25 Temmuz 2008 Cuma

Victor Hugo-Sefiller


Jan Valjan kaçarcasına kasabadan çıktı. Rastgele yürüyordu. Dönüp dolaşırken yine aynı yere geldiğinin farkında bile değildi. Öğleye kadar süratle yürüdü.

Yeni birtakım hisler zihnini karıştırıyordu. Hiddetliydi. Ama kime karşı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Şimdiye kadar uğradığı haksızlıklar karşısında büyük bir sarsıntı içindeydi. Ama ya Piskopos?...

Piskopos'un yaptıklarını düşündükçe: "Keşke hapishaneye götürselerdi, keşke..." diye mırıldanıyordu. Birden çocukluk günlerini hatırladı. Ne zamandan beri çocukluğu hiç aklına gelmemişti. Bu sırada burnuna bir çiçek kokusu geldi. Evet, tıpkı çocukluk günlerinde olduğu gibi... Çiçekler aynı kokuyordu, ya çektiği acılar. Çiçekler ve acılar... Ne kadar zıt şeyler Yarabbi...

Yeni yeni fikir dalgaları sarıyordu etrafını... Dağlar gibi dalgaların arasında, yüzen bir fındık kabuğu gibiydi.

Güneş batarken, Jan Valjan bir çalının arkasında oturuyordu. Düşünüyordu. Ufukta yalnız Alp Dağları görünüyordu. Etrafta ne köy ve ne de kasaba vardı. "D" kasabasından iki saat uzaklaşmıştı şimdi...

Düşünceleri arasında bocalarken, neşeli bir çocuk sesi kulağını doldurdu. Başını çevirdi, on yaşlarında bir köylü çocuğu... Torbası arkasında, şarkı söyleyerek yol boyu gidiyordu. Dizleri, pantolonunun yırtık yerlerinden dışarıya çıkmış, neşeli bir çocuk... Çocuk arasıra durup, elindeki paraları havaya atıyor, sonra tutuyordu. Jan Valjan'ın bulunduğu çalının yanına kadar geldi. Yine durdu. Parasını havaya attı, tuttu. Tekrar attı, elinin üstünde tutmaya çalıştı. Fakat birini düşürdü. Düşen para yuvarlanarak çalının yanına kadar gitti ve tam Jan Valjan'ın ayağının dibinde durdu. Jan Valjan derhal ayağını üzerine koydu. Çocuk parasının arkası sıra çalılığa yürüdü. Jan Valjan'ı gördü ama ürkmedi.

Etrafta kuşların hafif sedalarından başka hiçbir ses işitilmiyordu. Çocuk cahilliğin verdiği bir cesaret ve masumluğun verdiği saflıkla Jan Valjan'a seslendi:

Efendi, paramı verin!

Senin ismin nedir?

Küçük Jerve, Efendim.

Yıkıl oradan!

Efendi, paramı verin!

Jan Valjan kaşlarını çattı. Çocuk ısrar etti:

Efendi, paramı!...

Jan Valjan gözlerini yere dikti. Çocuk yine bağırdı:

Paramı!... Beyaz paramı!... Gümüş paramı!...

Jan Valjan duvar gibi duruyordu. Çocuk hazinesinin üzerine basmış olan adamın yakasına sarıldı:

Paramı isterim, paramı!


Ağlıyordu. Jan Valjan başını kaldırdı. Gözlerinde bir bulanıklık görünüyordu. Çocuğa hayretle baktı, sonra elini sopasına uzatarak, vahşi bir hayvan gibi kükredi:

Kim var orada?

Benim, Efendi, Küçük Jerve! Ben! Ben! Rica ederim, paramı!...

Çocuk iyice hiddetlenmişti:

Ne yapıyorsunuz? Ayağınızı kaldıracak mısınız? Kaldırın bakalım!

Hala buradasın! Defol!

Sonra ayağını oynatmaksızın ayağa kalktı:

Gidecek misin bücür, ha!...

Çocuk ürkmüş, korkuyla adamın yüzüne bakıyordu. Cesareti birden sıfıra indi, sıtmalılar gibi titriyordu. Yaydan kurtulan ok gibi fırladı. Can havliyle koşmaya başladı. Biraz ilerde durdu. Jan Valjan onun ağladığını duyuyordu. Bu sırada güneş batmış, etrafı bir gölge gibi alaca karanlık kaplamıştı...

Jan Valjan hala ayakta, kıpırdamadan duruyor, gözleri sabit bir noktada düşünüyordu. Birden, ani bir titreme ile kendine geldi. Şapkasını alnı üzerine indirdi. Ceketini iliklemek istedi. Vazgeçti. Bir adım atıp, sopasını almak üzere yere eğildi.

Gözü paraya ilişti. Parayı görünce titremesi iyice arttı. Tıpkı elektrik cereyanına tutulmuş gibi, "Bu nedir?" diyerek dehşetinden üç adım geriye sıçradı. Alaca karanlığın içinde parlayan para, tıpkı kendisine bakan bir insan gözüydü. Bir müddet bakakaldı. Sonra birden fırlayıp parayı eline aldı ve ufkun her tarafına göz gezdirmeye başladı. Vahşi bir canavar gibi, titremeye devam ediyordu.

Hiçbir şey göremedi. Ufuktan menekşe renginde birtakım dumanlar çıkıyordu. "Ah!..." dedi içinden. "Ah!...". Ah dedikçe içinden de dumanlar çıkıyordu sanki. Çocuğun gitmiş olduğu tarafa koştu. Biraz gidip durdu. Etrafına bakındı, bir şey göremeyince sesinin çıktığı kadar bağırdı:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Sustu, kulak verdi. Ovada vahşi bir sükut ve tenhalık vardı. Yalnızlık ve boşluk... Ve, boşluğun içinde sesi kaybolan Jan Valjan...

Sessizlikle beraber soğuk bir rüzgar esiyordu. Rüzgarla sallanan küçük çalılar ufacık dallarını delicesine sallayıp çıtırdıyor... Sanki dallar canlanmış, birbirlerini korkutuyor ve kovalıyorlardı.

Türlü düşüncelerle bazen yürüyor, bazen koşuyor ve birkaç adımda bir durup sonra böğürür gibi:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Diye var gücüyle bağırıyordu. Biraz sonra hayvanına binmiş giden bir papaz rastgeldi.

Papaz Efendi, Papaz Efendi!...

Diye bağırdı. Medet umar gibi, bir çocuğun geçip gittiğini görüp görmediğini sordu. Papaz donuk donuk cevap verdi:

Hayır.

Küçük Jerve isminde bir çocuk.

Kimseyi görmedim.

Jan Valjan titrek elleriyle kesesinden iki adet beş franklık çıkardı. Papaza uzatarak yalvarır gibi:

Papaz Efendi, bunları fıkaraya veriniz. Bu civarlardan bir çocuktu. Arkasında bir torbası vardı. Buradan geçiyordu. Biraz evvel bir çocuk, belki bilirsiniz.

Bilmiyorum.

Küçük Jerve isminde kimseyi tanımıyor musunuz? Bu civarlardaki köylerden değil midir? Bana haber verebilir misiniz?

Jan Valjan iki beş franklık daha uzattı.

Fukaraya vermek için...

Sonra bütün şaşkınlığı ile beraber haykırmaya başladı:

Ah!... Efendim!... Beni polise veriniz. Ben hırsızın biriyim.

Papaz ürkmüştü. Büyük bir korku ile hayvanını kamçılayıp uzaklaştı. Jan Valjan da koşmaya başladı. Bağıra, çağıra hayli yol aldı. Adam zannettiği şeylere, kurtarıcı gibi koşuyor, fakat yanlarına varınca onların çalı ve taş yığınları olduğunu görüyordu. Nihayet üç yolun ağzından durdu. Gözlerini uzaklarda gezdirerek son defa: "Küçük Jerve! Küçük Jerve! Küçük Jerve!" diye bağırdı. Boğuk sesi, soğuk ve rüzgarlı havanın içinde kaybolup gitti. Artık bağırmıyordu da, "Küçük Jerve" diye inliyordu. Vicdanının üzerine pek ağır bir yük konmuş gibi, dizleri titremeye başladı. Kendinden geçmiş, yanıbaşında bulunan büyük bir taşın üzerine yıkılarak oturdu. Yüzünü, iki dizi arasına aldı. Yumruklarını başına dayayarak: "Ben alçak bir adamım! Alçak..." diye bağırdı. Ağladı. On dokuz seneden beri ilk defa ağlıyordu. Hep Piskopos'un güzel sözleri aklına geliyordu. "Namuslu adam olacağınızı bana vadettiniz. Ruhunuzu satın alıyorum. Onu kötülüklerden ayırıp, Tanrıya veriyorum."

Ayağa kalktı. Sarhoş bir adam gibi gidiyordu. Gözleri bulanıktı. Düşüncelerinin bulanıklığı ise geçiyordu. "Ya insanların en iyisi veya en fenası olmak... Ya Piskopos'un üst tarafına çıkmak veya bir caniden aşağıya inmek... Ya bir melek veya bir şeytan olmak..."

Küçük Jerve'nin parasını çalmıştı. Ne için? Kendisi de bilmiyordu. Artık karanlığı bir tarafa, nuru da bir tarafa ayırmak lazım; gece ve gündüzün ayrıldığı gibi.

Kendini seyreder gibiydi. Gözünün önünde bir hayal görüyordu. Kürek mahkumu Jan Valjan, etiyle kemiğiyle, elindeki sopası, arkasındaki çalınmış şeylerle dolu çantasıyla ve karanlık fikirleriyle beraber gözünün önünde görüyordu. O Jan Valjan'ı, o korkunç çehreyi, gerçekten gördü. Neredeyse "Bu adam da kim?" diye soracaktı. Ürkmüştü ondan. Kendi kendisi ile yüz yüze gelip, hesaplaşıyordu. Bir ara muayene edenin kim olduğuna baktı. Birden karşısında Piskopos'u gördü. Gözleri önünde canlanan bu iki şahısa tek tek baktı. Piskopos bir nur gibi gittikçe büyüyüp parlarken, Jan Valjan ise ufalıp, sönüyordu. Biraz sonra Jan Valjan'ın yerinde yalnız bir gölge kaldı. Sonra da kayboldu. Şimdi ortada yalnız Piskopos bulunuyordu. Ve Piskopos'un hayali bütün ruhunu doldurdu. Öyle ki, bu durum karşısında kadın gibi hisli, çocuk gibi aciz ve ağlıyordu... Gözyaşlarıyla beraber zihninde, bir sabah açılmaya başladı. Garip bir sabah, karanlığa inat bir sabah, ilkbahar gibi tazelik, canlılık...

Kaç saat böyle durup ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bu soruları cevaplayabilmek için Jan Valjan'ı gören olmadı. Yalnız bir arabacı, Piskoposhane'nin önünde bir adamı, diz çökmüş, dua ederken gördü.

27 Haziran 2008 Cuma

Bir Bilim Adamının Romanı,Oğuz Atay


"Herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikayet eder; fakat asla zekasından yakınmaz. Bilmez ki hafıza, zekanın bir unsurudur."

"Peki insanlar meşhur bir mukavemetçinin ne işe yaradığını anlayabilir mi? Derler ki meşhur fizikçi Einstein, bir toplantıda Şarlo'ya 'Siz büyük bir adamsınız,' demiş, 'Herkes sizi anlıyor, herkes size hayran.' Şarlo, 'Siz daha büyüksünüz,' diye itiraz etmiş: 'Size herkes, hiç anlamadığı halde hayran'."

"Profesörle birlikte yolda yürüyorlardı.Genç adam düşünüyordu, Mustafa İnan'a soruyordu: Şimdi ben ne yapacağım hocam? Birçokları gibi ben de büyük şehirde kaybolup gidecek miyim? Doğrusunu isterseniz korkuyorum. Biliyorum dedi Mustafa İnan. Bu 'eyyamcı' kalabalığın seline kapılabilirsin. Önce kaç puan tutturduğunun peşinde gidersin günlerce. Durmadan listelerde adını ararsın, gece yarılarına kadar radyoların başından ayrılmazsın. Sonra başkalarına imrenirsin bir süre: Önce 'yabancı ülkelerin ülkemizdeki okulları' denilen garip yaratığın binbir özenle yetiştirdiği gençlere için gider, onlar bu kadar puanı nasıl tutturdu diye hüzünlenirsin. Sonra özel dersanelerin yetiştirdiği yarış atlarını izlersin, aman ne hızlı koşuyorlar diye üzülürsün. Dünya bir yarıştır oğlum diyerek acele felsefeye başlarsın. Yarışa bir tur, iki tur, çok tur geriden başlayan yalınayak bir koşucunun telaşını yaşarsın. Antrenmansız bacaklarının yorgunluğunu duyarsın. Gerçi filmlerde, sonunda böyle koşucular kazanır yarışı, ama sen gene de bütün istikbalini filmlere bağlama. Düşün ki onlar daha küçük birer tay oldukları sırada, ilkokul pistinde koşarlarken terbiyecilere teslim edildiler. Anneler babalar, sıcak yaz günlerinde İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Paraca eğitim yapan okulların bahçelerinde, kibar olduklarını bile unutarak birbirlerini çiğnediler, aman çocuğumuz yabancı seyislerin nezaretinde yetişsin dediler. Sen okula gitmek için belki kilometrelerce yol teperken, onlar taksi abonesi oldular ve iki adımlık okullarına sabahları evlerden toplanarak arabalarla götürüldüler. Onların durumu da bir bakıma acıklıydı: Sabah karanlıkları kaldırılarak test cambazlıklarını öğrenmek zorunda kaldılar uyku sersemi. Giriş imtihanlarında her gün başka bir okul sırasında sıcakta ter döktüler. 'Sakın yaptıklarını kimselere gösterme' diyen hırslı annelerinin uyarılarını unutup, birbirlerine gülümsediler, birbirlerinin kağıtlarına baktılar saflıkla. Onların durumunu endişeyle bahçeden izleyen büyüklerine el salladılar kaygısız. Belki sen o günlerde ırmağın kıyısında kamış yontuyordun ya da arkadaşlarınla taş sektirme oynuyordun. Belki onlar, sana oranla daha karanlık bir çocukluk yaşadılar. Sen hiç olmazsa, bu ürkütücü yarışı yaşamadın bir süre. Durmadan başkalarını iterek öne geçme bilinci aşılanmadı sana..."

25 Haziran 2008 Çarşamba

Duvar: Oda, Jean Paul Sartre


Mme Darbedat parmaklarının arasında bir lokum tutuyordu. Lokumu sakına sakına dudaklarına yaklaştırdı, lokumun bulandığı pudra şekeri tozlarının uçuşmasından korktuğu
için nefesini tuttu.

Kendi kendine Güllü, dedi. Bu billurlaşmış eti birden ısırdı ve ağzının içine beklemiş bir su tadı yayıldı. Hastalık, duyguları nasıl da inceltiyor; ne garip bir şey. Camileri, saygılı
Doğuluları düşünmeye başladı (Düğünden sonra balayı gezilerinde Cezayir’e gitmişlerdi) ve solgun dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.

