Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2001: Bir Uzay Efsanesi, Arthur C.Clarke

Tüm Galaksi'de, "bilinç"ten daha değerli bir şey bulamadıklarından, onun her yerde doğması için çaba gösterdiler. Yıldız tarlalarının çiftçileri oldular; ektiler, bazen de biçtiler. Bazen de soğukkanlılıkla zararlı otları ayıkladılar. Bin yıllık bir yolculuktan sonra araştırma gemisi Güneş Sistemi'ne girdiği zaman dev dinozorlar çoktan yok olmuştu. Gemi donmuş dış gezegenleri geçti ve ölmekte olan Mars'ın çöllerinde biraz durarak Dünya'ya baktı. Kaşifler altlarında yaşam belirtileriyle dolu bir gezegenin uzandığını gördüler. Yıllarca çalışmış, toplamış, sınıflandırmışlardı. Öğrenebilecekleri her şeyi öğrendiklerinde uygulamaya başlamışlardı. Karada ya da denizde yaşayan birçok türün kaderleriyle oynadılar. Fakat hangi deneylerinin başarıya ulaştığını en azından bir milyon yıl boyunca öğrenemeyeceklerdi. Sabırlıydılar; ancak henüz ölümsüz değildiler. Yüz milyar yıldızın bulunduğu bir evrende yapacak daha çok şey vardı ve bir çok gezegen onları bekliyordu. Bu yü

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin ( bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp ratlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır. ... Uzan bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler. ... Peki hayatı önemsemeyeceksek, neyi önemseyeceğiz? Hayat yüce Tanrının asla iki kere bağışlamadığı tek nimettir. ... "Gönül vermişsen bir köpeğin kıçına Sanırsın sanki kıç değil, benzer gülistana." ... Nasıl ki zeki bir insan, bir baş

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

"Alışkanlık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çekmesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkanlarıyla sınırlı kalan zihnimizin, bize içinde yaşanabilecek bir barınak sunamayacağı için, herşeye rağmen bulduğu zaman sevindiği, o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!" "Hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından bakıldığında bile, insan, herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği, maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz, başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir." "Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için, acırdı." "Ne faziletler var ki Tanrım, bizi nefret ettirdin! Ne kadar güzel!"

Bir kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini i

Bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu. Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı. Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkt

Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar

“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar” İçinde babası Uzun İhsan Efendi olduğu halde, Galata rıhtımında bıraktığı fıçının bir gemiye yükleneceğinden ve bu geminin de ertesi sabah Cebelitarık’a doğru yelken açacığından habersiz olan Bünyamin, tam gece yarısı Ebrehe’nin huzurundaydı. Hınzıryedi efendisinin elini öptükten sonra çekip gitmişti. Bulundukları elkimya odasındaki civa buharı ve kükürt dumanı delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Oda da üç kişi çalışıyordu. Bunlardan biri odadaki üç zosimos ocağından birinin başında bir imbiğe zaç yağı dolduruyor, öteki ise zemindeki gübre havuzunda beklettiği zincifrenin yeterince mayalanıp mayalanmadığını denetliyordu. Buyurgan tavrına bakılırsa kıdemce onlardan üstün olduğu anlaşılan üçüncüsü ise adamların yaptığı işlerin yolunda gidip gitmediğini inceliyor ve yeri geldikçe emirler vererek onları yönlendiriyordu. Duvarlarda ki raflarda, sülyen, şap, mürdesenk, havacıva, göztaşı, tebeşir, zincifre ve daha nice madd

Gülün Adı,Umberto Eco

İbn-Hazm'ın sayfaları beni çok etkiledi; aşkı, sağaltımı kendi içinde olan, başkaldıran bir hastalık olarak niteliyordu; çünkü bu hastalığa yakalanan insan sağaltılmayı dilemez; (Tanrı bilir, doğru!) O sabah her gördüğüm şeyin beni niçin böylesine coşkulandırdığını, aşkın, Ancira'lı Basilio'nun da söylediği gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdiğini ve -şaşmaz bir gösterge- böyle bir hastalığa yakalanan kimsenin niçin aşırı bir sevinç gösterdiğini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptığım gibi) kendi kendine olmak istediğini ve yalnızlığı yeğ tuttuğğunu, çevresindeki öteki olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini bağlayan bir şaşkınlığa yol açtığını anladım... İçtenlikli bir sevdanın, sevdiğini görmesi engellendiği zaman sararıp solduğunu, sonunda yatağa düştüğünü, bazan hastalığın beyne egemen olduğunu, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk şeyler söylediğini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o aşamaya gelmediğim açıktı; çünkü kitaplığı keşfetti

