

Ebrehe bu soruyu işitince duraksadı. Sanki bir sırrı verip vermemekte tereddüt ediyordu. Neden sonra gülümsedi ve fısıltıyla,

- “Yaratılmamış olan” dedi. “Biz yaratılmamış olanı arıyoruz...”

Bu cevap Bünyamin’i afallattığında, sözlerin bıraktığı etkiyi gören Ebrehe’nin memnuniyeti okunuyordu. Delikanlının kafasını iyice karıştırıp, kendi karanlık gölgesini onun zihnine sokmaya oldukça kararlıydı. Sözlerini şöyle sürdürdü.

- Bu deyim seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum. ‘Yaratılmamış olanı’ anlaman için ‘yaratılmış olan’ ile kesdedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için ‘yaratılmış olan’ kumaş iken, ‘yaratılmamış olan’ ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne ‘yaratılmamış olan’, ipliğe de ‘yaratılmış olan’ diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı ‘yaratılmış olan’ diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için ‘yaratılmamış olandır.’ Elkimyacı için de durum buna benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şekilde zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi, kibritte lap taşından oluşur. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı.

- Elbette varolmayandan yarattı.

- Öyleyse üzerindeki elbise nasıl ki yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna yaratılmamış olan diyoruz.

- Ve onu varlığa getirmeye çalışıyorsunuz.

- Hayır öyle denemez. Zorda olsa, elbiseni iplik haline getirmek ve ipliği de yüne dönüştürmek mümkün. Bu işleme ‘yok etme’ denir. Biz sadece, Tanrı’nın yaratım aşamasını tersine izleyerek, yaratılmamış olana, boşluğa erişmeye çalışıyoruz.

- Onu yeniden, bu kez kendi istediğiniz biçimde yaratmak için mi?

- Hayır. Bize onun kendisine gerekli. Sen hiç ‘boşluğa tapanları’ duydun mu?..

- Boşluğa tapanlar mı?..

- Bunlar bir Frenk tarikatıdır. Yaratılmamış olanın, yani boşluğun gücünü gören insanlar. Onlarla hiçbir ilgisi olmayan Fon Gerike adlı biri tarikat sırlarını keşfettiği için ateş püskürüyorlar. Adını söylediğim bu bilgin Magdeburg’da bir deney yaptı. Madeni iki yarım küreyi birleştirip içindeki havayı tulumbalarla boşaltarak boşluğu meydana getirdi. Böylece yapışan her bir yarımküredeki halkalara altışar at bağlatıp onları kırbaçladı. Tam on iki at, boşluk nedeniyle birbirlerine yapışan iki yarımküreyi ayırmayı başaramadı. Bu da boşluğun gücünü kanıtlar.

- İnanılması gerçekten zor.

- Ama doğru. Bununla birlikte, böylece meydana getirilen boşluk bizim işimize yaramaz. Çünkü biz, daha doğrusu ben, kendisinden dünyanın meydana geldiği asıl boşluğa erişmek istiyorum.

- Peki amaçladığın bu şeye eriştin diyelim. Onu ne yapacaksın?

- İşte şimdi bambaşka bir konuya geçiyoruz. Eline bir taş alıp fırlatırsan ne kadar hızlı gider sence?..

- Benzetmeyle ifade etmek gerekirse, bir kırlangıç kadar hızlı gideceğini söyleyebilirim.

- Peki neden daha hızlı, mesela sonsuz bir hızla gitmez?

- Çünkü o havanın içinde yol alır ve hava ona direnç gösterir. Bu direnç olmasaydı belki sonsuz bir hızla gidebilirdi.

- Şimdi havanın olmadığını ve taşın boşlukta fırlatıldığını farzet. Bu durumda ne diyebilirsin?

- Yoksa sonsuz hızın mı peşindesin?

- Bu soruya cevap vermek için henüz erken. Aristotales Fizik adlı eserinde, boşluğun olmadığını, eğer olsaydı boşlukta yol alan bir cismin sonsuz hıza erişeceğini, bunun da imkansız olduğunu söyler. Oysa bana göre boşluk var. Bunu adım gibi biliyorum. Böylece sonsuz hız da mümkün. Yaratılmamış olanın gücünü görebiliyor musun? Boşluğun gücünü on iki atınkiyle kıyaslamak onu küçültmek sayılır. O sandığımızdan da güçlü. Bu yüzden ona tapanların sayısı hızla artıyor. Yakında belki bütün insanlar boşluğun, dünyanın maddesi, malzemesi olduğunu görecekler.