Latilokum da saygılıydı. Elinin ayasını kitabının sayfalar üstünde birçok kereler dolaştırması gerekti, çünkü, bütün sakınmalarına karşılık, sayfalara beyaz pudradan bir
tabakayla kaplanmıştı. Elleri, düz ve parlak kâğıt üstündeki küçük şeker taneciklerini kaydırıyor, yuvarlıyor, gıcırdatıyordu. Bu bana Arcochon’u, kumsalda kitap okuduğum
zamanları hatırlatıyor. 1907 yazını deniz kıyısında geçirmişti. O zaman başında yeşil kurdeleli büyük hasır şapkası vardı, elinde Gyp ya da Colette Yver’den bir roman, gidip dalgakıranın hemen yanında bir yere oturuyordu. Rüzgâr dizlerine bir kum sağanağı yağdırıyordu. Zaman zaman kitabını köşelerinden tutup silkelemek zorunda kalıyordu. Bu da tamı tamına aynı duyumdu: Yalnızca kum taneleri kupkuruydular, oysa bu şeker tanecikleri parmaklarının ucuna biraz yapışıyorlardı. Siyah bir denizin üzerindeki boz inci rengindeki gök parçası tekrar canlandı gözünde. Eve, daha dünyaya gelmemişti. Kendini hatıraların âğırlığı altında, sandal ağacından yapılma değerli bir çekmece gibi hissediyordu. Derken, okuduğu romanın adı birdenbire aklına geldi: Adı Küçükhanım’dı ve sıkıcı değildi. Ama bilinmeyen bir hastalık onu odasına bağladığından beri, Mme Darbedat, anıları ve tarihsel yapıtları yeğliyordu. Acının, ağırbaşlı okumaların, anılarına, çok incelmiş duygularına yönelmiş ve keskin bir dikkatin, onu güzel bir sera meyvesi gibi olgunlaştırmasını diliyordu.
Biraz da sinirlenerek, kocasının neredeyse gelip kapısını vuracağını düşündü. Haftanın öbür günleri sadece akşama doğru geliyordu, kadını alnından sessizce öpüyor ve Temps’ını, kadının karşısında, bir koltuğa oturup okuyordu. Ama perşembe günü M. Darbedat’ın günüydü: Genellikle saat üçten dörde kadar bir saati gidip kızında geçiriyordu. Dışarı çıkmadan önce karısının yanına giriyor ve ikisi damatlarından üzüntüyle söz ediyorlardı. Bu perşembe söyleşileri, en ince ayrıntılarına kadar nereye varacağı bilinen bu konuşmalar, Mme Darbedat’yı tüketiyordu. M. Darbedat sakin odayı bütün varlığıyla dolduruyordu.
Oturmuyor, bir aşağı bir yukarı yürüyor, kendi çevresinde dönüp duruyordu. Öfkeyle söylediklerinin her biri Mme Darbedat’yı bir cam kırığı gibi yaralıyordu. Bu perşembe her zamanki alışılmış perşembelerden daha da kötüydü: Şimdi Eve’in itiraflarını kocasına tekrarlamak ve bu koca bedenin kızgınlıktan titrediğini görmek düşüncesi Mme Darbedat’yı kan ter içinde bırakmıştı. Tabaktan bir lokum daha aldı, birkaç dakika tereddütle düşündü, sonra kederli kederli gerisin geri koydu; kocasının onu lokum yerken görmesini istemiyordu. Kapının vurulduğunu duyarak sıçradı.
Zayıf bir sesle:

-Girin, dedi.
M. Darbedat ayaklarının ucuna basarak içeri girdi, her perşembe olduğu gibi:
-Eve’i görmeye gidiyorum, dedi.
Mme Darbedat ona gülümsedi.
-Benim için de öp onu.
M. Darbedat karşılık vermedi, kaygılı bir tavırla alnı kırıştı. Her perşembe aynı saatte pis bir
öfke midesindeki hazımsızlıkla birbirine karışıyordu.
-Ondan çıkınca Franchot’yu görmeye gideceğini; hemen Eve ile ciddi ciddi konuşmasını ve
onu inandırmaya çalışmasını isteyeceğim.
Doktor Franchot’yla sık sık görüşüyordu. Ama boşuna. Mme Darbedat kaşlarını kaldırdı. Eskiden, sağlığı yerindeyken, omuzlarını kaldırırdı. Ama hastalık bedenine bir ağırlık verdiğinden beri, bedenini çok yorduğundan, beden hareketlerinin yerini yüz çizgileri alıyordu. Gözleriyle evet, ağzının kenarlarıyla hayır diyordu. Omuzlarının yerini de kaşları almıştı.

-Onu elinden alabilmek gerek.

-Ben sana bunun imkânsız olduğunu söylemiştim. Zaten yasa çok kötü yapılmış. Franchot, geçen gün bana, hastaların aileleriyle kendi aralarında akıl almaz sorunlar doğduğunu söyledi: karar veremeyenler, hastayı evde tutmak isteyenler. Doktorlar da eli kolu bağlı kalıyorlar, düşüncelerini söylüyorlar, hepsi bu. Ya hastanın, herkesin ortasında bir rezalet çıkarması ya da hastanın kendisinin `beni kapatın’ demesi gerek.

-Bu da, dedi Mme Darbedat, bugünden yarına olmaz.
-Olmaz.
Adam aynaya doğru döndü, parmaklarını sakalına daldırarak taramaya koyuldu. Mme Darbedat duygusuzca kocasının kuvvetli ve kırmızı ensesine bakıyordu.
-Kız böyle devam ederse, dedi M. Darbedat, ondan daha divane olacak, korkunç derecede tehlikeli bir şey. Bir adım yanından ayrılmıyor, bir seni görmek için dışarı çıkıyor, kimseyi kabul etmiyor. Odasının havası dayanılır gibi değil. Pencereyi açmıyor, çünkü Pierre istemiyor. Sanki insan bir hastadan akıl almak zorundadır. Kokular yakıyorlar, sanırım buhurdanda, pis bir şey. İnsan kilisede sanıyor kendini. Aman Tanrım, bazı bazı kendi kendime soruyorum… bir garip gözleri var kızın, biliyorsun.

-Farkında değilim, dedi Mme Darbedat. Ben onu doğal buluyorum. Kederli bir hali var elbette.

-Benzi ölü gibi. Uyur mu? Yer mi? Bu konularda ona soru sormamak gerekiyor. Ama Pierre gibi bir adamın yanında geceleri gözünü kırpmamalı diye düşünüyorum.

Omuzlarını silkti: İnanılmaz bulduğum da, yani bizim, ana babasının onu kendine karşı korumaya hakkımız olmayışı. Pierre’in, Frachot’nun yanında çok daha iyi bakılacağını da göz önünde tut. Koskoca bir bahçe var. Sonra, diye biraz gülümseyerek ekledi, kendine benzer insanlarla daha iyi anlaşır diye de düşünüyorum. Bu tür yaratıklar çocuk gibidirler, onları kendi benzerleri arasında bırakmak gerekir, bir çeşit masonluk örgütü kuruyorlar. Daha ilk günden onun oraya konması gerekirdi ve ben söyledim; kendisi için. Bu onun yararı için elbette.

Bir süre sonra ekledi:
-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre’le birlikte olması, özellikle gece, hoşuma gitmiyor. Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre fazlasıyla içinden pazarlıklı. -Bilmem ama, dedi Mme Darbedat, pek kaygılanmaya gerek yok; çünkü onun her zamanki hali bu. Herkesle alay eder gibi bir izlenim bırakıyor. Zavallı oğlan, önce çalım sat sonra da bu hale gel, diye içini çekerek ekledi. Bizim hepimizden daha akıllı olduğunu sanıyor. Tartışmayı kesmek için sana şöyle bir: `Haklısınız’ deyişi vardı… Durumunu fark edememesi onun için Tanrının bir lütfudur.

Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla hatırlıyordu. Eve’in evliliğinin ilk günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Mme Darbedat’nın canına minnetti. Ama adam çabalarını boşa çıkarmıştı; hemen hemen hiç konuşmuyordu, her zaman aşırı hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.
M. Darbedat düşüncesini söylemeye devam etti:

-Franchot bana binasını gezdirdi. Mükemmel. Hastaların meşin koltuklu ve yatar koltuklu, nasıl istersen öyle, özel odaları var.
Biliyorsun bir tenis alanı var, bir de yüzme havuzu yaptırıyor.
Pencerenin önünde dikilip duruyordu, bacaklarının üzerinde yaylanarak camdan dışarı bakıyordu. Birden, omuzları inik, elleri ceplerinde topuklarının üstünde döndü. Mme Darbiedat neredeyse terlemeye başlayacağını hissetti. Her seferinde aynı şeydi. Şimdi kafese kapatılmış bir ayı gibi bir aşağı bir yukarı yürümeye başlar ve her adım atışında ayakkabıları gıcırdardı.

-Dostum, dedi kadın, rica ederim otur, beni yoruyorsun.

Sakınarak ekledi: Sana söyleyeceğim önemli şeyler var. M. Darbedat geniş koltuğa oturdu, ellerini dizlerine koydu. Mme Darbedat’nın sırtında hafif bir ürperti dolaştı. Zamanı gelmişti, konuşması gerekiyordu.
-Biliyorsun, dedi sıkıntıyla öksürerek, salı günü Eve’i gördüm.
-Evet.

-Bir yığın şey üstüne gevezelik ettik, çok sevimliydi, uzun zamandan beri ben onu bu kadar güven içinde görmemiştim.

Sonra ona bazı sorular sordum, Pierre’le ilgili konuşturdum. Uzatmayalım, dedi yeniden sıkılarak, iyice ona tutkun olduğunu öğrendim.

-Hay Allah bunu ben de biliyorum, dedi M. Darbedat. Mme Darbedat’ın biraz canını sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona açıklamak gerekiyordu.
Mme Darbedat, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin arasında yaşamayı hayâl ediyordu.

-Ama ben demek istiyorum ki, diye yeniden söze başladı, kız bizim düşündüğümüzden başka türlü tutkun ona. M. Darbedat, tanımlanan ya da anlatılan bir şeyin anlamını pek kavrayamadığında yaptığı gibi gözlerini kızgınca ve kaygıyla kaydırdı:

-Ne demek istiyorsun yani?

-Charles, dedi. Mme Darbedat, beni yorma. Bir annenin bazı şeyleri söyleyebilmek için güçlük çekeceğini anlamalısın.

-Bütün bu anlattıklarının tek sözcüğünü bile anlamıyorum, dedi M. Darbedat, öfkeyle. Şimdi bana şey mi demek istiyorsun yoksa?

-Evet ya! dedi kadın.

-Onlar daha… daha şimdi?

Kadın sıkılarak kuru kuru üç kere:

-Evet! Evet! Evet! dedi.

M. Darbedat kollarını iki yana salıverdi, başını eğip sustu.

-Charles, dedi karısı kaygıyla, bunu sana söylememeliydim. Ama kendime de saklayamazdım.

-Çocuğumuz, dedi adam ağır ağır. Bu deliyle! Üstelik adam onu tanımıyor artık, Agathe diye sesleniyor. Kızın duyması gereken duyguyu kaybetmiş olması gerek.

Adam başını kaldırıp karısına baktı.

-İyi anlamış olduğuna emin misin?

-Ortada kuşkulanacak hiçbir şey yoktu. Ben de senin gibiyim, diye canla başla ekledi. Ona inanamıyordum. Zaten onu anlamıyorum. Bana göre, bu zavallı bahtsız adam tarafından etkilenmek düşüncesi yalnızca… İşte, diye içini çekti, sanırım adam onu buradan yakalıyor.

-Çok yazık! dedi M. Darbedat. Gelip kızı bizden istediği zaman sana söylediğimi hatırlıyor musun? Sana: Eve’den fazlasıyla hoşlanıyor galiba, demiştim. Bana inanmak istememiştin. Birden masaya vurdu ve kıpkırmızı oldu.

-Bu bir sapıklık! Kızı kollarının arasına alıyor, Agathe diyerek, onu, uçan heykeller, yok bilmem ne üstüne bir yığın boş lâf geveleyerek kucaklıyor! Kız da kendini ona bırakıveriyor! İyi, ama ne var aralarında? Kız ona bütün yüreğiyle acısın, ama uygun saatlerde onu her gün gidip göreceği bir dinlenme evine koysun. Ama hiç düşünmemiştim… Kızı dul gibi kabul ediyordum. Dinle, Janette, dedi ağır bir sesle, seninle açık konuşuyorum, bazı duyguları varsa, bir sevgilisi olmasını yeğlerdim ben!

-Charles, sus! diye bağırdı Mme Darbedat.

M. Darbedat, girerken yuvarlak bir masanın üstüne bıraktığı şapkasını, bastonunu yorgun bir
tavırla aldı.

Sözlerini:

-Bana söylediklerinden sonra, benim pek umudum kalmıyor. Gidip şimdi yine de onunla konuşacağım, çünkü bu benim ödevim, diye bitirdi. Mme Darbedat, gitsin diye acele etti. Adamı yüreklendirmek için,
-Bilirsin, her şeye karşın, Eve’de her şeyden… çok dikkafalılık vardır sanıyorum. Adamın hastalığının iyi olmayacağını bilir, ama dikkafalılık eder, bu yüzden başarısızlığa uğrayıp utanmak istemez; dedi.

M. Darbedat dalgın dalgın sakalını okşuyordu.

-İnatçılık mı? Evet, belki. Peki, sen haklıysan, sonunda yorulacaktır. Adamın her gün keyfi yerinde değil; hem sonra konuşmuyor. Günaydın dediğim zaman bana şöyle bir elini uzatıyor, konuşmuyor. Yalnız kaldıklarında saplantılarına yeniden döndüğünü sanıyorum. Kız, bana, onun boğazlanan bir adam gibi bağırdığını, çünkü sanrılar gördüğünü söylüyor. Heykeller yüzünden. Onu korkutuyorlar, çünkü vızıldıyorlar. Çevresinde uçtuklarını, gözlerini bulandırdıklarını söylüyor.

Eldivenlerini giydi, yeniden söze başladı:

-Bıkıp usanacak, demiyorum sana. Ama ya bu yakınlarda sapıtırsa? Biraz dışarı çıksın istiyorum, dünyayı görsün. Birkaç kibar gençle karşılaşsın, Simplon’da mühendis olan Schroder’i al işte; geleceği olan biri, birilerinde biraz görür, ötekilerde biraz görür ve hayatını yeniden kurmak düşüncesine yavaş yavaş alışır. Mme Darbedat, sözü uzatmaktan korktuğu için karşılık vermedi. Kocası üstüne doğru eğildi.
-Haydi, dedi, gitmem gerekiyor.

-Hoşça kal, tontonum, dedi Mme Darbedat, alnını ona uzatarak. Onu öp ve zavallı bir kızcağız olduğunu benim tarafımdan söyle.

Kocası gidince Mme Darbedat koltuğunun içine gömüldü, bitkin bir halde gözlerini yumdu. Ne canlılık, diye düşündü sitemle. Biraz kuvvet bulunca, el yordamıyla ve gözlerini açmadan solgun elini yavaşça uzatıp tabaktan bir lokum aldı. Eve, kocasıyla birlikte Bac Sokağında eski bir binanın beşinci katında oturuyordu. M. Darbedat yüz on iki basamak merdiveni çevik adımlarla tırmandı. Zilin düğmesine uzandığı zaman solumuyordu bile. Mme Dormoy’un sözü aklına geldi, hoşlandı: Yaşınıza göre harkuladesiniz, Charles. Özellikle bu hızlı çıkışlardan sonra hiçbir zaman perşembe günü olduğu kadar kendini sağlam ve sağlıklı hissetmiyordu.

Kapıyı açan Eve oldu. Doğru ya hizmetçi yok. Bu kızlar hiç kalamazlar. Kendimi onların yerine koyuyorum da. Kızını öptü.
-Günaydın zavallı yavrum.
Eve de ona belirgin bir soğuklukla,
-Günaydın, dedi.
-Biraz solgunsun, dedi M. Darbedat, kızının yanağına dokunarak. Yeteri kadar hareketli değilsin.

Bir sessizlik oldu.
-Annem iyi mi? diye sordu Eve.
-Şöyle böyle. Salı günü görmedin mi? İşte her zaman olduğu gibi. Louise Teyzen dün onu görmeye geldi, hoşuna gitti annenin. Konuk gelmesinden pek hoşlanıyor, ama çok kalmamaları koşuluyla. Louise Teyzen şu ipotek sorunu için çocuklarla birlikte gelmiş Paris’e. Sana anlatmıştım, garip bir hikâye. Bana danışmak için işyerime geldi. Yapılacak tek şey vardı: Satmak. Zaten alıcı da bulmuş. Şu Bretonnel. Bretonnel’i hatırlıyor musun? Şimdi işten çekildi.