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Peter Handke

Kapıda, berberde çalışan iki kızla karşılaştı. Onları kendisiyle birlikte başka bir kahveye gelmeye davet etti. İkinci kız, oradaki otomatik pikapta hiç plak olmadığını söyledi. Bloch ona, ne demek istediğini sordu. Kız, pikaptaki plakların işe yaramaz olduğunu anlattı. Bloch önden dışarıya çıktı, kızlar da peşinden gittiler. İçecek bir şeyler ısmarlayıp sandviç paketlerini açtılar. Bloch öne eğilip onlarla konuşmaya başladı. Kızlar ona kimlik kartlarını gösterdiler. Kartların plastik kaplarına dokunur dokunmaz elleri terlemeye başladı. Kızlar ona asker mi olduğunu sordular. İkinci kızın o akşam bir şirket tanıtmacısıyla randevusu vardı; ama dördü birlikte gitseler daha iyi olurdu, çünkü iki kişi olduklarında konuşacak bir şey olmuyordu. "Dört kişi olunsa birisi bir şey der, sonra başka birisi. İnsan biribirine fıkra anlatır." Bloch, ne yanıt vereceğini bilemedi. Yandaki odada bir bebek yerde emekliyordu. Bir köpek sıçrayarak çocuğun çevresine dolanıyor ve onun yüzünü yalıyor

Aylak Adam, Yusuf Atılgan

Burada onun midesini üşütmesinden korkuyorlar, bardağını dolduruyorlar, önüne karpuz dilimlerinin en büyüğünü koyuyorlardı. "Saçmalıklar! Biz gene de onun öğüdüne uyup için için gülelim. Bunların, çevrelerinde sevişen iki insana gösterdikleri bu hoşgörü ne zamana dek sürecek acaba? Bu sevginin onlardaki güdük sevgi ölçüsünü aşan başkalığını, törelere uymazlığını görünce nasıl tedirgin olacaklar! Bizi aralarından atarlar. Çocuklarına kötü örnek olduğumuzu söylerler. Sanki çocuklarına kendilerinden daha kötü örnek olabilirmiş gibi. Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu, kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister, kimi geç; biri şarkı dinlerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışlar.. Biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü

Isa Bu Koye Ugramadi - Carlo Levi

Hiçbir alışkanlık, hiçbir kural, hiçbir kanun zorunlu bir ihtiyaca, coşkun bir isteğe dayanamaz: Bu adet de nihayet görünüşü kurtaran bir kalıp olmakla kalıyor; ama bu kalıba ister istemez giriyor herkes. Bununla beraber ova alabildiğine geniş; kadınla erkeğin buluşma fırsatları çok, ihtiyar aracı kadınlar, yüzü gözü açılmış genç kızlar da yok değil. Örtülere bürünüp kendilerini saklayan kadınlar vahşi hayvanlar gibidir; Yalnız cinsel sevgiyi düşünürler, hem de hiç işi büyütmeden, nazlanmadan: Bu işi öyle serbestçe, öyle rahatça konuşurlar ki şaşar insan. Sokakta kara gözleriyle size alttan alttan, erkekliğinizi ölçer gibi bakarlar, arkanızdan fısıldaşdıklarını, saklı değerlerinizden söz ettiklerini duyarsınız. Arkanıza döndünüz mü elleriyle yüzlerini kapar ve parmakları arasından bakarlar size. Bu arzuya hiçbir duygu karışmaz; öyle güçlü bir istektir ki bu, kara gözlerinden taşar ve doldurur köyün havasını. Duydukları olsa olsa kendilerini aşan, karşı konmaz bir güce boyun eğme du

Yeni Hayat, Orhan Pamuk

"Bir yolculuk vardı, hep vardı, her şey bir yolculuktu. Bu yolculukta beni hep izleyen, en olmadık yerde karşıma çıkıverecekmiş gibi yapan, sonra kaybolan, kaybolduğu için de kendini aratan bir bakış gördüm; suçtan günahtan çoktan arınmış yumuşak bir bakış... Ben o bakış olabilmek isterdim. O bakışın gördüğü dünyada olmak isterdim. O kadar çok istedim ki bunları, o dünyada yaşadığıma inanasım geldi. Hayır, inanmaya bile gerek yoktu; orada yaşıyordum ben." ... Bir cep saatiydi, ama mutlu olduğum zamanı anlıyordu ve o zaman kendiliğinden duruyordu ve o vakit mutluluğun da sonsuza kadar uzuyordu. Mutlu olmadığın vakit saatin akrebiyle yelkovanı telaşla koşarlar ve sen de, aman zaman ne çabuk geçmiş derdin o vakit ve dertlerin de göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi. Sonra gece, sen saatin yanıbaşında huzurla uyurken, kendiliğinden zamanın artısını eksisini ayarlardı...ve sabah hiçbir şey olmamış gibi, herkesle birlikte kalkardın." ... Hani çocuklara sorarlar ya, niye ağlıyors