- Boşluktan, sanki o imbikle damıtılabilir ya da işlem görebilir bir maddeymiş gibi bahsediyorsun.

Doğru bundan eminim.

Ebrehe bıraktığı izlenimden memnundu. Akla sığmaz açıklamalarıyla kafasını karıştırdığı delikanlıyı, üstelik bir de odayı kaplayan cıva buharının sersemlettiğini görüyor, ve gülümsemesinde büyük bir kibir okunuyordu. Şartlar onu her ne kadar kurbanını ağına düşürdüğünü gizlemeye zorlarsa zorlasın, yine de içinde belirsiz bir endişe vardı. Hayatını kurtaran bu delikanlıya gereğinden fazla önem verdiğini hissediyor ama bunun nedenini kendine yeterince açıklayamıyordu. İçinden bir ses ona, avucuna aldığını sandığı delikanlının meçhul bir şey tarafından korunduğunu söylese de, sahip olduğu büyük güçler Ebrehe’nin bu sesi dinlemesine engel oluyordu. Oysa Büyük Efendi hissettiği sıkıntıyı biraz deşseydi, iktidarın acizlik, güçsüzlüğün ise dirim çağrışımlarıyla yüklü olduğunu farkedecek ve Bünyamin’in kendisine karşı taşıdığı üstünlüğü biraz olsun anlayabilecekti.

Sanki tasarlanmış bir oyun gibi, güneşin doğmasına dört saat varken Ebrehe değerlendirmesi zor bir şey yapacaktı. Duvar saatine baktıktan sonra,

- Namaz vakti gelmiş. İzin verirsen sabah namazımı kılmak istiyorum dedi.

Büyük Efendi seccadesini yere serip namazını kılmaya hazırlanırken Bünyamin meseleyi henüz anlayabilmiş değildi. Çünkü odanın kirli havası onu adamakıllı sersemletmişti. Üstelik ocaklardaki ateşin harıltısı, imbiklerin fokurtusu ve Ebrehe’nin dua fısıltıları onun düş ile gerçeği karıştırmasına yol açıp kafasını bulandırmaya devam ediyordu. Biraz olsun kendine gelebilmek için odayı dolaşmaya başladı. Fakat bu sırada gözüne bir şey çarptı. Bu, sırmalı bir Şam kumaşıyla örtülmüş, dört ayaklı ve şekil itibariyle mangalı andıran bir eşyaydı. Bununla birlikte onun mangal olması pek mümkün değildi. Çünkü üzerindeki kumaşın fiatı su içinde en az elli filuri olmalıydı. Sağında şifreli metinleri okumaya yarayan o tuhaf cihaz, solunda ise bir gemici pusulası vardı. Delikanlı önce pusulaya, sonra da namazı kılmaya devam eden Ebrehe’ye baktı. Kafası iyice karışmıştı. Duvar saatine bakmayı akıl ettiğinde ise zihni adamakıllı bulandı. Büyük Efendi ibadetini bitirene kadar, Bünyamin ne kadar düşündüyse de işin içinden çıkamadı. Sonunda ona,

- Namazını yanlış zamanda, yanlış yöne dönerek kıldın. Dedi. Elbette eğer bu pusula ile bu saat bozuk değillerse. Çünkü kıble yerine tam kuzeye secde ettin.

Ebrehe tam da bu sözleri bekliyormuş gibi şaşırmadı. Bununla birlikte delikanlıya bir açıklama yapmaktan kaçınarak,

Bunun üzerinde durmanın sırası değil dedi, Gördüğün her şeyi merak etmeni anlayışla karşılıyorum. Ne var ki soruların cevabını öğrenebilmen için önce buna layık olduğunu göstermen gerekir. İçimden bir ses seni sınava çekmemi söylüyor. Belki de aynı ses sana bütün soruların cevabını fısıldayabilir. Ama belki de böyle bir yola başvurmadan bizzat sen bütün cevapları öğrenebilecek kadar güçlüsündür. Gerçekten güçlü müsün? Herhalde bunu hem sen, hem de ben bilmek istiyoruz. Arzu edersen bunu ölçebiliriz. Şu tezgahın üzerindeki gürzü görüyor musun? Değme babayiğit onu yerinden bile kıpırdatamaz. Sen denemek ister misin?