Birdenbire durdu. Eve onu şöylesine dinliyordu. Kızın artık hiçbir şeyle ilgilenmediğini üzülerek düşündü. Kitaplar gibi. Eskiden kitapları elinden çekip almak gerekiyordu. Şimdi okumuyor bile artık.
-Pierre nasıl?
-İyi, dedi Eve. Onu görmek ister misin? M. Darbedat, sevinçle, -Elbette, dedi, onu görmeye geldim. Bu zavallı çocuğa karşı içi acımayla doluydu. Ama iğrenmeden de ona bakamıyordu. Hastalıklı yaratıklardan korkuyorum.
Gerçekte bu Pierre’in hatası değil: Alabildiğine soyuna çekmiş. M. Darbedat iç geçiriyordu: Önlemler almak boşuna, bu gibi şeyler hep çok geç öğrenilir. Hayır, Pierre sorumlu değil. Ama yine de bu kusuru her zaman içinde taşımıştı. İnsanı yargılamak istediğimiz zaman bu hastalıkları hesaba katmayabiliriz; bu kusur kişiliğinin temelini oluşturuyordu. Bir kanser ya da verem gibi değildi. Kızla aşk dönemini yaşadığı zamanlar, Eve’in bu kadar hoşuna giden, bu sinirli çekicilik, bu incelik, bu delilik çiçekleriydi. Kızla evlendiği zaman zaten deliydi, ama belli etmiyordu. İnsan kendi kendine sormalı, diye düşündü M. Darbedat, sorumluluk nerede başlar, ya da daha çok nerede biter. Her an, kendini çok dinlerdi, her an içine dönüktü. Ama bu onun hastalığının nedeni mi, sonucu mu? Uzun loş bir koridorda kızının arkasından gidiyordu.

-Bu apartman sizin için çok büyük, dedi. Başka yere taşınmalısınız.

-Hep bunu söylersin, baba, dedi Eve. Sana, Pierre’in, odasından ayrılmak istemediğini söyledim.

Eve şaşırtıcıydı. Bu yüzden, insan kocasının durumunu iyi bilip bilmediğini kendi kendine soruyordu. Adam bağlanacak cinsten deliydi ve kadın, sanki sağduyu sahibiymiş gibi onun kararlarına ve düşüncelerine saygı gösteriyordu.

M. Darbedat hafifçe canı sıkılmış olarak yeniden söze başladı:

-Bütün bu söylediklerim sana. Bana öyle geliyor ki, kadın olsaydım, kötü aydınlanan bu eski odalardan korkardım.

Ben senin için aydınlık bir apartman olsun isterim, şu son yıllarda bu dediğimden bir tanesini Auteuıl’ün köşesine yaptılar, iyice havadar üç küçük odası var. Kiracı bulamadıklarından kirayı iyice indirdiler, tam zamanı.

Eve kapının tokmağını yavaşça döndürdü, odaya girdiler. M. Darbedat ağır bir günlük kokusunun boğazını sardığını hissetti. Perdeler örtülmüştü. Yarı gölgede bir koltuğun arkalığından gözüken zayıf bir ense fark etti. Pierre’in arkası dönüktü, yemek yiyordu.
-Günaydın Pierre, dedi M. Darbedat, sesini yükselterek.
Ee, bugün nasılsın bakalım?
M. Darbedat yaklaştı: Hasta, küçük bir masanın başına oturmuştu, sinsi bir tavrı vardı.
-Rafadan yumurta ha, dedi M. Darbedat, sesini daha yükselterek. Çok iyi!
Pierre tatlı bir sesle:
-Sağır değilim, dedi.
M. Darbedat, şaşkın şaşkın, işte gör gibilerden Eve’e çevirdi gözlerini. Ama Eve ona sertçe baktı ve sustu. M. Darbedat onu kırdığını anladı. Pekâlâ, onun bileceği iş. Bu zavallı çocukla konuşma biçimi bulmak olanaksızdı. Dört yaşında bir çocuktan daha az aklı vardı. Eve ise onun bir adam yerine konmasını istiyordu.

M. Darbedat, bütün bu gülünç ilgilerin gereksiz olacağı zamanı sabırsızlıkla bekleyip sesini çıkaramıyordu. Hastalar, hep onu biraz sıkardı, özellikle de deliler, çünkü haksızdılar. Sözgelişi, zavallı Pierre her yönden haksızdı, düşünüp taşınmadan konuşuyordu, gelgelelim ondan biraz alçakgönüllülük beklemek, hatlarını geçici olarak kabul etmesini istemek boşunaydı.

Eve, kabukları ve yumurta fincanını kaldırdı. Pierre’in önüne çatal bıçakla, bir örtü koydu.
M. Darbedat neşeli neşeli:
-Şimdi ne yiyecek? diye sordu.
-Biftek.
Pierre çatalı eline almıştı, uzun solgun parmaklarının ucuyla tutuyordu. Çatalı dikkatle inceledi, sonra hafifçe güldü:
-Bu kez bu olmayacak, diye mırıldandı çatalı koyarak. Önceden haberliydim. Eve yaklaştı, çatala aşırı bir ilgiyle baktı.
-Agathe, dedi Pierre, bana bir başkasını ver.
Eve emri yerine getirdi ve Pierre yemeğini yemeye başladı. Kız kuşku uyandıran çatalı eline almıştı, gözlerini ondan ayırmadan sıkıca elinde tutuyordu: Müthiş bir kuvvet harcıyor gibiydi. M. Darbedat, Bütün hareketleri ve bütün ilişkileri ne kadar da karanlık! diye düşündü. Rahatsız olmuştu.

-Dikkat, dedi Pierre, kıskaçları nedeniyle orta yerinden tut onu.
Eve içini çekti ve çatalı masanın üstüne koydu. M. Darbedat kafasının kızmaya başladığını hissetti. Bu bahtsızın bütün zıpırlıklarına boyun eğmenin iyi olacağını düşünmüyordu, hatta Pierre açısından da bu zararlıydı. Frachot ona iyi söylemişti: İnsan bir hastanın taşkınlıklarına asla göz yummamalı. Ona bir başka çatal vermek yerine yavaş yavaş onu düşünmeye zorlamak, ilk çatalın ötekilerin tıpkısı olduğunu anlatmak daha doğru olurdu.
Masaya doğru ilerledi, göz göre göre çatalı aldı, parmağının ucuyla çatalın dişlerine dokundu. Sonra Pierre’e döndü.

Ama beriki sakin sakin etini kesiyordu. Kayınbabasına tatlı ve anlamsız bir bakışla baktı.
M. Darbedat, Eve’e,
-Seninle biraz gevezelik etsek iyi olur, dedi.
Eve sesini çıkarmadan onun peşinden salona gitti. Kanepeye otururken çatalı elinde tuttuğunu fark etti M. Darbedat. Çatalı kızgınlıkla konsolun üstüne attı.

-Burası daha iyi, dedi.

-Hiç gelmiyorum buraya.

-Sigara içebilir miyim?

-Elbette baba, dedi aceleyle Eve. Puro ister misin? M. Darbedat sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu: Pierre’le konuşurken, bir dev, bir çocukla oynarken nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olmasından dolayı sıkıldığını hissediyordu. Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyorlardı. Benim zavallı Jeannette’imle birlikte, kabul etmemiz gerekirse, durum yine aynı. Muhakkak ki Mme Darbedat deli değildi, ama hastalık onu… yatıştırmıştı. Eve, aksine, babasına çekmişti, doğru ve aklı başında bir yapısı vardı. Onunla konuşmak bir zevk olurdu.
İşte bunun için aramız bozulsun istemiyorum. M. Darbedat gözlerini kaldırdı, kızının akıllı ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayâl kırıklığına uğramıştı: Eskiden o kadar anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk birşeyler vardı. Eve her zaman çok güzeldi. M. Darbedat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış olduğunu fark etti.

Gözkapaklarını maviye boyamış, rimel uzun kirpiklerine kadar çıkmıştı. Bu eksiksiz ve çarpıcı makyaj babasına dokundu:
-Boyanın altında yemyeşilsin, dedi kıza, hasta değilsin korkarım. Hem şimdi ne kadar da çok boyanıyorsun! Eskiden daha ölçülüydün.

Eve yanıt vermedi. M. Darbedat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti. Kızda bir trajedi oyuncusu havası var, diye düşündü. Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da Phedre’i Fransızca oynayan şu kadına, şu Romanyalıya.

Bu yersiz açıklamayı yaptığı için onu gücendirmiş olmaktan kaygılandı: Lâf olsun işte! Küçük şeyler için tatsızlık en iyisi.

-Kusura bakma, dedi gülümseyerek, bilirsin ki ben yaşlı bir doğalcıyım. Günümüz kadınlarının yüzlerine sıvadıkları bütün bu güzellik müstahzarlarını pek sevmiyorum. Ama haksız olan benim, insan çağında yaşamalı.
Eve, sevimli sevimli güldü. M. Darbedat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lâfın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.
-Ayakta durayım daha iyi, dedi Eve. Bana söyleyecek neyin var ki?
-Sana basit bir soru soracağım, dedi M. Darbedat; biraz kuru bir tavırla. Bütün bunlar seni nereye sürüklüyor?
-Bütün bunlar mı? diye şaşkın şaşkın tekrarladı Eve.
-Evet, tabii, bütün bu yaşadığın hayat. Dinle, diye yeniden başladı, seni anlamadığıma kimse inanmaz (birden bir ilham gelmişti).
Ama senin de yapmak istediğin şey insanoğlunun gücünü aşıyor. Yalnızca hayâl kurarak yaşamak istiyorsun, değil mi? Onun hasta olduğunu hiç düşünmüyor musun? Bugünün Pierre’ini görmek istemiyorsun, öyle değil mi? Gözünün önünde eskinin Pierre’i var. Yavrucuğum, kızım, bu olur şey değil, diye tekrarladı M. Darbedat. Bak sana belki bilmediğin bir hikâyeyi anlatayım: Biz Sablesd’ Olonne’dayken, sen üç yaşındaydın, annenin genç sevimli bir hanım tanıdığı vardı, kadının da güzel ve gösterişli küçük bir oğlu. Bu küçük oğlanla kumsalda oynuyordunuz, siz üç elma boyundaydınız, sen onun nişanlısıydın. Birkaç zaman sonra, annen Paris’te bu genç kadını görmek istedi. Öğrendik ki kadının başına bir felâket gelmiş: Bir otomobilin ön tarafı çocukcağızın başını koparmış. Annene: Haydi git onu gör, ama çocuğunun ölümünden ona hiç söz açma, çocuğun öldüğüne inanmak istemiyor, dediler. Annen kadının yanına gitti, yarı yarıya delişmen bir yaratıkla karşılaştı.
Sanki oğlu daha hayattaymış gibi yaşıyordu. Onunla konuşuyor, sofrada yerini hazırlıyordu. Böylece öyle bir sinir bozukluğu içinde yaşadı ki altı ay sonra zorla bir dinlenme evine yatırılması gerekti, orada üç yıl geçirmek zorunda kaldı. Hayır yavrucuğum, dedi M. Darbedat, başını sallayarak, bu gibi şeyler olanaksızdır. Kadının gerçeği cesaretle karşılaması daha yerinde olurdu. Gereği gibi acı duyardı ve sonra zaman bunun üstüne bir sünger çekerdi. İnan bana, her şeye kendini kandırmaya çalışmadan bakmak, en iyisidir.

-Yanılıyorsun, dedi Eve. Çok iyi biliyorum ki, Pierre…
Gerisi ağzından çıkmadı. Dimdik duruyordu ve elleri bir koltuğun arkalığındaydı. Yüzünün alt kısmında kuru, çirkin bir anlam vardı.

-İyi ya… sonra? diye sordu M. Darbedat, şaşkın şaşkın.

-Sonrası ne?

-Sen?..

Eve, canı sıkılmış bir tavırla,

-Onu olduğu gibi seviyorum, dedi çabuk çabuk.

-Bu doğru değil, dedi M. Darbedat, üstüne basa basa. Doğru değil. Sen onu sevmiyorsun, sen onu sevemezsin. Böylesi duygular ancak sağlam ve normal bir insana karşı duyulabilir. Pierre’e gelince, sen ona ilgi duyup acıyorsun, bundan kuşkum yok; ona borçlu olduğun üç mutlu yılın anısı var içinde. Ama bana onu sevdiğini söyleme, sana inanmayacağım. Eve susup kalmıştı; orada değilmişçesine halıya dikmişti gözlerini.

-Bana yanıt verebilirsin, dedi M. Darbedat, soğuk soğuk. Bu konuşmanın senin için can sıkıcı da benim için daha az can sıkıcı olduğunu sanma.

-Nasıl olsa bana inanmayacaksın.

-İyi öyleyse, onu seviyorsan, diye bağırdı çileden çıkarak, bu senin için, benim için, zavallı annen için büyük bir felâket, çünkü gözlemeyi yeğ tuttuğum bir şeyi şimdi sana söyleyeceğim: Üç yıla varmadan Pierre tam bir çılgınlığın içine düşecek, bir hayvan gibi olacak.

Adam kızına gözlerini dikip baktı; inadıyla kendisini bu üzücü açıklamayı yapmaya zorladığı için kızına öfkeleniyordu. Eve, oralı olmadı, gözlerini bile kaldırmadı.

-Bunu biliyorum.

-Kim söyledi sana? diye şaşırarak sordu adam.

-Franchot. Bunu altı aydır biliyorum.

-Bense sana söylememesi için onu uyarmıştım, dedi M. Darbedat, acı acı. Neyse, böylesi belki daha iyi. Ama bu durumda Pierre’i yanında tutman bağışlanır şey değil. Giriştiğin mücadele başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkum, onun hastalığı affetmez. Yapılacak bir şey varsa, özen göstererek kurtarılabilecekse bir şey demem. Ama bak biraz; güzeldin, akıllıydın, neşeliydin, kendini bile bile ve bir hiç uğruna harap ediyorsun. Evet, herkes biliyor, yaptığın şey çok güzel, ama bak işte, bitti artık, ödevini tam yaptın, fazlasıyla yaptın, şimdi ısrar etmek saçma. İnsanın kendine karşı yapması gereken ödevlerin var, yavrucuğum. Sonra bizi de düşünmüyorsun.

Pierre’i, diye tane tane tekrar etti, Franchot’nun kliniğine göndermen gerekiyor. Sana mutsuzluktan başka bir şey getirmeyen bu apartmanı da bırakıp yanımıza geleceksin. Başkalarının acılarını dindirmek ve yararlı olmak istiyorsan işte annen. Zavallı kadın hastabakıcıların elinde kaldı, yakınında birine ihtiyacı var. O kadın, diye ekledi, iyilikçiliğinle ve ona yapacaklarınla senin değerini bilecek.
Uzun bir sessizlik oldu. M. Darbedat, yan odada Pierre’in şarkı söylediğini duydu. Bir şarkı da değil, daha çok dokunaklı, hızlı bir şiir gibi bir şeydi. M. Darbedat gözlerini kızına kaldırdı.

-Oldu mu?

-Pierre benimle kalacak, dedi kız, yavaşça, ben onunla iyi anlaşıyorum.
-Bütün gün alıkça şeyler yaparak mı?

Eve gülümsedi, babasına alaycı, daha çok da neşeli tuhaf bir bakışla baktı. Doğru, diye düşündü M. Darbedat, öfkeyle, bundan başka bir şey yaptıkları yok; bir aradalar ya. -Sen iyice delisin, dedi ayağa kalkarak.

Eve kederli kederli gülümsedi, o da kendi kendine mırıldanır gibi:
-Pek değil, dedi.

-Pek değil mi? Sana söyleyecek tek sözüm var yavrucuğum, beni korkutuyorsun.

Kızını çabucak öpüp çıktı. Merdivenlerden inerken: Bunlara şu zavallıyı yakalayıp götürecek ve düşüncesini sormadan soğuk suyun altına sokacak iki tane esaslı adam göndermek gerekiyor, diye düşündü. Sakin ve güzel bir sonbahar günüydü. Güneş, geçenlerin yüzlerini altın sarısı bir renkle aydınlatıyordu. M. Darbedat bu yüzlerin sadeliğiyle irkildi. Aralarında yüzleri karanlık olanlar da vardı, ışıldayanlar da, ama bunlar hep kendisine yakın olan mutluluklardan ve kederlerdendi.