Amat, İhsan Oktay Anar

Birinci vardiyanın neferleri biraz kafa dinleyip uyumak üzere basaltındaki brandalanna uzanmıslardı. Göbelez Baha'nın gözlerinin içi gülüyordu. "Hep merak etmisimdir ne zaman ve nerede ölecek olduğumu," dedi. "Âlimler hesap kitap yapıp bir denizcinin ortalama ömrünün 27 yıl olduğu sonucuna varmıslar. Allah'a ve ilme isyan etmem ama bu kadarcık bir süre bana az doğrusu! Eğer nakliye gemisindeyse zavallı bir denizcinin ömrü korsanlardan kaçmakla, yok eğer savas gemisindeyse bu kez aynı korsanları kovalamakla geçer. İste ekmeğini denizden kazanan bir bîçare denizci sözüm ona 16 yasında damat, 17 yasında baba olacak, defteri dürülûp ahireti boyladıgında ise geride en büyüğü 10 yasına basmıs 10-15 yetim bırakacak! Bu adalet midir! Ama bu vartayı atlatamazsak bizzat ben geride 48 yetim bırakmıs olacağım. Fakat içim ferah gönlüm hos! Hepsini meslek sahibi yapıp evlendirdim. Hatta içlerinde dede olanlar bile var. Torunumun torununu görüp ona elimi öptürdüm. Utanmadan bir

Amat, İhsan Oktay Anar

Âh! Sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..." "O devirdeki her kalyonda olduğu gibi Amat'ta da gemiciler, büyük ve küçük abdest ihtiyaçlarını, geminin en ucundaki gagaya benzer kısımda, yani basüstünde, herkesin gözü önünde giderirlerdi. Altı kafes gibi açık olan bu kısımdaki pislik, gemi dalgaya girdiğinde deliklerden giren suyla zaten kendiliğinden temizlenirdi. Yumusak havalarda ise buranın temizliği ceza olarak, su ya da bu sekilde bir kabahat islemis aylakçı çocuklardan birine yaptırılırdı. iste bu çocukların en büyük eğlencelerinden biri de, gemi hekimi İbrahim Bey'in basüstüne gelmesi ile baslardı. İdrar tutuklugu olduğu için 'Damlacı' diye andıkları bu ihtiyar adam, uçkurunu çözüp yere çömelince, üst güvertede, aralanmıs lombarların gerisinde, palasertelerde gizlenmis çocuklar daima, "Çisssss! Çisssss!" diye bağırır, bu yüzden adamcağızın dikkatini verip mesanesindeki sıvıyı bosaltması hayli zaman alırdı. Gerçi İbrahim Bey b

Aylak Adam

Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. ( Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.) Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler. Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. önlerde bir yere oturur, yanağı avcuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince eve yürüyerek dönerdi. Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o demin ki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi. Biliyordum. İler

Yeraltından Notlar,Dostoyevski

Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım!.. Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu adam?" diye sorunca, "Tembelin biri!" karşılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan başka bir iş tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte şarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuşkuya düşmüyordu. Adamcağız sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. İşte ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur d

Suç ve Ceza,Dostoyevski

-Hayır, Sonya, bu, o değil! -dedi, düşüncelerindeki ani dönüş kendisini de şaşırtmış, yeniden heyecanlandırmış gibiydi.- Bu, o değil! En iyisi... (evet, böylesi gerçekten daha iyi) Tut ki ben kendini beğenmiş, kıskanç, kötü yürekli, aşağılık, kindar... bir adamım... hatta... belki de biraz deliliğe de yatkınım (Varsın hepsi birden olsun! Delilik sözünü eskiden de etmişlerdi, biliyorum!) Az önce sana, parasızlık yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığımı söylemiştim. Biliyor musun, istesem ayrılmayabilirdim? Okul için gerekli parayı annem gönderebilir, üst-baş, boğaz sorununu da kendim halledebilirdim! Özel dersler çıkıyordu, elli kopek veriyorlardı ders başına. Razumihin veriyor ya hani!.. Ben öfkelenmiştim, çalışmak istemedim. Evet, öfkelenmiştim (bu sözcük tam yerinde!). Ben o sıralar tam bir örümcek gibi çekilmiştim. Öyle ya, görmüştün sen benim kaldığım o rezil yeri!.. Biliyor musun, Sonya, alçak tavanlar, daracık odalar insanın aklını ve ruhunu öylesine boğar ki...! Ah, nas