Sağlam ve sert tahtalardan yapılmış tezgahın başına gittiler. Üzerindeki darbe izleri ve yanıklara bakılırsa uzun yıllardan bu yana ağır işlerde kullanıldığı anlaşılan tezgahta tuhaf bir gürz vardı. Kol boyunda ve iki parmak kalınlığında demirden bir mille, bu milin ucuna raptedilip madeni bir kafesle korunmuş demir bir tekerlekten ibaretti. Tekerleğin ağırlığı yirmi okkadan fazla görünüyordu ve mili üzerinde kolayca döndürülen bu tekerleğe, üzerine sağlam bir ip dolanmış bir kasnak eklenmişti.

Ebrehe çatlak sesiyle,

Haydi! Bu gürzü kaldırmayı dene, diye bağırdı.

Bu iş imkansız görünmesine rağmen Bünyamin denileni yapmaya çalıştı. Fakat kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın başaramadı. Bunun üzerine Ebrehe yardımcılarını çağırdı. Gelen adamlar üç kişi oldukları halde gürzü güç bela kaldırıp, verilen emir üzerine, yanyana duran iki mengeneye milinden sıkıştırdılar. Bu işi başardıktan sonra tavandan sarkan bir zincire asılıp binbir güçlükle çekmeye başladılar. Zincir, tavandaki iki makaradan geçirilip en az yüz elli okka gibi görünen bir kurşun ağırlığa bağlanmıştı. Adamlar bu ağırlığı kaldırınca, Ebrehe gürzün kasnağına sarılı ipin ucunu zincirin halkalarından birine bağladı. Adamlar zinciri bırakır bırakmaz ağırlık düştü ve mengeneye kıstırılmış mile bağlı tekerlek, tıpkı bir topaç gibi fırıl fırıl dönmeye başladı. Ebrehe gürzün milini tuttuktan sonra mengeneleri gevşetti ve ucundaki o ağır tekerlek fırıl fırıl döndüğü halde, Bünyamin’in kaldırmayı başaramadığı bu tuhaf aleti cılız koluyla yavaş yavaş havaya kaldırdı. Fakat delikanlı şaşırmamıştı Ebrehe’ye.

- Göz boyamak için fena yöntem değil dedi, Topaç yasasına göre işleyen bir alet bu. Merkezkaç kuvveti tekerleğin ağırlığını ortadan kaldırıyor. Bu haliyle onu bir çocuk bile kaldırabilir.

Delikanlının küstahça sözleri karşısında Ebrehe’nin gözlerinde bir an şeytanca parıltılar belirmişti. Fakat bu nefret belirtileri göründükleri kadar çabuk kayboluverdiler. O ise, elindeki gürzü adamlarına teslim ettikten sonra eskisi gibi gülümsemeye başlamıştı.

- Senin, tanımadığım biri tarafından meçhul bir amaçla bana gönderildiğini düşünmeden edemiyorum dedi. Sanki söylediğin ve yaptığın her şey, sana o kişi tarafından öğretilmiş. Senin o silik şahsiyetinle sözlerin arasında bir bağ kurmakta zorluk çekiyorum. Hem küstahsın hem de alçakgönüllü. Hem güçsüzsün, hem de ne olduğunu bilemediğim bir üstünlük taşıyorsun.

Bünyamin sordu :

- Güçlü olmayı neden bu kadar çok istiyorsun?

- Elbette herkes gibi varlığımı sürdürmek için.

- Senin yaptığın bir tür tahnitçilik. Güç, ancak ölüleri korur.

- Bu sözler kesinlikle sana ait değil.

- Belki de sahip olduğum hiçbir şey bana ait değil. Zihinsel yeteneklerim de bunun içinde. Oysa sen, tabiatın kuvvetlerine sahip olmayı istiyorsun.