Saint-Germain Bulvarında yürürken Eve’in kusurunu yüzüne vurduğumu çok iyi biliyorum. Ona insanoğlunun dışında yaşadığı için kızıyorum. Pierre artık bir insan değil. Ona gösterdiği bütün özeni, bütün sevgiyi, bütün bu insanlardan esirgiyor. İnsanları bir yana atmaya kimsenin hakkı yok; zar zor da olsa toplum halinde yaşıyoruz. Geçenlere sevgiyle, yakınlıkla bakıyordu. Onların ağırbaşlı ve duru bakışlarını seviyordu. Bu güneşli sokaklarda, bu insanların arasında, insan sanki büyük bir aile kalabalığı içindeymiş gibi, kendini güvencede hissediyor. Gür saçlı bir kadın bir açık hava sergisinin önünde durmuştu. Küçük bir kızı elinden tutuyordu.

Küçük bir kız radyo alıcısını göstererek sordu:
-Bu nedir?
-Hiçbir şeye dokunma, dedi annesi, bir alet; müzik aleti.

Bir süre hiç konuşmadan durdular. M. Darbedat sevecenlikle küçük kıza doğru, eğildi ve gülümsedi.


Karmazov Kardeşler,Dostoyevski


Şaka ediyormuşum! Dün de dedenin yanında iken şaka ettiğimi söylediler. Bak yavrum, on sekizinci yüzyılda bir günahkar vardı: Şöyle bir laf ortaya attı:

"Eğer Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi" dedi.

"S'iln'existait pas Dieu il faudrait l'invanter" ve garip olanı, insanda hayranlık uyandıran, Tanrının gerçekten varolması değildir. Asıl hayranlık uyandıran şey, insan gibi acımak bilmeyen vahşi bir hayvanın içinde "Tanrının varolması zorunlu bir şeydir!" diye bir düşüncenin uyanmasıdır.

Tanrı düşüncesi o derece kutsal, o derece insanı duygulandıran, o derece derin ve insana onur kazandıran bir düşüncedir, işte! Bana gelince, ben çoktandır: "İnsan mı Tanrıyı yarattı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı?" diye düşünmekten vazgeçtim! Artık bu konuda tüm çağdaş Rus gençlerinin ortaya attıkları düşünceleri eleştirecek değilim.

Bütün bu düşünceler hep Avrupalılarının teorilerinden çıkarılmıştır. Çünkü Avrupa'da daha teori olan şey, Rus delikanlısının zihninde hemen kesin bir yargı olur. Hem de yalnız gençlerin gözünde öyle değildir, bazı profesörler için bile böyledir. Çünkü şimdi bizim Rus profesörleri ile o Rus gençlerinin arasında çoğu zaman hiç ayrıntı olmuyor. Onun için bütün bu teorileri bir tarafa bırakıyorum.

"Şimdi ikimizin amacı ne? Benim amacım ne kadar mümkünse o kadar çabuk, sana özümü, yani nasıl bir insan olduğumu, neye inandığımı, neye güvendiğimi anlatmaktır. Öyle değil mi, söyle? Onun için sana şunu bildiriyorum ki, Tanrı'nın varlığını düpedüz ve yapmacıksız kabul ediyorum. Yalnız şunu belirtmem gerekir: Eğer Tanrı gerçekten var ise ve dünyayı yaratmışsa, o halde hepimizin bildiği gibi onu Öklid geometrisine göre insan aklını da ancak üç boyutlu kavrayabilecek şekilde yaratmıştır.

Bu arada bazı geometri bilginleri ve filozoflar ortaya çıktı. Üstelik bunların arasında çok değerli olanları vardır. Bunlar tüm evrenin, hatta evreni de içine alan sonsuzluğun bile Öklid geometrisine göre yaratılmış olmasından şüphe ediyorlar. Hatta Öklid'e göre dünyada hiçbir şart altında kesişmeyen, kesişmeleri imkansız olan iki paralel çizginin belki de sonsuzluğun herhangi bir noktasında birleştiklerini hayallerinden geçirmek cüretini gösteriyorlar.

"Ben şöyle bir yargıya vardım, yavrum: Madem benim böyle bir düşünceyi bile kavramaya gücüm yok, o halde Tanrıyı nasıl kavrayabilirim? Boynumu eğerek şunu açıklıyorum ki, böyle sorunları çözmek için gereken yeteneklerden
hiçbirine sahip değilim. Benim aklım Öklid prensiplerine göre işleyen, yani yalnız bu dünyayı kavrayabilecek bir akıldır. Böyle olunca, nasıl olur da bu dünya ile ilgisi olmayan bir konuda karar verebilirim? Sana da öğüdüm bunu hiçbir zaman düşünmemektir, dostum Alyoşa! Hele Tanrı'yı "Tanrı var mı? Yok mu?" sorusunu hiçbir zaman aklına getirme! Bütün bu sorular üç boyutlu düşünceye sahip bir aklın hiçbir zaman kavrayamayacağı şeylerdir.

"Bu bakımdan Tanrının varlığını kabul ediyorum. Hem de bunu seve seve kabul etmekten başka, "O"nun hikmetine, "O"nun bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir amacı güttüğüne, hayatın belirli bir düzen içinde olduğuna, bir anlam taşıdığına, günün birinde de güya hepimizin birleşeceği kusursuz düzene, bütün evrenin yöneldiği "Kelam"a ve benzerleri olan her şeye, her şeye, hatta sonsuzluğa bile inanıyorum!.. Bu konuda birçok sözler söylenmiştir. Artık bana öyle geliyor ki, iyi bir yoldayım, değil mi?

"Öyleyken bütün bunların sonucunu düşündüğüm zaman, Tanrı'ya bağlı olan bu dünyayı kabul edemiyorum. Hem de varlığını bildiğim halde, yani böyle bir dünyanın nasıl varolabileceğine bir türlü inanamıyorum. Kabul edemediğim şey, Tanrı'nın kendisi değil, bunu anla! Ben yalnız "O"nun yarattığı dünyayı kabul edemiyorum, onu bir türlü benimsemeye razı olamıyorum! Ne demek
istediğim açıklayayım: Mini mini bir çocuk gibi içtenlikle ve kesin olarak inanıyorum ki, tüm acılar günün birinde dinecek, insanlığın içinde yaşadıkları tüm zıtlıkların gururu yaralayan gülünçlüğü basit bir serap gibi siliniverecek ve tüm ayrılıklar bu atom kadar küçük, güçsüz ve Öklid prensiplerine göre yaratılmış aklımızın çirkin bir uydurması olarak yok olacak. İnanıyorum ki en sonunda, dünya sona erdiği, herşeyin o kusursuz düzene karışmış bir bütün olacağı anda, öylesine değerli bir şey olacak ki, meydana gelen bu değerli şey tüm yürekleri dolduracak, tüm nefretlerin söndürülmesine, insanların yaptıkları tüm kötülüklerin, döktükleri kanların bağışlanmasına yetecektir. O zaman insanların yaptıkları her şey bağışlanacak, hoş görülecek ve başlarından geçen her şeyi hoş karşılamak mümkün olacaktır.

Varsın öyle olsun!.. Varsın bu söylediklerimin hepsi gerçekten meydana gelsin ve o dediğim değerli varlık karşımıza çıksın. Öyle de olsa ben gene de bunu kabul etmiyorum, etmek de istemiyorum!

"Diyelim ki paralel çizgiler bir noktada birleştiler, diyelim ki bunu ben de kendi gözlerimle gördüm; öyleyken, bunu kendi gözümle gördüğüm halde, sadece "birleştiklerini gördüm" derim, ama gene de, gerçekten öyle olduğunu kabul edemem. İşte, benim anlatmak istediğim bu, Alyoşa!.. Benim tezim budur! Artık bunu sana ciddi söylüyorum.

Seninle yaptığımız bu konuşmaya mümkün olduğu kadar saçma başladım, ama sonunda işte bu açıklamaya dek götürdüm. Çünkü biliyorum ki, senin için gerekli olan budur. Senin bilmek istediğin Tanrı'nın varolup olmadığı değildir. Senin için yalnız sevgili ağabeyinin hangi duygular içinde oyaladığını öğrenmek gerekliydi. Ben de bunu söyledim işte.

24 Haziran 2008 Salı

Yüzyıllık Yalnızlık,Gabriel Garcia Marquez


Fernanda yaşayan bir ölüydü. Bin kilometre kadar uzaktaki bir kentte doğup büyümüştü. Karanlık gecelerde ıssız sokakların kaldırım taşlarında, artık tarihe karışmış genel valilerin araba seslerinin hala duyulduğu kasvetli bir kentti burası. Akşamın altısı oldu mu, tam otuz iki kuleden ölüm çanları çalınırdı. Musalla taşını andıran tahta döşemeli malikanede, hiç güneş yüzü görülmezdi. Bahçedeki servi ağaçları, yatak odalarının soluk, ağır perdeleri, bahçenin yediverenlere sarılı kemerleri havayı büsbütün boğardı. Fernanda, genç kızlık çağına gelinceye dek, komşu evlerde, birinin öğle uykusu uyumamak direnciyle yıllar yılı sürdürdüğü piyano derslerinin melankolik uğultusu dışında, dünyadan habersiz büyümüştü. Fernanda, panjurların ardından sızan ışıkta teni yeşil sarı görünen hasta annesinin odasında oturur, metodik, tekdüze, duygusuz tuşların sesini dinler ve kendisi cenaze çelenkleri örerek solup giderken, o müziğin dünya demek olduğunu düşünürdü. Akşam ateşiyle yanıp ter döken annesi, ona geçmişin ne bulunmaz güzellikte olduğunu anlatırdı. Fernanda daha ufacıkken, ay aydınlığı bir gece, beyazlar giyinmiş çok güzel bir kadının bahçedeki küçük kiliseye doğru yürüdüğünü görmüştü…

Gözlerinin önünden hiç gitmeyen o görüntünün Fernanda'yı tedirgin eden yanı, kadının tıpkı kendi eşi olmasıydı. Sanki genç kızlık halini, yirmi yıl önceden görmüş gibiydi…

20 Haziran 2008 Cuma

Carlos Fuentes, Terra Nostra


"Hepimiz varoluşumuzun herhangi bir anında sormuşuzdur kendimize; elimize hayatımızı yeniden yaşama fırsatı geçseydi tekrar aynı şekilde mi yaşardık, hangi yanlışlardan sakınırdık, hangi ihmal edilmiş şeyleri düzeltirdik, o gece o kadına onu sevdiğimi söylemeli miydim, neden ölümünden bir gün önce babamı ziyaret etmedim, kilisenin kapısında bana avuç açan dilenciye cebimdeki parayı vermeli miydim, hiç durmadan seçtiğimiz kişileri, işleri, kârları, fikirleri yeniden seçebiliriz, çünkü hayat bir şeyle başka bir şey arasında sonsuz sayıda seçimlerden ibarettir, hiç bitmeyen bir seçim, ama biz öyle olduğuna inansak bile asla özgürce karar veremeyiz, seçimlerimiz bize başkalarının, yani tanrıların, hâkimlerin, hükümdarların, kölelerin, babaların, anaların, çocukların dayattığı koşullarla belirlenir."

"Bak; tiyatromun birbirine geçmiş çerçevelerinde göreceksin en mutlak hatıraların geçişlerini: Öyle olabilecek olan ama olmayanların belleği; en büyük ve en küçük ayrıntılarına kadar, yapılmamış hareketler, söylenmemiş sözler, feda edilmiş seçimler, ertelenmiş kararlar, Ciceron'un sabırlı sessizliğini gör Catilina'nın aptalca komplosunu duyduğunda, Calpurnia'nın martın 15'indeki Senato toplantısına katılmaması için Caesar'ın nasıl ikna ettiğini, Salamis'te Yunan ordusunun yenilişini, Augustus'un hükümdarlığı sırasında Filistin'in Beytlehem kentinde bir ahırda bir kız çocuğunun dünyaya geldiğini gör, Pilatus'un kâhin kadını bağışlamasını ve Barabbas'ın çarmıhta öldüğünü gör, Sokrates'in zindanda beklediği sırada intihardan vazgeçişini gör, Odysseus'un nasıl öldüğünü gör, akıllı Troyalılar şehrin surları dışında buldukları tahta atı yaktıkları zaman askerlerin ateşler içinde cayır cayır yandığını, Makedonyalı İskender'in yaşlandığını, Homeros'un sessizce izleyişini; gör -ama kimseye söyleme- Helen'in evine dönüşünü, Eyüp'ün evden kaçışını, Habil'in kardeşi tarafından unutuluşunu, Medea'nın kocası tarafından hatırlanışını, krallıkta barış hüküm sürsün diye Antigone'nin tiranın yasasına boyun eğişini, Spartacus'un isyanının başarı kazandığını, Nuh'un gemisinin battığını, Lucifer'in Tanrının yanındaki mevkisine geri döndüğünü, Tanrının onu affettiğini; ama diğer ihtimali de gör: İsyan etmek istemeyen ve cennette kalan uysal bir şeytan; bak, Cenovalı Colombo'nun deve üstünde yolculuk ederek Büyük Han'ın sarayı Cipango'ya batıdan doğuya doğru karadan giden yolu aradığını; çerçevelerin dönmesini ve birbiri içinde yitmesini izle, genç çoban Oedipus'un ölene kadar üvey babası Korinthoslu Polybus'la yaşamaya razı olduğunu gör, ve Jacosta'nın yalnızlığını gör, eksik, bomboş olduğunu hissettiği hayatının elle tutulmaz acılarını; yalnızca günahkâr bir düş kurtarabilir onu; gözler çıkartılmayacak, kader olmayacak, trajedi gerçekleşmeyecek ve Yunan düzeni çökecek trajik günahlar olmadığı için, çünkü o günahlar düzeni bozar, yeniden tamir eder ve sonsuza dek canlı tutar: Roma'nın gücü zapt edemedi Yunan ruhunu; ancak ve ancak trajedinin yokluğuyla zapt edilebilir Yunan; bak, müslümanların işgal ettikleri Paris'e, Augustinus'la olan mücadelesinde Pelagius'un zaferine ve takdis edilmesine, Herakleitos'un nehrinin sularının Platon'un mağarasını basmasına; bak Dante ve Beatrice'in düğününe, asla yazılmayan bir kitaba, yaşlı bir hovardaya ve Asisi tacirine, Gicotto'nun hiç resim yapmadığı boş duvarlara, bir çakıl taşı yutup deniz kıyısında boğularak ölen bir Demosthenes'e. Gör en önemli ve en önemsiz ayrıntıları, bir prensin beşiğindeki dilenci ve dilencinin beşiğindeki prens; ölü doğan çocuğun büyümesi ve büyümüşken ölen çocuk; çirkin kadın, güzel; çolak, eksiksiz; cahil, alim; aziz, ahlaksız; zengin, fakir; savaşçı, müzisyen; politikacı, filozof; tiyatronun üstünde durduğu bu büyük dairenin azıcık bir dönmesi yeter, üç eşkenar üçgenle örülen daire çevresi içinde çoklu bileşimleriyle hareket eden yedi yıldızın, üç ruhun, yedi dönüşümün ve tek bir gözün büyük planı: Kızıldeniz'in suları ikiye yarılmadı, Toledo'daki küçük bir kız bilemedi bir kilisenin yedi eş sütunundan hangisini tercih ettiğini ya da akşam yemeğinin iki eş nohudundan hangisini tercih ettiğini, Yahuda rüşvet almadı, 'Kurt geliyor!' diye bağıran oğlana kimse inanmadı."

20 Nisan 2008 Pazar

Hepimiz Onu Bekliyoruz - Kara Kitap,Orhan Pamuk


Hepimiz O'nu bekliyoruz. Hepimiz yüzyıllardır O'nu bekliyoruz. Bazılarımız, Galata köprüsü üzerindeki kalabalıktan bunalıp Haliç'in kurşuni mavi sularına kederle bakarken; bazılarımız, Surdibi'ndeki iki göz odayı bir türlü ısıtmayan sobaya odun atarken; bazılarımız, Cihangir'in arka sokağındaki Rum apartmanının o hiç bitmeyen merdivenlerini çıkarken; bazılarımız ücra bir Anadolu kasabasında, meyhanede arkadaşlarla buluşma saati gelsin diye, İstanbul gazetesindeki bulmacayı çözerken; bazılarımız da, o gazetede sözü edilen ve resmi basılan uçaklara binmeyi, aydınlık salonlara girmeyi, güzel gövdelere sarılabilmeyi hayal ederken, O'nu bekliyoruz. Ellerimizde yüz kere okunmuş gazetelerden katlanmış kese kağıtları, en ucuz plastikle yapıldığı için, içindeki elmaları da sentetik bir kokuyla kokutan plastik torbalar, avuç içlerimizde ve parmaklarımızda morumsu izler bırakan pazar fileleri, çamurlu kaldırımlarda hüzünle yürürken de O'nu bekliyoruz. Cumartesi akşamları şişeleri ve camları kıran erkeklerle, dünya güzeli kadınların doyum olmaz maceralarını seyrettiğimiz sinemalardan, yalnızlık duygusunu artıran orospularla yattığımız kerhanelerin sokağından, küçük saplantılarımız var diye acımasız arkadaşlarımızın bizimle alay ettiği meyhanelerden ve gürültücü çocukları bir türlü uyuyamadığı için radyolarındaki tiyatroyu bile tadını çıkararak dinleyemediğimiz komşu evinden dönerken, hepimiz O'nu bekliyoruz. Bazılarımız O'nun arsız çocukların sapanlarıyla sokak lambalarını kırdıkları arka mahallelerin karanlık köşelerinde ilk görüneceğini söylüyor, bazıları da Mili Piyango, Spor Toto, çıplak kadınlı dergi, oyuncak, tütün, prezervatif ve her türlü ıvır zıvır satan günahkarların dükkanlarının önünde. Nerede, ama nerede ilk görünürse görünsün, ister küçük çocukların günde on iki saat kıyma yoğurduğu köfteci dükkanlarında, ister binlerce gözün tek bir isteğin bakışıyla yanarak tek bir göze dönüştüğü sinemalarda, ister melek kadar günahsız çobanların mezarlıklardaki servilerin büyüsüne kapıldığı yeşil tepelerde ilk ortaya çıksın, O'nu ilk gören talihlinin hemen tanıyacağını ve sonsuzluk kadar uzun ve bir göz kırpma kadar kısa süren bekleyişin sona erip, kurtuluş vaktinin geldiğinin hemen anlaşılacağını söylüyor herkes.

Yüzyıllık Yalnızlık,Gabriel Garcia Marquez


O günden sonra genç adam, Güzel Remedios'un penceresi altında serenad yaptırmaya başladı. Müzisyenler kimi zaman gün ağarana dek çalıyorlardı. Genç adama gerçekten yakınlık duyan tek kişi Aureliano Segundo idi. Delikanlının direncini kırmaya çalışıyordu. Bir gece, "boşuna zaman harcama" dedi. "Bu evdeki kadınların inadı katırdan beterdir." Delikanlıyla arkadaş olmak istedi, onu şampanya banyolarına çağırdı, ailesindeki kadınların taş yürekli olduklarını anlatabilmek için dilinde tüy bitti. Yine de genç adamın direncini kıramadı. Gecelerce ardı arkası kesilmeyen müzikten usanan Albay Aureliano Buendia, gencin tutkusunu birkaç kurşunla geçirmeye kalkacağını söyledi. Ne yaptılarsa, ne söyledilerse kar etmedi. Ancak, delikanlı acınacak ölçüde düşkünleşince direnmekten vazgeçti. İyi giyimli, temiz tırandaz biriyken, sallapatileşti, kirli, pasaklı oldu. Kim olduğu, nereden geldiği bilinmemekle birlikte, uzak ülkesindeki mevkiine ve servetine sırt çevirdiği söylentileri yayıldı. Kavgacı, delişmen biri oldu. Meyhanelere dadandı. Körkütük içiyor, sonra kendi pisliğine batıp bulanmış olarak Catarino'nun dükkanında ayılıyordu. İşin en acı yanı, Güzel Remedios'un onu hiç farketmeyişiydi. Güzel Remedios ona dikkat etmemişti. Sarı gülü de aklından hiç bir kötülük geçirmeden ve bu davranışın aşırıcılığıyle eğlenerek almış, peçesini de kendi yüzünü göstermek için değil, delikanlının yüzünü daha iyi görebilmek için açmıştı.

Aslında Güzel Remedios, hiç de bu dünyanın insanı değildi. Ergenlik çağını epey geçtikten sonra bile, onu Santa Sofia de la Piedad yıkayıp giydirmek zorunda kalmış ve kendi kendine temizlenmesini öğrendikten sonra da, kakasına batırdığı çubukla duvarlara hayvan resimleri çizmesini önlemek için hep kollanması gerekmişti. Okuma yazma bilmeden, çatal bıçak kullanmayı öğrenmeden yirmi yaşına geldi. Oluşumu bütün geleneklere karşı olduğundan, evin içinde çırılçıplak dolaşırdı. Nöbetçilerin genç kumandanı, kendisini sevdiğini söyleyince, adamın saçmalamasından irkildiği için onu reddetti. Bunu Amaranta'ya anlatırken "Görüyor musun, ne basit adam," dedi. "Sanki ben onmaz bir karın ağrısıymışım gibi, benim yüzümden öleceğini söylüyor." Kumandanın ölüsünü penceresinin önünde buldukları zaman, Güzel Remedios'un onu hakkındaki düşünceleri doğrulanmış oldu.

"Demedim mi size, çok basit adamdı," deyip çıktı işin içinden.

Şibumi Trevanian


"Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür...fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder...hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır. Gözlerini bir an için sanata çevir. Bak, Kabuki can çekişirken, No beri yanda sürünürken, şiddet romanları nasıl kalabalıkları peşinden sürüklüyor. Dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. Çünkü seçerse, kalabalığın içindeki orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak, ve kendisini savunması için kendi yojimbo'sunu, yani eleştirmenleri ortaya sürecektir. Kalabalığın çıkardığı gürültü mantıksızdır ama, kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. Beyinleri yoksa da, binlerce kolları vardır. Bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar."
"Hala Go'dan mı söz ediyoruz, hocam?"
"Evet, Go'dan. Ve onun gölgesi olan hayattan."

Bitik Adam, Thomas Bernhard


Doğa bana karşı,derdi Glenn benimle aynı tarz görüşü paylaşarak, ki ben bu cümleyi de durmadan söylüyorum diye düşündüm. Bizim varoluşumuz durmadan doğaya karşı olmaktan oluşuyor, dedi Glenn, doğayla çatışmaktan oluşuyor, vazgeçinceye kadar, çünkü doğa bizden daha güçlü, onu kendimiz için bir ürününe çevirdik kendimizi beğenmişliğimizle. İnsan değiliz biz, sanat ürünüyüz, piyano çalan bir sanat ürünüdür, iğrenç bir sanat ürünü, dedi sonunda. Biz hiç durmadan doğadan kaçmak isteyen kişileriz ama doğal olarak başaramıyoruz bunu, dedi, diye düşündüm, yarı yolda kalıyoruz. Biz aslında piyano olmak istiyoruz ,dedi, insan olmak değil, piyano olmak, biz ömür boyunca insan değil piyano olmak istiyoruz, olduğumuz insandan kaçıyoruz, tamamen piyano olmak için, inanmak istemiyoruz, ama bu iş başarısızlığa mahkum dedi, İyi bir piyano çalıcısı (hiçbir zaman piyanist demezdi!) piyano olmak isteyen biridir ve ben her gün uyandığımda kendime, Steinway olmak istiyorum, Steinway'i çalan insan değil, Steinway'in kendisi olmak istiyorum, diyorum, Sonra, artık delirdiğimizi sandığımızda, hiçbir şeyden korkmadığımız gibi korktuğumuz, deyim yerindeyse, çıldırmak üzereyken, ara sıra bu ideale çok yaklaşıyoruz, dedi. Glenn ömrü boyunca Steinway'in kendisi olmak istemişti, Bach ve Steinway arasında yalnızca müzik aracı olmak durumundan ve günün birinde Bach ve Steinway arasında ufalanıp gitme düşüncesinden nefret ediyordu, günün birinde, dedi, bir yandan Bach ve öte yandan Steinway arasında ufalanıp gideceğim, dedi, diye düşündüm. Ömür boyu Bach ve Steinway arasında ufalanıp gitmekten korktum ve bu korkunçluktan kurtulmak için büyük çaba gösterdim, dedi. İdeal olan benim Steinway olmam ve Glenn Gould'a gereksinim duymamam olurdu, dedi, bu Steinway olduğumda Glenn Gould'u tamamen gereksiz kılabilirdim. Ama şimdiye kadar hiçbir piyano çalıcısı Steinway olarak kendini gereksiz kılmadı, dedi Glenn. Günün birinde uyanmak ve Steinway ve Glenn olarak tek olmak, dedi, diye düşündüm, Glenn Steinway, yalnız Bach için Steinway Glenn.

20 Mart 2008 Perşembe

Körleşme,Elias Canetti



Önce körlüğünü giyinmesi bitene dek uzattı. Sonra sonra yazı masasının yanına gözleri kapalı gitmeyi de başardı. Oraya gelene dek ardında kalan eşyaları görmediğinden, çalışmaya oturduğunda kafasının onlara takılması sakıncası da ortadan kalkıyordu. Yazı masasının başına geçer geçmez gözlerine özgürlüklerini geri veriyordu. Yine ışığa kavuşmuş olmanın sevinci, gözlerinin hareketlerine daha büyük bir kıvraklık kazandırıyordu. Belki de Kien'in büyük bir cömertlikle sunduğu dinlenme süresi, gözleri için güç kaynağı oluyordu. Bu arada Kien onları yalnızca verimli oldukları alanlarda, yani okuma ve yazmada kullanarak beklenmedik saldırılardan koruyordu. Gerek duyduğu kitapları raflardan gözü kapalı alıyordu. Başlangıçta kendisi de güldü bu şakayı andıran davranışlarına. Kaç kez elini yanlış kitaba atıp, gözleri kapalı ve her şeyden habersiz masasına geri döndüğü oldu. Ancak ondan sonradır ki elini sağ yanda aradığı kitabın üç cilt, ya da sol yanda aradığının bir cilt ötesine uzattığını, bazen de yanlışlıkla ta bir alttaki rafta dek kaydırdığını anladı. Ama bu gibi yanılgılara önem vermiyordu. Sabretmesini bilen bir insan olduğundan, ikinci bir kez yola koyulmasının hiçbir sakıncası yoktu. Ayrıca kitabı yerinden aldıktan sonra, henüz masasının yanına dönmeden adına, cilt sırtına şöyle belli belirsiz bir göz atma isteği duyması da pek ender karşılaştığı bir olay değildi. Böyle zamanlarda gözünü kırpıyor, fazla fazla gözünü bir an için bakmak istediği yere dikip, bunun hemen ardından yine kapatıveriyordu. Ama çoğunlukla kendini tutmayı başarıyor ve gözlerini açık tutmanın herhangi bir sakınca doğurmadığı yazı masasının başına gelene kadar bekleyebiliyordu.

Niteliksiz Adam, Robert Musil


Gelgelelim Kont Leinsdorf bunca akıllı davranırken, bir noktayı düşünmemişti. Çünkü bizim için gerekli olan Doğru'yu tek gören, kendisi değildi; başka sayısız insan da o Doğru'yu sahiplenme savındaydı. Bu, neredeyse daha önce değinilen ve insanın henüz daha karşılaştırmalar yaptığı konumun sertleşme noktası olarak adlandırılabilir. Günün birinde bu benzetmelerden alınan zevk de uçup gider, ve içlerinde asla doyuma ulaşmamış düşlerden oluşma bir dağarcık kalan insanların çoğu, kendilerine bir nokta yaratıp sanki o noktadan onlara vaat edilmiş bir dünya başlamak zorundaymışçasına, bakışlarını gizliden bu noktaya diker. Ekselansları, gazete haberlerini gönderdikten çok kısa bir zaman sonra, parası olmayan bütün insanların buna karşılık içlerinde nahoş birer bağnaz kimliği barındırdığına inanmıştı. İnsanoğlunun içinde barındırdığı bu önyargılı insan-içinde-insan, sabahları onunla birlikte büroya gider ve dünyanın gidişatı karşısında herhangi bir biçimde protestoda bulunmayı başaramaz, buna karşılık yaşadığı sürece gözlerini artık gizli bir noktadan ayıramaz; kurtarıcısını tanımayan dünyanın tüm bahtsızlığı apaçık o noktadan kaynaklansa da, bu noktanın ayırtına o insandan başka kimse varmak istemez. Bir kişinin denge merkezinin dünyanın denge merkeziyle kesiştiği, bu türden saptanmış noktalar, örneğin basit bit hareketle kapanabilen bir tükürük hokkasıdır, içine gelişigüzel bıçak sokulan ve önlemi alınmasa insanlığı kırıp geçirecek olan veremin yayılmasını bir çırpıda önleyebilecek olan tuzlukların lokantalardan kaldırılmasıdır, eşsiz zaman tasarrufu sayesinde toplumsal sorunu da çözecek olan Öhl steno sisteminin yürürlüğe konmasıdır, ya da doğaya uygun, dört bir yana hakim olan yıkımı durduran bir yaşam biçiminden yana çıkılmasıdır, fakat bunun yanı sıra da gökyüzündeki hareketlerle ilgili metafizik bir kuramdır, yönetim mekanizmasının yalınlaştırılmasıdır ve cinsel yaşamda gerçekleştirilecek bir reformdur. Koşullar elverdiğinde, insan günün birinde kendi noktası üzerine bir kitap, bir broşür ya da en azından bir gazete makalesi kaleme alarak ve böylece protestosunu bir ölçüde insanlığın dosyalarına kaydettirerek kendi kendisine yardımcı olur; bu, kimse tarafından okunmasa bile son derece huzur vericidir, ama yazılanlar genellikle bazılarını çeker ve bu kişiler yazara yeni bir Kopernikus olduğu konusunda güvence verip, ardından da kendilerini anlaşılamamış Newton'lar olarak tanıtırlar.

15 Şubat 2008 Cuma

Karamazov Kardesler, Ivan ve Alyosa,Dostoyevski



-(İsa’nın on beş yüzyıl önce “yeniden geleceğim” dediğini yazıyordu kitaplar. Daha yeryüzündeyken “Yeniden geleceğim günü, saati göklerdeki Babamdan başka hiç kimse bilmez.onun oğlu olan ben bile bilmiyorum, demişti.” İvan şiirinde İsa’nın yeniden gelişini anlatıyor.).... Bir an bile olsa, acılar, kederler içinde kıvranan, iğrenç günahlara batmış, ama gene de O’na çocuksu bir sevgiyle bağlı olan ulusa görünmeye karar verdi. Yapıtımdaki olay İspanya’da, Sevil’de geçiyor. Tanrının onuruna her gün ateşler yükseldiği,

Yüce otodafe’de*

Dinsiz çılgınlar yakıldığı,

yıllar... Ah, elbette bu gelişi, söz verdiği gibi, dünyanın sonu yaklaşırken göksel bir görkem içinde, “doğudan batıya çakan bir şimşek” gibi birdenbire inişi değildir. Hayır, bir an içinde olsa, dinsizlerin yakıldığı ateşlerin çatırdadığı ülkedeki evlatlarını görmek istemiştir. On beş yüzyıl önce insanlar arsında üç yıl gezdiği insan kılığıyla girmiştir aralarına gene. Bu güney kentinin sıcak alanına iniyor. Aynı alanda bir gün önce kralın, sarayların, şövalyelerin, kardinallerin, göz kamaştırıcı soylu bayanların, Sevil’lilerin gözleri önünde kardinal büyük engizisyoncu görkemli bir otodafe’de ad mojerm gloriam Dei[1] yüzlerce din düşmanını yakmıştı. Sessizce, belirsizce gelmişti, ama herkes tanıdı O’nu pek gariptir bu. –Yapıtımın en güzel yerlerinden biri burası olabilir, hemen tanınması üzerine parlak sözler edilebilir. Halk önüne geçilmez bir güçle O’na koşuyor, çevresini alıyor, peşine takılıyor. Hiçbir şey söylemeden, sonsuz merhamet dolu bir gülümsemeyle geçiyor aralarından. Sevgi güneşi parlamaktadır kalbinde. Mutluluk, bilgi, güç ışıkları dökülür gözlerinden. Bu ışıklar çevresindeki insanların içine dolar, onlarında kalplerinden sevgi taşar. Kollarını öne uzatıp insanları kutsar, O’na hatta giysisine dokunanlar hastalıklarını bir anda yenen üstün bir güce kavuşurlar. O anda, çocukluktan beri kör bir ihtiyar kalabalık arasından “Rabbim, bana şifa ver de görebileyim seni,” diye bağırıyor. O anda, gözlerinin önünde bir perde varmışta çekilmiş gibi görmeye başlıyor ihtiyar. O’nu görüyor. Halk ağlıyor, ayağını bastığı yerleri öpüyor. Çocuklar çiçek atıyorlar önüne, “Yardımcımız ol!” diye bağırıyorlar. Herkes “O’dur, diyor. O’ndan başkası olamaz.” Sevil katedralinin kapısında gelip duruyor. Tam o anda bir kalabalık ağlaya sızlaya, beyaz, üstü açık, küçük bir tabut getirmişlerdir katedrale: Varlıklı bir kentlinin yedi yaşındaki küçük kızı ölmüştür. Çiçekler içinde yatmaktadır kızcağız. İki gözü iki çeşme ağlayan anneye “Yavrunu diriltecek,” diye bağırıyorlar kalabalıktan. Tabutu karşılamaya çıkan katedral papazı şaşkın çevresine bakıyor, kaşlarını çatıyor. Yavrusu ölen annenin çığlığı duyuluyor birden. O’nun ayaklarına kapanıyor, kollarını havaya kaldırıp “Gerçekten O’ysan dirilt yavrumu!” diye yalvarıyor. Herkes duruyor, tabutu indiriliyor, tam ayaklarının dibine bırakılıyor. Merhametle bakıyor, ağzından tane tane şu sözcükler dökülüyor: “Kalksın kız.” Kız tabutun içinde doğrulup oturuyor, şaşkınlıktan açılmış gözleriyle gülümseyerek bakınıyor. Tabutta yatarken elinde tuttuğu beyaz gül demetini bırakmamıştır hala. Kalabalık çalkalanır, herkes bağırmaya ağlamaya başlamıştır. İşte tam bu anda katedralin önündeki alandan büyük engizisyoncu kardinal geçer. Doksan yaşlarında, uzun boylu zayıf yüzlü, gözleri gez çukurlarına kaçmış, ama bakışları gene de çakmak çakmak, dimdik yürüyen bir ihtiyardır bu. Ah, dün Roma dininin düşmanlarını yakarken giydiği kardinal giysisi değildir üzerindeki. Kaba bir rahip cüppesi vardır omuzlarında. Birkaç adım arkasından yardımcıları, kulları, “kutsal” koruyucuları yürümektedir. Kalabalığın önünde durup, uzaktan bakıyor. Her şeyi, tabutu O’nun ayaklarının dibine koyduklarını da, kızın dirilişini de görmüştür. Surat asıyor birden. Ak düşmüş gür kaşlarını çatıyor. Bakışı kötü kötü parlıyor. Parmağıyla onu gösterip, koruyucularına “yakalayın,” diye buyuruyor. Kardinal öylesine güçlüdür, halk öylesine korkar ondan ki, hemen geri çekilir kalabalık, koruyuculara yol açar. Bir anda ortalığı kaplayan ölüm sessizliği içinde yakalarlar O’nu, götürürler. Halk hep birden eğiliyor büyük engizisyoncunun önünde, beriki hiçbir şey söylemeden kutsuyor onları, yürüyüp gidiyor. Koruyucular tutukluyu kutsal mahkemenin eski yapısındaki karanlık, dar, kemerli zindana götürüp kapıyorlar. Gün batıyor, sıcak, “yaprak kıpırdamayan”, karanlık bir Sevil gecesidir... Hava “defne,limon kokuyor.” Gecenin zifiri karanlığında zindanın demir kapısı açılıyor birden, elinde bir kandille büyük engizisyoncu yavaş yavaş giriyor içeri. Yalnızdır, kapı hemen kapanıyor arkasından. Kapının yanında durup uzun uzun O‘nun yüzüne bakıyor. Sonunda yavaşça yaklaşıyor, kandili masanın üzerine koyuyor, şöyle diyor:

-Sen misin O? Sen misin?

Ama karşılık alamayınca aceleyle ekliyor:

-Cevap verme bana, sus. Zaten ne söyleyebilirsin ki ? Ne söyleyeceğini çok iyi biliyorum. Hem daha önce söylediklerine bir şey ekleme hakkında yok zaten. Niçin işimize engel olmak istiyorsun. Bize engel olmaya geldin, kendinde biliyorsun bunu. Ama yarın ne olacak, biliyor musun? Kimin nesi olduğunu bilmiyorum, O musun, yoksa onun benzeri misin, bilmek de istemiyorum. Ama yarın cezalandıracağım seni, dinsizlerin en azgını diye yaktıracağım. Bugün ayaklarını öpen o insanlar var ya, işte onlar bir baş işaretimle ateşini tutuşturmak için birbirleriyle yarışacaklar. Biliyor musun bunu?

Kardinal gözlerini tutsağın gözlerinden bir an ayırmadan duygulu bir dalgınlıkla,

-Öyle ya, diye ekledi. Belki de biliyorsundur bunu.

Hiç konuşmadan ağabeyini dinleyen Alyoşa gülümsedi.

-Anlamıyorum bunları İvan, dedi. Sınırsız bir hayal gücünün ürünü mü anlattıkların, ihtiyarın gördüğü bir düş mü, yoksa tuhaf bir quid pro quo[2] mu?

İvan da gülümsedi.

-Günümüzün gerçekliği böylesine sardıysa seni, hayal ürünü hiçbir şeyi kabul edemiyorsan, sonuncuyu kabul et bari. Madem ki quid pro quo diyorsun, öyle olsun.-Gene gülümsedi İvan-Gerçektir, doksan yaşındadır ihtiyar, inancıyla aklını çoktan bozmuş olabilir. Tutsağı, dış görünüşüyle şaşırtmış da olabilir onu. Nihayet bir sayıklama, doksanlık bir ihtiyarın ölüm öncesinde gördüğü bir düş de olabilir. Bir gün önce yüz kafiri yaktırmanın verdiği heyecanı da bunlara eklersen... hem ha quid pro quo olmuş, ha sınırsız bir hayal ürünü, bize göre hepsi bir değil mi? Önemli olan ihtiyarın konuşmak istemesidir, doksan yıl içinde sakladığı, sözünü etmediği şeyleri yüksek sesle anlatıyor.

-Tutsak hep susuyor mu? Yüzüne bakıyor ağzını açmadan dinliyor değil mi?

İvan gene gülümsedi.

-Evet, öyle olması gerekir zaten. Daha önce söylenenlere bir şey eklemeye hakkı olmadığını söylüyor ona. Doğrusunu istersen, Roma Katolikliğinin en önemli özelliklerinden biriyle büyük benzerlik vardır bunun arasında. Hiç değilse ben böyle düşünüyorum: “Papaya her şeyi söyledin öyleyse her şey Papanındır şimdi, artık gelme yer yüzüne, son ana kadar işimize karışma.” Böyle söylemekle kalmıyor, bunu kitaplarında yazıyorlar bile, hiç değilse Cizvitler yapıyor bunu.. Din bilginlerinin kitaplarında ben okudum. İhtiyar şöyle soruyor O’na: “Geldiğin dünyanın bilinmezliklerinden olsun söyleyebilir misin bize?” Yanıtı da kendi veriyor: “Hayır, daha önce bildirdiklerine ekleyecek bir şeyin yok. Yeryüzüne önceki gelişinde öylesine savunduğun özgürlüğü çekip alamazsın kişioğlunun elinden. Şimdi bildireceğin her şey kişioğlunun inanç özgürlüğüne darbe indirecektir. Çünkü bir mucize olacaktır bu, oysa bin beş yüz yıl önce onun özgürlüğü senin için en değerli şeydi. O zaman sık sık şöyle söyleyen Sen değil miydin: “Özgürlüğünüze kavuşturmak istiyorum sizi.” –İhtiyar birden dalgın dalgın gülümsüyor.-Ama bu “özgür insanları” gördün işte. Gözlerinin içine sert sert bakarak şöyle ekliyor: “Bu çok pahalıya oturdu bize, ama Senin adına bir sonuca erdirdik bu işi sonunda. Bu özgürlük yüzünden on beş yüzyıl acı çektik, ama bitti artık. Kökünden hallettik sorunu. Kökünden hallettiğimize inanmıyor musun? Tatlı tatlı bakıyorsun yüzüme, bana kızmayı bile gerekli bulmuyorsun öyle mi? Ama şunu bil ki şimdi, özellikle günümüzde kişioğlu her zamankinden daha bir özgür olduğuna kesinlikle inanmaktadır. Oysa kişisel özgürlüğünü kendisi getirmiş, saygıyla ayaklarımızın dibine bırakmıştır. Ama biz yaptık bunu. Böyle bir özgürlük müydü Senin istediğin?”

Alyoşa ağabeyinin sözünü kesti:

-Gene anlayamıyorum, ihtiyar alay mı ediyor?

-Hiç de alay etmiyor. Tersine, insanları mutlu kılmak için özgürlüğü sonunda yenebilmelerini kendisi için de, adamları için de kıvanç verici bir görev saydığını belirtmek istiyor. “Çünkü ancak şimdi insanların mutluluğu üzerine düşünebiliyor (engizisyondan söz ediyor kuşkusuz.) Kişioğlu baş kaldırıcı olarak yaratılmıştır. Baş kaldıranlar mutlu olabilir mi hiç? Seni uyardılar. Uyarma, öğüt ettik değildi, ama dinlemedin hiç birini. Kişioğlunun mutlu kılınabileceği tek yolu kabul etmedin. Neyse ki giderken bize bıraktın işleri. Vaat ettin, söz verdin, işleri yürütmek hakkını bize tanıdın, şimdi bu hakkı elimizden almayı düşünmezsin umarım. Niçin geldin, işlerimize engel oluyorsun?”

-Uyarmanın, öğütün eksik olmaması ne anlama geliyor? diye sordu Alyoşa

-İhtiyarın asıl söylemek istediği de bu işte.

-“Ürkünç, zeki ruh, yok etme ve yokluk ruhu, -konuşmasını sürdürüyor ihtiyar-, yüce ruh çölde konuşmuş Seninle, kitaplarda yazılıdır bu, sözde “yolunu şaşırtmak” istemiş. Öyle mi? Sana üç soruyla bildirdiği, kabul etmediğin, kitaplarda adı “yol şaşırtıcı” diye geçen şeylerden daha bir gerçek şey var mıdır? Aslında, yeryüzünde gerçek, ulu bir mucize olmuşsa, o gün, bu üç soru mucizeydi. Yalnızca denemek için şöyle düşünebilsek: Ürkünç ruhun sorduğu bu üç soru kitaplardan silinip gitse, onları yeniden bulup, düşünüp kitaplara yazmak gerekse; bunun için dünyanın en bilge kişilerini –yöneticilerini, din bilginlerini, bilim adamlarını, filozoflarını, ozanlarını- toplayıp şöyle deseler: Düşünün taşının, üç soru bulun, ama bu soruların gerçekle çelişmemelerinden başka, üç sözcükte, yalnızca üç tümcede dünyanın, kişioğlunun bütün geleneğini anlatmaları gerekmektedir. Yüce, zeki ruhun çölde Sana gerçekten sorduğundan kuşku edilemeyecek o üç soruya güç, derinlik bakımından yaklaşılabilecek bir soru bile bulunabileceğini sanıyor musun? Yalnızca bu sorular, onların ortaya çıkışındaki mucize bile karşısındakinin geçici, dünyasal değil ölümsüz, gerçek bir zeka olduğunu göstermeye yetiyor. Çünkü insanlığın geleceği tüm olarak bu sorularda dile gelmiş, kişioğlunun yeryüzündeki çözümlenememiş, tarihsel çatışmaları bu sorularda biçimlerini bulmuştur sanki. O zaman şimdiki kadar açık seçik olamazdı bu sorular, böylesine rahat anlaşılamazdı. Çünkü geleceği bilemez insan. Ama şimdi on beş yüzyıl geçti aradan, her şeyin bu üç soruda kesinlikle haber verildiği, olayların burada söylenenlere öylesine uyduğu kanısındayız ki, bunlara bir şey eklemek, yada çıkarmak olmaz!

Kendin söyle, Sen mi haklıydın, o zaman Seni sorguya çeken mi? Birinci soruyu anımsa. Kelimesi kelimesine olmasa bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi: “İnsanların arsına katılmak istiyorsan, hem de elin kolun boş... Özgürlük sözcüğünü götürüyorsun onlara yalnızca, oysa onlar basit, doğuştan basit yaratıklar oldukları için bu sözcüğü anlayamayacaklardır. Korkacaklardır, dehşete düşeceklerdir. Çünkü kişioğlu için özgürlük sözcüğünden daha anlamsız bir şey olamaz! Oysa şu kızgın çöldeki taşlarlı görüyor musun? Onları ekmek yap, insanlar koyun sürüsü gibi gelirler peşinden.” Ama kişioğlunun özgürlüğünü elinden almayı istemedin sen, bu öneriyi reddettin. “Onların bana bağlılıkların ekmekle satın alırsam özgürlük nerede kalır? diye düşündün. “Kişioğlu yalnız ekmekle yaşamaz” dedin. Ama toprak ruhunun bu ekmek uğruna Sana baş kaldıracağını, Seninle cenkleşeceğini, Seni yeneceğini, bütün insanların “Bu canavarın dengi yok, bize gökten ateşi indirdi” diye bağırarak onun peşinden koşacağını biliyor musun? Yüzyılların geçeceğini insanların kendi akılları ve bilim ağzıyla konuşmaya başlayacaklarını, dine karşı suç işlemek diye bir şeyin, dolayısıyla günahın olmayacağını, yalnızca açların bulunacağını söyleyeceklerini biliyor musun? Sana karşı kaldırılan, senin tapınağını yıkacak olan sancakta “İnsanı doyur, sonra erdem iste ondan!” diye yazıyor. Tapınağının yerinde yeni bir yapı, gene ürkünç bir Babil Kulesi yükselecek. Gerçi eskisi gibi o da tamamlanamayacak ya, bu yeni kuleden gene de kaçınılabilir, kişioğlunun acısını bin yıl kısaltabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraştıktan sonra nasıl olsa bize gelecekler! O zaman gene yer altında, katakomplarda saklanır bulacaklar bizi (çünkü gene kovulacağız, eziyet edecekler bize), bulunca şöyle bağıracaklar: “Karnımızı doyurun, bizlere göklerden ateş indirmeyi vaat edenler sözlerini tutmadılar.” O zaman biz tamamlayacağız onların kulesini, çünkü karınlarını kim doyurursa onun başaracağı iştir bu. Karınlarını da ancak biz, Senin adına, Senin için yalan söyleyerek doyurabiliriz. Ah, hiçbir zaman, biz olmasak hiçbir zaman doymaz karınları. Özgür kaldıkları sürece hiçbir bilim ekmek sağlamaz onlara. Ama sonunda özgürlüklerini getirip ayaklarımızın dibine bırakacaklar, “Köleniz olalım daha iyi, yeter ki doyurun karnımızı” diyecekler. Özgürlükle ekmeğin ikisinin bol ölçüde bir insanda bulunmasının anlamsız olduğunu, çünkü bu iki şeyin hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını sonunda kendileri anlayacaklardır! Güçsüz, ahlaksız, zavallı baş kaldıran oldukları için hiçbir zaman özgür olamayacaklarına da inanç getireceklerdir. Göksel ekmek vaat ettin onlara, ama gene söylüyorum, Senin bu ekmeğin güçsüz, sonsuza dek lanetlenmiş, nankör kişioğlunun gözünde dünya ekmeğinin yerini tutabilir mi hiç? Hem göksel ekmek için binlerce, on binlerce insan Senin peşinden gelse bile, göksel ekmek uğruna dünyasal ekmekten vazgeçebilecek kadar güçlü olmayan milyonlarca, milyarlarca zavallı ne olacak? Yoksa yalnız on binlerce büyük, güçlü insan mı değerlidir Senin için? Geri kalan milyonlarca güçsüz, ama Seni seven insan, büyüklerin, güçlülerin gereci mi olacaktır? Hayır, güçsüzlerde değerlidir bizim için. Ahlaksızdırlar, baş kaldırandırlar, ama sonunda söz dinler de olacaklar. Bize hayran kalacaklar. Başlarına geçip, onları özgürlükten kurtardığımız için bize Tanrı gözüyle bakacaklar... Özgürlük öyle ağır gelmeye başlayacak onlara sonunda!..Ama biz, Senin yolunda olduğumuzu, Senin adına hüküm sürdüğümüzü söyleyeceğiz. Gene kandıracağız onları, çünkü bir daha yanımıza yaklaştırmayacağız Seni. Bizlerin acıları da bu kandırmada toplanacak, çünkü yalan söylemek zorunda kalacağız. İşte çölde sorulan ilk sorunun anlamı buydu. En değer verdiğin özgürlük uğruna işte bunu reddettin. Öte yandan bu soruda dünyanın büyük bir sırrı da yer almaktaydı. “Ekmek” sözcüğüne itiraz etmeseydin, insanlığın en büyük sorunlarından birini halletmiş olurdun. “Kime tapınmalı?” sorunudur bu. Kişioğlu için, başıboş kalınca hemen tapacak bir şey bulmak telaşından daha acılı bir kaygı yoktur. Ama hiç kimsenin kuşku edemeyeceği, büyüklüğüne herkesin bir anda inanacağı, önünde eğileceği bir şey arar kişioğlu. Çünkü bu zavallı yaratıkların asıl dertleri, benim yada başka birisinin tapınacağı bir şey bulmak değildir. Herkesin inanacağı, önünde eğileceği, herkesin hep birlikte tapınacağı bir şey bulmak isterler. İşte tapınmadaki bu genellik her insanın, tüm insanlığın yüzyıllardan beri en büyük acısıdır. Hep birlikte tapınmak için birbirlerini öldürmüşlerdir. Kendilerince Tanrılar yaratıp birbirlerine şöyle seslenmişlerdir: “Tanrılarınızı bırakın, bizim Tanrımıza tapının. Yoksa sizi de Tanrılarınızı da öldürürüz!” Dünyanın sonuna dek böyle olacaktır bu, yeryüzünde Tanrılar kalkınca bile değişmeyecektir durum: Bir şeyi değiştirmez Tanrıların kalkması, putların önünde yere kapanırlar. Kişioğlunun yaratılışındaki bu en önemli özelliği biliyordun Sen. Bilmemen olmazdı, ama insanları Sana tapmak zorunda bırakacak gerçek bayrağı, dünyasal ekmek bayrağını özgürlük uğruna, göksel ekmek uğruna kabul etmedin. Öteki yaptıklarına da şöyle bie göz at. Ne yaptıysan hepsi özgürlük uğrunadır! Söylüyorum Sana, zavallı kişioğlunun, doğuştan sahip olduğu özgürlüğünü bir an önce verebileceği bir varlık aramaktan daha bir acılı kaygısı yoktur. Ama kişioğlunun özgürlüğünü, onun vicdanını kim huzura kavuşturursa o elde edebilir ancak. Ekmek Senin için büyük bir fırsattı: Ekmeği verince Sana taparlardı, çünkü ekmekten daha güçlü bir şey yoktur. Ama bu arada Senden başka biri de onun vicdanını ele geçirirse... Senin ekmeğini bile fırlatır atar o zaman, vicdanını çelenin peşinden gider. Bu bakımdan haklıydın. Çünkü kişioğlunun varoluş sırrı, yalnızca yaşamakta değil, yaşamanın nedenindedir. Kişioğlu, niçin yaşadığını kesin olarak bilmeyince, dünya nimetine boğulmuş olsa bile, yaşamaktansa bir an önce ölmeyi yeğler. Böyledir bu, ama ne oldu: Kişioğlunu elindeki özgürlüğü alacağına, daha çoğunu verdin ona. İyiyle kötüyü seçmenin kişioğlu için huzurdan, hatta ölümden daha istenmeyen bir şey olduğunu unuttun mu yoksa? Kişioğlu için vicdan özgürlüğünden güzel, ama aynı zamanda acı bir şey yoktur. İşte böylece kişioğlunun sonsuz huzurunun temelini atacağına; olmayacak, bilinmez, belirsiz şeyler aldın ele, insan gücünü aşan yolu tuttun, yani kişioğlunu sevmiyormuş gibi davrandın, hem de kim yaptı bunu: Onların uğruna ölmemek için dünyaya gelen Sen! Kişioğlunun özgürlüğünü elinden alacak yerde, çoğalttın bu özgürlüğü, insanlığın ruhsal dünyasına sonsuza dek sürecek acılar kattın. Kişioğlunun özgür olmasını istemen, onun Sana bağlanarak, Seni içten severek peşinden gelmesini özlemendi. Eski doğal yasalar yerine yeni bir yasa getirdin: Kişioğlu Senin önderliğinde, neyin iyi neyin kötü olduğuna özgür olarak kendisi karar verecekti artık. Ama seçme özgürlüğü gibi ürkünç bir yükün altında ezilen kişioğlunun sonunda Senin önderliğini, hatta gerçeğini de reddedeceğini düşünmedin mi hiç? Gerçeğin sende olmadığını bağırmaya başlayacaklardır sonunda. Çünkü öyle olsa, arkanda bunca çözülmemiş sorun bırakıp onları şaşkınlığa, acıya salmazdın, diye düşünecekler. Böylece, krallığının yıkılmasına kendin fırsat vermiş oldun, bundan böyle kimseyi suçlama artık. Oysa bu muydu sana önerilen? Bu güçsüz baş kaldıranı, gene onların mutluluğu için yenecek, sonsuza dek tutsak edecek üç güç vardır yeryüzünde, bunlar: Mucize, sır bir de otoritedir. Üçünü de reddettin Sen, bu durumun suçlusu Sensin. Ürkünç, sonsuz zeki ruh Seni tapınağın tepesine çıkarıp, “Tanrının oğlu olup olmadığını öğrenmek istiyorsan kendini aşağı at, çünkü Tanrının oğlunu meleklerin tutacağı, bir yeri incinmesin diye onu yere yavaş yavaş indireceği söyleniyor. Tanrının oğlu olduğunu kanıtla, babana ne denli inandığını göster.” Dediğinde kabul etmedin, atmadın kendini aşağı. Ah, soylu, gurur dolu, Tanrıya yaraşır bir davranıştır bu elbette, ama insanlar, zavallı baş kaldıran yaratıklar ne anlar bundan! Ah, bir adım öne atsan, aşağı atlamak için yerinden kıpırdasan, o anda inancını yitirmiş olacağını, kurtarmaya geldiğin yeryüzüne çarpıp parçalanacağını, yolunu şaşırtmaya gelen zeki ruhun istediğinin de bu olduğunu anlamıştın. Ama gene söylüyorum, Senin eşin var mı ki? Bir an için bile olsa, insanların böylesi bir ayartmaya karşı koyacak güçte olabileceklerini düşünebildin mi? Kişioğlunun yaratılışı mucizeyi reddetmeye elverişli midir? Hayatın böylesine ürkünç anlarında, ruhunun en azap veren, yıldıran asıl sorunlarını çözmeye çalışırken yalnızca kalbin sesini dinleyebilir mi? Ah, yüce davranışının kitaplarda saklanacağını, zamanın, yeryüzünün en uzak sınırlarına varacağını biliyor; kişioğlunun da, Senin peşinden gelerek, mucizeye gereksinmeden Tanrıya kavuşacağını umuyordun. Ama kişioğlunun mucizeyi reddettiği anda Tanrıyı da reddedeceğini, çünkü onun Tanrıdan çok mucizeyi aradığını bilmiyordun. Mucize olmadan yaşayabilecek gücü yoktur kişioğlunun. Hemen yeni yeni mucizeler bulur kendine. Tanrıtanımaz, dinsiz, başkaldıran olsa bile, üfürükçülerin, büyücü kadınların önünde diz çöker, Alay ederek, Seni küçümseyerek “Çarmıhtan in, Tanrının oğlu olduğuna inanalım,” diye bağırdıklarında inmedin çarmıhtan. Kişioğlunu mucizenin gücüyle değil de, içten gelen özgür bir sevgiyle kendine bağlamak için inmedin. Özgür sevgi tutkusuyla yanıyordu için. Kölelerin, onları ezen büyük güce duydukları kölece hayranlıktan nefret ediyordun. Ama fazla büyüttün gözünde insanları, çünkü her ne kadar baş kaldıran olarak yaratılmışsa da, köle olduklarından kuşku edilemez onların. Çevrene bakıp kendin söyle: hangi birini kendi düzeyine çıkarabildin? Yemin ederim ki, Senin sandığından çok daha güçsüz, bayağı yaratılmıştır insan! Senin yaptığını yapabilir mi o hiç? Ona böylesi saygı duyduğun için, ona artık acımıyormuş gibi davrandın, gücünü aşan şeyler bekledin ondan. Hem kim yaptı bunu, onu kendinden çok seven Sen! Daha az saygı duysaydın, daha az şey isterdin ondan, sevgiye de daha yakın olurdu bu, çünkü yükü daha hafiflerdi. Güçsüzdür kişioğlu, bayağıdır da. Günümüzde bize başkaldırmış, başkaldırıyor diye gurur duymuş ne önemi var bunun? Çocukça bir gurur bu.sınıfta kazan kaldırıp, öğretmeni kovan küçüklerden farkları yoktur bunların. Ama çocukcağızların heyecanı da dinecektir bir gün, pahalıya mal olacaktır onlara bu heyecan. Tapınakları yıkacaklar, yeryüzünü kana boyayacaklar. Ama sonunda, başkaldıran olsa bile, kendi başkaldırmalarına dayanamayan güçsüz baş kaldıranlar olduklarını anlayacaklar bu budala çocuklar. Ahmakça göz yaşı dökerek, kendilerini başkaldıran olarak yaratanın, kuşkusuz onlarla alay etmek istediğini söylemeye başlayacaklar. Umutsuzluk içinde söyleyecekler bunu, böyle söylemekle Tanrıya küfür etmiş olacaklar, bu küfür daha da mutsuz kılacak onları, çünkü insan yaratılışı küfrü kaldıramaz, her zaman kendi kendinden öcünü alır bunun. Özgürlüğüne kavuşması için öylesine acılar çektiğin kişioğlunun şimdiki durumunu görüyorsun işte: Huzursuzluk, kargaşalık, mutsuzluk içinde kıvranıp duruyor! Yüce bilgen, kitabında, ilk dirilişe katılanları gördüğünü, her boydan on ikişer bin olduklarını söylüyor. Böylesine çok olduklarına göre insan değildiler demek, her biri birer Tanrıydı. Senin acına tanık oldular, kupkuru çölde böcek, bitki kökü yiyerek yıllarca yaşadılar... öyleyse bu özgürlük çocuklarıyla, bu özgür sevgiyle, Senin için yapılan bu yüce fedakarlıkla övünebilirsin. Ama şunu unutma, topu topu birkaç bindi onlar, hem Tanrıydılar... ya geri kalanlar? Geri kalan güçsüzler, güçlülerin dayanabildiklerine dayanamadıysalar ne yapmalı? Güçsüz bir ruh böylesine ağır mutluluğu kaldıramadı diye suçlu sayılabilir mi? yoksa yalnız seçkinler, seçilmişler için mi geldin yeryüzüne? Eğer öyleyse, burada bizim anlayamayacağımız bir sır var demektir. Sırrı kabul edince de, bu sırrı insanlara anlatmaya, kalplerinin özgür kararının, sevgilerinin önemli olmadığını, körü körüne, hatta vicdanlarının sesine kulak asmadan baş eğmek zorunda oldukları sırrın önemli olduğunu onlara anlatmaya hakkımız var demektir. Biz de öyle yaptık. Yapıtına başka bir biçim verdik, mucize, sır, otorite temeline dayandırdık onu. İnsanlar da yeniden sürüye dönüşmelerine, onlara öylesine acı veren bu ürkünç yükten sonunda kurtulmalarına sevindiler. Söyle, böyle davranmakta haklı mıydık? Kişioğlunun güçsüzlüğünü sezinleyerek yükünü hafifletmemiz onu sevdiğimizi göstermez mi? niçin geldin, niçin engel olmak istiyorsun bize? Hem niçin öyle durgun, sevgi dolu bakışlarla bakıyorsun yüzüme? Öfkelen, Senin sevgini istemiyorum. Ben de Seni sevmiyorum çünkü. Hem ne diye saklayayım bunu? Karşımdakinin kim olduğunu bilmiyor muyum sanki! Sana söyleyebileceğim her şeyi daha ben söylemeden bildiğini gözlerinden okuyorum. Sırrımızı ben mi saklayacağım Senden? Belki bir de benden dinlemek istersin onu, dinle öyleyse: Seninle değil, Onunlayız, sırrımız bu işte! Hanidir bıraktık Seni, sekiz yüzyıldan beri Onunlayız. Tam sekiz yüzyıl önce, Senin nefretle reddettiğin şeyi, yeryüzü krallıklarını göstererek Sana vermek istediği o son mükafatı aldık ondan: Roma’ya Sezar’ın kılıcına sahip olunca yeryüzünün tek hakimi ilan ettik kendimizi. Yaptığımızı kesin bir sonuca erdiremediysek suç kimin? Ah, hala başındayız işin, ama başladı ya bir kez. Sona daha çok var. Toprak ana çok çekecek daha, ama amacımıza varacağız, yeryüzüne tek başımıza hakim olacağız, kişioğlunun topluca mutluluğunu da o zaman düşünürüz. Oysa daha o zaman sahip olabilirdin Sezar’ın kılıcına. Niçin teptin bu son bağışı? Yüce ruhun bu son bağışını kabul etseydin kişioğlunu, yeryüzünde aradığı her şeye kavuştururdun. Kime tapınacaklarında, vicdanlarını kimin ayaklarının dibine bırakacaklarında kuşkuya düşmezlerdi. Gürültüsüz patırtısız, hep bir arada kardeş kardeş yaşarlardı. Çünkü hep birlikte olmak isteği kişioğlunun üçüncü, son acı kaynağıdır. İnsanlar hep birlikte olmaya yönelmiştir her zaman. Büyük uluslar çok olmuştur tarihte, ama bir ulus büyüdükçe mutsuzluğu da o oranda artmıştı. Çünkü yeryüzündeki bütün insanların hep bir arada yaşaması isteği öteki uluslardan daha güçlü yakmaya başlamıştır içini. Timur, Cengiz-Han gibi büyük fatihler bütün dünyayı elde etmek amacıyla yeryüzünde bir kasırga gibi esip geçmişler, ama onlarda –belki bilmeden- hep kişioğlunun birlikte olmaya duyduğu o aşırı tutkuya hizmet etmişlerdir. Sezar’ın kılıcını alıp bir yeryüzü krallığı kurabilirdin Sen de, yeryüzüne huzur getirebilirdin. Çünkü kişioğlunun vicdanını ekmeğini bulundurandan başka kim hükmedebilir insanlara? Biz Sezar’ın kılıcını da aldık, kılıcı ele geçirince Seni de inkar edip, Onun peşinden gittik. Ama özgür akıl, bilim, yamyamlık rezaletinin sona ermesine daha yüzyıllar var. Çünkü Babil kulesini bizsiz yükseltmeye koyulan kişioğlunu en son yapacağı şey yamyamlıktır. Ancak o zaman sürünerek gelecek yanımıza hayvan, ayaklarımızı yalayacak, kanlı gözyaşları dökerek ağlayacak. Biz de sırtına bineceğiz, üzerinde “Sır!” yazılı kupayı havaya kaldıracağız. Ancak o zaman, evet ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacak kişioğlu. Seçkin insanlarınla övünüyorsan, ama yalnız onlar var Sen’de, fakat biz tüm insanlığı huzura kavuşturacağız. Dahası var: Seçkin olabilme mutluluğuna erişmiş güçlülerin bir çoğu Seni beklemekten yoruldular artık, ruhsal güçlerini başka alanlara aktardılar, aktaracaklar da. Sonunda özgür bayrağı sana karşı kaldıracaklar. Ama kendin verdin onlara bu bayrağı. Oysa, bizde herkes mutlu olacak, Senin özgürlüğünde olduğu gibi her yerde baş kaldırmayacak, birbirini öldürmeyecekler. Ancak bizim için özgürlüklerini teptikleri, bize boyun eğdikleri zaman özgür olduklarına inandıracağız onları. Ne dersin, haklı mı olacağız böyle söylemekte. Yoksa aldatacak mıyız onları? Haklı olduğumuza kendiliklerinden inanacaklar, çünkü Senin o özgürlüğünün onları ne denli korkun bir köleliğe, kargaşalığa sürüklediğini anımsayacaklar. Özgürlük, özgür akıl, bilim öylesine çıkmaza sokacak onları, öylesine mucizeler, çözülmemiş sırlar çıkaracak karşılarına ki, bazı dik başlılar, azgınlar kendi kendilerini yiyecekler, öteki az güçlü dik başlılar birbirlerini yok edecekler, geri kalan güçsüzler, mutsuzlarsa sürünerek bizim ayaklarımızın dibine gelecek, şöyle bağıracaklar: “Evet, haklıydınız, O’nun sırrı yalnız sizin elinizdeymiş. Size geliyoruz, kendi kendimizden kurtarın bizi.” Bizden ekmeği alırken, bunda mucize falan olmadığını, taşı ekmek yapmadığımızı, onların yaptığı ekmeği, gene onlara vermek için ellerinden aldığımızı açık seçik görecekler elbette. Ama ekmek bulduklarından çok, onu bizim elimizden aldıklarına sevinecekler! Çünkü bizden önce yaptıkları ekmeğin ellerinde taş olduğunu, oysa bize dönünce ellerindeki taşın ekmek olduğunu hiç unutmayacaklar. Boyun eğmenin değerini çok iyi anlayacaklar! Kişioğlu bunu anlamadığı sürece mutsuz olacaktır. Bu anlayışsızlığın suçu kimindir? Söyle. Sürüyü kim dağıttı? Kim bilinmez yollara sürükledi onu? Ama gene toplanacaktır sürü, gene yola gelecektir. O zaman sakin, huzur dolu bir mutluluk vereceğiz onlara. Onlar gibi güçsüz yaratıkların aradığı mutluluktur bu. Sonunda öğreteceğiz onlara gururlu olmayı. Çünkü yükselttin onları Sen, gururlu olmaya alıştırdın. Güçsüz yaratıklar, zavallı çocuklar olduklarını, asıl tatlı olanında çocukların mutluluğu olduğunu kanıtlayacağız onlara. Ürkecek, gözümüzün içine bakmaya başlayacaklar, korkuyla bize sokulacaklar. Şaşacaklar bize, korkacaklar, böylesine heyecanlı milyarlık bir sürüyü sakinleştirecek kadar akıllı, güçlü olduğumuz için övünecekler bizimle. Öfkelenmemizden çok korkacaklar. Akılları zayıflayacak, çocuklar, kadınlar gibi sulu gözlü olacaklar, ama en küçük bir işaretimizle hemen neşeleniverecekler., gülmeye, çocuksu bir mutluluk içinde şarkı söylemeye başlayacaklar. Evet, çalışmaya zorlayacağız onları, ne var ki boş zamanlarında yaşantılarına çocukça bir oyuna çevireceğiz, koroyla çocuk şarkıları söyleteceğiz, masum danslar ettireceğiz. Ah, günah işlemelerine de izin vereceğiz. Zayıf, güçsüz yaratıklardır onlar, günah işlemelerine izin veriyoruz diye çocuksa bir sevgiyle bağlanacaklar bize. Bizim iznimiz olursa her çeşit günahın bağışlanacağını söyleyeceğiz. Onları sevdiğimiz için izin vereceğiz günah işlemelerine, bu günahların cezasını da üzerimize alacağız. O zaman, günahlarının sorumluluğunu Tanrı önünde üzerine alan velinimetler diye aşırı saygı duyacaklar bize. Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak. Karılarıyla, metresleriyle yaşamalarına, çocuk yapmalarına –hep bize gösterecekleri bağlılığa bakarak- ya izin verecek, yada vermeyeceğiz. Seve seve, gönülden dinleyecekler sözümüzü. Vicdanlarının en acı sırlarını, her şeylerini bize açacaklar, biz karar vereceğiz, bizim söylediğimize sevinerek inanacaklar, çünkü vereceğimiz karar büyük bir üzüntüden, şimdiki özgür karar vermenin korkunç acısından kurtaracak onları. Herkes, birkaç yüz bin yönetici dışında milyonlar mutlu olacak. Yalnızca bizler, sırrı ellerinde bulunduran bizler mutlu olmayacağız. Milyarlarca mutlu çocuğun yanında, iyilikle kötülük kavramlarının lanetini üzerine almış yüz bin çilekeş bulunacak. Senin uğruna sessizce ölecekler. Ama bizler sırrı saklayacağız. Onların mutluluğu için göksel, ölümsüz mükafatla bu yana çekeceğiz onları. Çünkü öte dünyada bir şeyler olsa bile, böyleleri için değildir bu. Bir gün gene geleceğini, seçtiğin gururlu güçlülerinle geleceğini, gene yeneceğini söylüyorlar, ama biz de onların yalnızca kendilerini kurtardıklarını söyleyeceğiz. Hayvanın sırtında oturup elinde sırrını tutan şaşkının alaşağı edileceğini, güçsüzlerin yeniden baş kaldırarak sırtlarındaki rahibin cüppesini parçalayacaklarını, “iğrenç” bedenini çırılçıplak edeceklerini söylüyorlar. Ama o zaman ben ayağa kalkacağım, günahı tanımayan milyarlarca çocuğu göstereceğim Sana. Bizler, onların mutluluğu için günahlarını kabullenen bizler, karşına dikilip şöyle bağıracağız: “Elinden gelirse, yapabilirsen bizi yargıla. Şunu bil ki, ben korkmuyorum Senden. Şunu bil ki, bende çöldeyim, bende böcek, bitki kökü yedim, insanlara bağışladığın özgürlüğü ben de kutsadım, “sayıyı tamamlamak için” Senin o seçkinlerinin, güçlülerinin arasına girmeye ben de can atıyordum. Ama kendime geldim, çılgınlığa hizmet etmekten kaçındım. Geri dönüp, Senin yapıtını düzelten gruba katıldım. Gururlulardan ayrıldım, onları mutlu kılmak için alçak gönüllülerin yanına döndüm. Sana bu söylediklerim gerçekleşecektir, krallığımız yükselecektir. Gene söylüyorum, yarın göreceksin bu söz dinler sürüyü: Bir işaretimle, bize engel olmak için Seni yakacağım ateşi tutuşturmaya koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o Sensin. Yarın yakacağım Seni. Dixi.[3]”

İvan sustu. Konuşurken coşmuş, heyecanlanmıştı. Sözünü bitirince birden gülümsedi.

Onu sessizce dinleyen Alyoşa da sonlara doğru aşırı heyecanlanmış, ağabeyinin sözünü kesmeyi birçok kereler istemişti ya, tutmuştu kendini. Şimdi yerinden hafifçe doğrularak, yüzü kıpkırmızı,

-Ama... saçmalık bu! Dedi. Şiirin, düşündüğün gibi kötülemiyor, övüyor İsa’yı... Hem özgürlük üzerine söylediklerine kimi inandırabilirsin? Böyle mi, böyle mi anlamalı onu! Ortodokslukta olan bu düşünce midir?.. Roma’yı, hatta Roma’da bir bölümü almışsın ele. Doğru değildir bu... Katolikliğin en kötü yanlarını, engizisyoncu gibi hayali bir insan da olamaz. İnsanların hangi günahlarını almış üzerine? İnsanların mutluluğu için lanetlemeye razı olan sır taşıyıcıları kimlermiş? Ne zaman görülmüşler? Cizvitler üzerine birçok şey biliyoruz, iyi söylemiyorlar onlar için, anlattığın gibi midirler acaba? Hiç de, hiç de... Başında Roma’nın en büyük din adamı bulunan Roma ordusudur onlar yalnızca... dünyayı bir kralın buyruğunda toplamak amacıyla kurulmuş bir ordu... onların ülküsü budur işte, ama sır yada yüce keder değildir düşündükleri... Başkalarını kendilerine köle etme isteğidir bu yalnızca, iğrenç bir tutku... gelecekte, bizim eski köleliği andıran bir devir yaratmak peşindeler... kendileri de kölelerin sahipleri olacaklar... Belki Tanrıya bile inanmıyorlardır. Senin acı çeken engizisyoncun yalnızca bir hayaldir...

İvan gülümsedi.

-Dur canım dur, amma heyecanlandın. Hayal diyorsun öyle olsun! Elbette hayaldir. Ama izin ver: Son yüzyılların Katolik hareketlerinin sırf başkalarını kendilerine köle etme isteğinden, iğrenç bir tutkudan doğduğuna gerçekten de inanmıyor musun? Paisiy peder mi öğretti bunları sana yoksa?

-Hayır, hayır tam tersine, Paisiy peder bir keresinde seninkine benzer şeyler bile anlattı...

birden toparlandı Alyoşa:

-Tam benzemiyordu kuşkusuz, hiç de benzemiyordu.

-Gerçi “hiç de benzemiyordu” diyorsun ya, gene de önemli bir açıklama bu. Şunu soruyorum sana: Senin Cizvitler, engizisyoncular niçin yalnızca iğrenç maddi çıkarları uğruna birleşirler? Niçin aralarından derin acılar duyan, insanlığı seven bir çilekeş çıkmaz? Tut ki tüm bu iğrenç maddi çıkar peşinde koşan kalabalık arasından benim ihtiyar engizisyoncu gibi çölde bitki kökleri yemiş, özgür, erdemli olmak için elinden geleni yapmış, ama ömrü boyunca insanları sevmiş, sonra birden erdeme ulaşınca, kişinin erdeme ulaşıp da milyonlarca yaratığın yalnız alay edilmek için dünyaya geldiğini, özgürlüklerini kaldıracak güçte hiçbir zaman olamayacaklarını, zavallı baş kaldıranlar arasından kuleyi tamamlayacak güçlülerin hiçbir zaman çıkmayacağını, büyük ülkücünün düşündüğü mutlu hayatın bu kazlara göre olmadığını görmek hiç de iç açıcı bir şey olmadığı bilincine varmış bir kişi çıktı. Bütün bunları anlayınca döndü, akıllı insanların arasına katıldı... Olamaz mı böyle bir şey?

Alyoşa coşmuş gibi, yüksek sesle,

-Kimlerin, hangi akıllı insanların arasına katıldı? dedi. Ne akıl var onlarda, ne de sır... Yalnızca Tanrıtanımazlıkları var, o kadar, bütün sırları da bu. Senin engizisyoncun Tanrıya inanmıyor, sırrı bu işte!

-Öyle de olsa ne çıkar! Sonunda anlayabildin. Gerçekten de öyledir hem, gerçektende bütün sır bundadır. Ama onun gibi, dinsel kahramanlık uğruna ömrünü çölde geçirdiği halde insan sevgisinden kurtulamamış bir kimse için bile olsa, bir acı değil midir bu? Son günlerinde güçsüz başkaldıranların. “alay için yaratılmış, denemelik yaratıklar”ın yaşantısına ancak yüce, yüce korkunç ruhun öğütlerinin bir çeki düzen verebileceğini açık seçik görüyor. Bu bilince vardıktan sonra zeki, korkunç ölüm ruhunun gösterdiği yoldan gitmenin gerektiğini, bunun için de bu zavallı körler hiç değilse yolda kendilerini mutlu sansınlar diye nereye götürüldüklerini bilmemeleri için yol boyunca kandırılmalarının zorunlu olduğunu gördü. Şunu da unutma ki, ülküsüne ömrünce inandığı yaratığın adına kandırıyor ihtiyar? Mutsuzluk değil de nedir bu? “Yalnızca iğrenç tutkular peşinde” olan ordunun başına böyle bir kimsenin geçmesi... felaketin gelmesi için böyle birisi yetmez mi? dahası var: Ordusuyla, Cizvitleriyle Roma ülküsünün sonunda yeniden canlanması için başta böyle birinin bulunması yeter de artar bile. Açık söylüyorum sana: bu çeşit hareketlerin başında her zaman benim ihtiyar gibi kimselerin bulunduğu kanısındayım. Kim bilir, belki Romalı din büyükleri arasında da vardı böyleleri. Kim bilir, insanlığı kendince, inatla böylesine seven bu lanetli ihtiyar gibileri günümüzde de sürüyle vardır. Güçsüzleri mutlu etmek amacıyla sırrı onlardan saklamak için çok eskiden gizli bir birlik kurmuşlardır... Hiç kuşku yok ki böyledir bu, böyle olması da gereklidir. Hatta masonların bile bu sırra benzer bir şeyleri olduğunu sanıyorum. Katolikler onları kendilerine rakip gördükleri, ülkünün birliğini parçaladıkları için –çünkü tek k sürüye tek çoban olmalıdır- nefret ediyor olmalıdırlar masonlardan. Bununla birlikte, kendi görüşümü savunurken, senin eleştirine katılmayan bir yazar hali var bende. Bırakalım bu konuyu artık.

Alyoşa kendini tutamayarak birden derin bir kederle,

-Belki sende masonsun! Dedi. Tanrıya inanmıyorsun.

Ağabeyinin ona alaylı alaylı baktığını görünce yere bakarak birden,

-Şiirin sonu nasıl? diye sordu. Yoksa bitti mi?

-Şöyle bitirmek istiyorum onu: Engizisyoncu sustuktan sonra, tutsağının bir şey söylemesini bekliyor bir süre. Onun hiç bir şey söylememesi ağır gelmektedir ihtiyara. Tutsağın dikkatle, sakin sakin gözlerinin içine bakarak onu dinlediğini görmüştü, itiraz edeceğe hiç benzemiyordu. Acı, korkunç da olsa, bir şey söylemesini pek isterdi. Ama O, sessizce ihtiyara yaklaşıyor birden, buruşuk, kansız dudaklarından yavaşça öpüyor. Yanıtı bu oluyor işte. İhtiyar ürperiyor. Dudaklarının ucunda bir şeyler kıpırdıyor. Gidip kapıyı açıyor, şöyle diyor ona: “Hadi git, bir daha gelme... hiç gelme... hiç, hiç!” sonra “kentin karanlık alanları”na çıkarıyor O’nu. Tutsak gidiyor.

-Ya ihtiyar?
-Öpüş yüreğini yakıyor, ama eski düşüncesinden dönmüyor.

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...