Cahit Sıtkı Tarancı- Abbas

Haydi abbas, vakit tamam; akşam diyordun işte oldu akşam.K Kur bakalım çilingir soframızı; dinsin artık bu kalp ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; görünsün şöyle gönlümce. Bas kırbacı sihirli seccadeye, göster hükmettiğini mesafeye ve zamana. Katıp tozu dumana, var git, böyle ferman etti cahit, al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.. Cahit Sıtkı- Otuzbeş yaş

Yeraltından Notlar,Dostoyevski

- Kurtarmak mı! diye devam ettim. Seni nasıl kurtaracakmışım? Belki benim durumum seninkinden de berbat! O gün sana bir sürü maval okurken neden suratıma: "Senin burada ne işin var? Git aklını kendine sakla" diye bağırmadın! O zaman birileriyle, kedinin sıçanla oynadığı gibi oynamak istiyordum. Seni küçük düşürmekle, ağlayıp sızlamana sebep olmakla istediğimi elde ettim. Ama sünepenin, yufka yüreklinin biri olduğum için dayanamadım. Sana adresimi verdiğim için aptallığıma doymayayım! O gün, daha eve gelmeden pişman olmuş, arkandan sana ağzıma geleni söylemiştim. Seni aldattığım için senden nefret ediyordum. Çünkü benim tek istediğim, sözcüklerle oynamak, hayalimi işletmekti. Yoksa başkasından bana ne? Hepinizin canı cehenneme!.. Ben huzur istiyorum, huzur! Bunu elde etmek için bütün dünyayı beş paraya değişirim. Bana, "Çay içmek mi istersin, yoksa dünyanın batmasını mı?" diye sorsalar, hemen "Çay içmek!" diye bağırırım. Bunu biliyor muydun? Ha? Ben alçağın

Genç Werther'in Acıları,Goethe

Yüz defa elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. Aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan söz edilir.,çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. Bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek. ... "Onu bana ver!" diye Tanrıya yalvaramıyorum. Ama çok zaman onu benim sanıyorum. "O benim olsun!" diyemiyorum, çünkü o başkasının. Acılarımla alay ediyorum. Gönlümü kendi haline bıraksam, birbirine en yakın duygular bir araya gelecek. 24 Kasım Neler çektiğimi o da anlıyor. Bugün bana öyle bir baktı ki, bakışı kalbimin en derin yerine işledi. Onu odasında yalnız buldum. Bir şey söylemedim. O da yalnızca bana bakıyordu. Ondaki çekici güzelliği, yüzünde parlayan ruh yüceliğini görmüyordum artık. Bütün bunlar gözümün önünde silinmişti. Çok daha etkin bir bakışla beni büyülemişti. Bu bakış, candan bir acıma, tatlı bir ürperme doluydu. Niçin ayakları

Oblomov, Ivan Gonçarov

Biliyor musun Andrey, benim içimde ne yakıcı, ne de kurtarıcı hiçbir ateş yanmadı. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım sönmüş başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim. Sönüşüm dairede, evrak başında oturduğum zaman başladı; sonra kitapları okuyup da onlarda hayatta kullanmayacağım gerçekler buldukça, dostlar arasında dedikodular, alaylar, soğuk, kötü, boş gevezelikler dinledikçe, gayesiz, sevgisiz, toplantılara katıldıkça daha da kötü oldum. Mina ile de hayatımı, kuvvetlerimi harcadım: onu sevdiğimi sanarak gelirimin yarısından fazlasını israf ettim. Nevski bulvarında kürklü mantolar arasında bir aşağı bir yukarı dolaştığım zamanlar; evlenecek iyi bir kısmet olduğum için akşam toplantılarına çağrıldığım zamanlar; şehirden sayfiyeye, sayfiyeden Gorohova sokağına ta