- Evet, haklısın. Dünya benim bir uzantım. Sen sadece kendi bedenini denetleyebilirsin. Oysa ben, uzaklardaki bir insanı, hatta bir kralı bile elimi kullandığım kadar kolay kullanabilirim. İstersem seni kandırabilirim, seninle oynayabilirim. Ama özgür olduğunu görmek hoşuma gidiyor. Zülfiyar gibi her dediğime inansaydın bu kadar zevk duymazdım. Haklısın. Tabiatın bütün güçlerinin sahibi olmayı istiyorum. Bunu bir ölçüde başardım da. Nasıl başardığımı sorsana bana. Sence tabiata etki eden kuvvetler içinde en büyüğü hangisi?

- Emin değilim. Ama sen bunun akıl olduğunu söyleyeceksin galiba.

- Bunlar senin sözlerin değil. Ama önemi yok. Doğru cevabı verdin. Evet, akıl. Ateş dediğimiz güç nasıl ki odunla beslenirse akıl da bilgiyle beslenir ve ben, tahmin edebileceğin çok üstünde bilgiye sahibim. Hatta senin hakkında bile.

Ebrehe şeytanca gülümsüyordu. Bu sözler Bünyamin’i ürkütmüştü. Birdenbire bütün ruhunu saran endişeyi Büyük Efendi’nin anlamamasına imkan yoktu. İçeri adamlar girince, Bünyamin yaka paça derhal bağlanacağını, üstünün aranıp o uğursuz paranın ele geçirileceğini sandı. Oysa Büyük Efendi adamlara, yirmi bir numaralı defteri getirmelerini buyurmuştu.

Defter gelince Ebrehe rasgele bir sayfa açtı. Sol tarafta Frenkler gibi giyinmiş bir adamın resmi görülüyordu. Sağ yaprak ise bir takım anlaşılmaz yazılarla doluydu. Büyük Efendi,

- Bu defterlerden daha yüzlerce var dedi. Eğer bu bilgilere sahip olabilirsen dünyayı yönetebilirsin. Bakalım neymiş. Sanırım ispanya’daki adamlarımın bir listesi. Eşgalleri, ikamet ettikleri yerler, başarıları, başarısızlıkları ve sicilleri. Neler yazıyor, istersen bir bakalım.

Defteri üstü saydam kağıtla kaplı bir kutunun içine yerleştiren Büyük Efendi mumun alevinde tutuşturduğu çırayı kutunun bir deliğine sokar sokmaz saydam kağıt aydınlanıverdi. Kağıt üzerindeki harfler yine karmakarışıktı. Bünyamin’e bu harfleri dikkat etmesini söyledikten sonra kutunun kenarlarındaki 666 adet düğmeyle teker teker oynamaya başladı. Düğmeler döndükçe, kağıt üzerine yansıyan harfler esrarengiz bir şekilde yerlerinden oynuyorlardı. Ebrehe,

Defterin her bir sayfasında 666 harf var diyordu. Düğmeler aynı sayıdaki aynayı harekete geçirerek harflerin kağıt üzerinde doğru yere yansımasını sağlıyor. Fakat bunu başarabilmen için her bir düğmenin hangi rakama getirilmesi gerektiğini bilmen gerekir. Bununla birlikte söz konusu rakamlar gizli de değil. Aklına güvenen herkes bu 666 rakamı bulabilir, elbette eğer bir dairenin çapına oranını ifade eden sayıyı 666 haneye kadar hesaplayabilirse. Eğer bunu başarabilirse hem bütün bilgilerin sahibi, hem de buranın Büyük Efendisi olur. Fakat bu iş bazılarına çok zor geliyor. Zülfiyar hala sayıyı hesaplama peşinde. Ne var ki daha çok işi var. Çünkü henüz ilk altı rakamı bile bulabilmiş değil.

Ebrehe bütün düğmeleri belli rakama getirdikten sonra, saydam kağıt üzerinde Frenk harfleriyle yazılmış bir metin gördü. Büyük Efendi defteri kutudan çıkarıp sayfasını çevirdikten sonra tekrar içeri soktu. Bu defterde gerçekten, İspanya’da bulunan casusların isimleri, yerleri ve sicilleri vardı. Ebrehe, kendi kişisel bilgisini de ekleyerek Bünyamin’e bütün defterleri okudu. Delikanlı da böylece, bulunduğu bu garip mekanın ne amaçla kullanıldığını öğrendi. Büyük Efendi şöyle diyordu :

Sana bu kadar gizli bilgileri, neden anlattığımı merak ediyorsundur elbette. Birinci sebep, benim hayatımı kurtarmış olman. Ondan daha büyük bir ikinci sebep var, fakat bunu sana söylemeyeceğim. Bütün bunları öğrendikten sonra artık kolayca dışarı çıkabileceğini de sanma. Seni buradan hemen bırakmayacağımı biliyorsun. Ne var ki teşkilatta canının sıkılmayacağına eminim. Çünkü burada, dışarıdakinden çok daha büyük bir dünya var. İstediğin yere girip çıkabilirsin. Bununla birlikte, dokunmaman gereken şeyi belki de biliyorsun. Şunu unutma. Burada olan her şeyi bilirim. Boş bir odaya girip kapıyı kapadığın zaman, bil ki mutlaka bir çift göz seni izliyor olacak. Kullandığım bu kelimeler için belki de özür dilemem gerekir. Fakat bunu yerleşmiş bir alışkanlığa ver. Çünkü misafirlerime, hele hele hayatımı kurtaran bir insana daha nazik davranmayı elbette isterdim.

Büyük Efendi bunları söyledikten sonra okuma kutusunun düğmelerini çevirerek ayarını bozdu. Artık harfler birbirinin içine geçmiş, defterdeki yazılar okunamaz olmuştu. Üfleyerek cihazın ışığını söndürdükten sonra, Ebrehe delikanlıya,

- Şimdi seni yalnız bırakıyorum dedi. Belki görüp öğrendiklerin üzerinde düşünmek istersin. Bunun için uzun zamanın olacağından emin olabilirsin.

Ebrehe gittikten sonra Bünyamin elkimya odasında yalnız kaldı. Burada neden bulunduğuna, hangi akla hizmet bu uğursuz mekana geldiğine açık bir cevap veremiyor, bilinmedik bir dürtünün sanki kendisini yönettiği sanısına kapılıyordu. O anda kendisinin, rüyalarında sık sık gördüğü yeniçerilerden biri olduğunu, karanlık bir sis içinde onlar gibi düş misali dlaştığını düşündü. Ancak bu, belirsiz bir düş olmalıydı. Kendisini bir kahraman gibi hissediyordu ama, Ebrehe’nin dediği gibi fazlasıyla silikti ve küstahca verdiği cevapları sanki birisi kulağına fısıldamıştı. Kendisine yol gösteren bu fısıltıyı tanır gibiydi. Babasının sesine benziyordu ve sanki her yere nüfuz etmişti. Bünyamin, elinde olmaksızın, zavallı babasının ta baştan beri büyük bir oyun oynadığını, karnından konuşanlar gibi su şırıltısından gök gürültüsüne, acı feryatlarından zevk inlemelerine, esnaf bağırtılarından savaş naralarına kadar bütün sesleri taklit ettiğini ve meddahlar gibi sesini kılıktan kılığa sokarak herkesi konuşturduğunu düşündü. Bu marazi düşünceler onu adamakıllı yorduğunda bir sedire oturup içinde bulunduğu durumu tartmaya çalıştı. Kendisini bitkin hissediyordu ama tuhaf bir bitkinlikti bu. Sanki bedenindeki gücün sahibi kendisi değildi ve karşı gelemeyeceği bir şey, belki de ona yorulmasını emretmişti.

Birdenbire odada yalnız olmadığını hissetti. Sedirden kalkıp odayı aramaya başladı, ama hiç kimseyi göremedi. Gözlerinde yaşlar belirmişti.

- Baba! dedi. Babacığım! Sen misin?

Fakat bu soruya cevap veren olmadı. Bünyamin hıçkıra hıçkıra ağlayarak,

- Beni buradan kurtar baba! dedi. Ben kahraman değilim, olamam da!

Delikanlı katıla katıla ağlamaya başlamıştı. Sedire kapanıp o kadar çok gözyaşı döktü ki, sonunda iyice bitkin düştü. Uyumak üzere olduğunu anladığında düş görmemek için dua etti. Buna rağmen, dalıp gittiğinde tıpkı kendisine benzeyen silik ve belirsiz düşler gördü...

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...