Don Kişot,Cervantes

'Ben Morena Dağlarında, hatta seferlerimizin toplam süresi boyunca, olsa olsa iki ay dolaştım; sen ise cezireyi vaat edeli yirmi yıl olduğunu söylüyorsun, öyle mi Sancho? Bence sen, sendeki paramın, olduğu gibi senin ücretine sayılmasını istiyorsun; eğer öyleyse, istediğin buysa, veriyorum, al, güle güle harca. Böyle kötü bir silahtarım olacağına, yoksul, meteliksiz kalayım, daha iyi. Söyler misin, ey gezgin şövalyeliğin silahtarlık yasalarının saptırıcısı, sen herhangi bir gezgin şövalye silahtarının, efendisiyle, ayda şu kadar para verirseniz hizmet ederim pazarlığına giriştiğini gördün mü, okudun mu? Serseri, sefil herif, canavar - sen bunların hepsisin çünkü- gezgin şövalye tarihlerinin engin denizine bir dal bakalım; eğer senin bu söylediklerini söylemiş veya düşünmüş olan bir tek silahtar bulursan, gel suratıma çarp, üstüne dört kere nanik yap. Boz eşeğinin dizginine, veya yularına asıl ve evine dön; çünkü benimle birlikte bir tek adım daha atmayacaksın bundan böyle. Ey, tuz

Yalnız Bir Opera - Murathan Mungan

ve bitti... sonra yalnız bir opera başladı ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim ben sende bütün aşklarımı temize çektim. imrendiğin, öfkelendiğin kızdığın, ya da kıskandığın diyelim yani yaşamışlık sandığın geçmişim dile dökülmeyenin tenhalığında kaçırılan bakışlarda gündeliğin başıboş ayrıntılarında zaman zaman geri tepip duruyordu. ve elbet üzerinde durulmuyordu. sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. başlangıçta dogruydu belki. sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren, büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin. ve hala bilmiyordun sevgilim ben sende bütün aşklarımı temize çektim anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana bütün kazananlar gibi terk ettin yaz başıydı gittiğinde, ardından, senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim. kimsesiz bir yazdı. yoktun. kimsesizdim.

Amat, İhsan Oktay Anar

Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi'nin görkemli eseri Tezâkirü'l Mücrimin 'de anlatıldığına göre, o zamanlar Galata'da, kulak çınlamasından kanlı basura, göbek düşmesinden sarı ve kara hummaya kadar cümle illete derman bulup Azrail'in elinden nice âdemoğlunu kurtarmakla nâm salmış Avram Efendi adında bir hekim vardı. Can kurtarmak kadar can beslemeyi de pek seven bu zât, uskumruya bayılırdı. O gece, Galata'daki camilerden okunan yatsı ezanları kanat çarpan güvercinler gibi göklere yükselirken sofra başında uskumru dolmasını tam ağzına atıyordu ki, alt katta kapısı yumruklanmaya başladı. Birkaç kişi sokaktan telaşla bağırıyordu. Hekim efendi istifini bozmadan elindeki dolmadan bir lokma daha ısırdıktan sonra kafesin arkasından karanlık sokağa baktı. Arap İmam'ın kahvehanesinin ünlü simalarından buhur mütevellisi, yedekçibaşı, selâm ağası, zindan kâtibi ve bir kayıkçı, ellerinde fenerlerle gecenin o saatinde aşağıda bekliyorlardı. Dediklerine bakılırsa

Boyalı Kuş - Jerry Kosinski

Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. Gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. Ama Deli Ludmilla gelmezdi bir türlü. Hayal kırıklığına uğramış somurtuk Lekh, kuşları birer birer kafesten çıkarıp boyar, acımasız benzerlerine teslim ederdi onları. Günün birinde kocaman bir karga yakaladı, kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye,

Kitab-ül Hiyel, İhsan Oktay Anar

" rivayet ederler ki, vaktiyle maveraünnehir'de kör bir adam yaşıyordu. dünyanın güzelliklerini göremediğini sanan her kör gibi meyus ve dertliydi. sonunda ağlaya sızlaya bir sihirbaza gidip üzüntüsünü ona anlattı. gelgelelim sihirbaz ona çok tuhaf bir cevap verdi: o aslında kör değildi. çünkü o, gerçekte, dünyada bulunan sadece bir tek şeyi, son derece değerli bir şeyi görmekle ödüllendirilmişti. gördüklerini sanan diğer insanlar da, aslında bu değerli şeyi görmemekle cezalandırılmışlardı. sihirbazın söylediklerinin tesiriyle dünyayı dolaşmaya azmeden kör adam, görebileceği bu yegàne şeyi aramaya koyuldu. dağ tepe, tarla bayır dolaştı. vadileri, denizleri ırmakları aştı. nihayet günün birinde hayatında ilk kez gökyüzüne bakmayı akıl etti. çünkü aradığı şey aslında onun tam tepesindeydi. önce bir yıldız gördüğünü sandı. oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece, aslında kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti.