30 Kasım 2007 Cuma

Mülksüzler Ursula K. Le Guin


Öğrenecekler kuşkusuz. Sonunda. Öğrenmeliler de. Bilimsel gerçek, sonunda galip gelir, güneşi bir kayanın ardına gizleyemezsin. Ama ellerine geçmeden önce bedelini ödemelerini istiyorum! Hakkımız olan yeri almamızı istiyorum. Saygı istiyorum: İşte bize bunu kazandırabilirsin. Sıçrama... Eğer Sıçrama'yı becerebilirsek, onların yıldızlararası motorunun zerre kadar önemi kalmaz. İstediğim para değil, anlıyor musun? Ceti biliminin, Ceti aklının üstünlüğünün tanınmasını istiyorum. Eğer yıldızlararası bir uygarlık olacaksa, o zaman benim halkımın o uygarlığın alt düzeyde bir üyesi olmasını istemiyorum! Soylu insanlar gibi katılmalıyız, elimizde büyük bir armağanla... Böyle olması gerekiyor. Neyse, neyse bazen bu konuda heyecanlanıyorum. Bu arada, kitabın nasıl gidiyor?

27 Kasım 2007 Salı

Körleşme,Elias Canetti


"Düşmanın yer değiştirmelerle ne amaç güttüğünü biliyorum. İstediği, böylece varolanlar üzerindeki denetimimizi yitirmemizdir. El koyduğu bölgelere karşı harekete geçemeyeceğimize inanıyor ve böylece gerçek durumu bilmeyişimize güvenerek, daha savaş ilanından önce bazı üyelerimizi bize belli etmeden kaçırmayı planlıyor. Yüksek fidye alabilmek amacıyla bu işe en değerlilerinizden başlayacağından emin olabilirsiniz. Kaçırdıklarını arkadaşlarınıza karşı kullanmayı ise düşünmüyor. Çünkü neyin olanaksız olduğunu o da kestirebiliyor. Ne var ki savaşı sürdürebilmek için paraya, çok paraya gereksinmesi var. Şu anda varolan sözleşmelerse onun için değersiz birer kağıt parçasından ibaret.

"Vatanınızdan koparılıp yeryüzünün dört bir yanına saçılmak, birer köle gibi, değeri biçilen, ellenip yoklanan, alınıp satılan, kendisiyle tek söz edilmeyen, sesi ancak hizmetlerini yaptıkları sırada, o da yarım kulakla dinlenen, hiçbir zaman ruhlarına inilmeyen, sahip olunan, ama sevilmeyen, olduğu yerde çürümeye bırakılan, ya da alındığından fazlasına bir başkasına satılan, kullanılan, ama hiçbir zaman gerçek niteliğinin ne olduğu araştırılmayan köleler gibi yaşamak ister misiniz? O halde elinizi kolunuzu bağlayıp atın kendinizi düşmanın kucağına! Ama hala yürekliyseniz, soylu bir ruh taşıyorsanız, o zaman benimle birlikte kutsal savaşa katılmak üzere ayaklanın!

"Ey benim halkım, düşmanın gücünü gözünde büyütme! Onun harflerinin arasında ölüsü çıkana dek ezeceksin! Satırlarını başına balyoz gibi indireceksin; harflerini kurşun ağırlıklar gibi ayaklarına dolayacaksın. Cildin onun karşısında senin koruyucu zırhın olacak. Onu aldatabilmek için binlerce hileye, içine düşürmek için binlerce ağa, başına yağdırmak için binlerce yıldırıma sahipsin! Ey halkım, hiçbir zaman unutma ki gücün binlerce yılın büyüklüğünden ve bilgeliğinden beslenmektir!"

5 Kasım 2007 Pazartesi

Joker


".anlıyorsun ya, beni yakalayıp akıl hastanesine geri yollamanın bir önemi yok. Gordon delirdi,kendimi kanıtladım. Benim ve diğer herkesin arasında hiç bir fark olmadığını gösterdim! Hayatta ki en aklı başında adamı deliliğe indirgemek için sadece tek bir kötü gün yeterli. Eğer bir gece bir yabancı evinize gelip kızınızı vurabiliyorsa, bu rastgele adaletsizlik sizi delirtebilir.İşte dünya benim bulunduğum yerden ancak bu kadar uzakta. sadece tek bir kötü gün. Bir keresinde kötü bir gün geçirmiştin, haksız mıyım? Haklı olduğumu biliyorum. Kötü bir gün geçirdin ve her şey değişti, yoksa neden uçan bir sıçan gibi giyinesin? Kötü bir gün geçirdin ve bu seni diğer herkes gibi delirtti...Sadece bunu kabul etmezsin ki! Hayatın bir anlamı varmış, tüm bu mücadelenin bir amacı varmış gibi davranmak zorundasın! Tanrım, kusmak istememe sebep oluyorsun.

Demek istediğim... senin derdin ne? senin sen olmana ne sebep oldu? Belki kız arkadaşın mafya tarafından öldürüldü.,erkek kardeşin bir haydut tarafından doğrandı... Eminim bu tür bir şeydir. bunun gibi bir şey... Bana da bunun gibi bir şey oldu biliyor musun... Ben ne olduğundan tam olarak emin değilim. Bazen bir şekilde hatırlıyorum, bazen başka bir şekilde... Eğer bir geçmişim olacaksa, bunun çoktan seçmeli olmasını isterim! Hahaha! fakat demek istediğim... Demek istediğim şu ki, ben delirdim. Dünyanın ne kadar karanlık, berbat bir şaka olduğunu gördüğüm zaman bir yaban ördeği gibi delirdim! itiraf ediyorum. Sen neden edemiyorsun? Yani, sen aptal değilsin! Durumun gerçekçiliğini anlamalısın. Bilgisayar ekranının başındaki bir grup gerizekalı yüzünden üçüncü dünya savaşına kaç kere yaklaştığımızı biliyor musun? Son dünya savaşını neyin tetiklediğini biliyor musun? Almanya'nın savaş borcu alacaklılarına kaç adet telgraf direği borcu olduğuna dair bir tartışma. Telgraf direkleri! Hahahahaha! Hepsi bir şaka! Değer verilen ve uğruna mücadele edilen her şey... Hepsi devasa, kaçıkça bir şaka! öyleyse neden komik tarafını görmüyorsun? neden gülmüyorsun?"

28 Ağustos 2007 Salı

Martin Eden -Jack London


Bu şekilde sözünüzü kestiğim için özür dilerim bayan. Sanırım bu tür konulardan pek anlamadığım bir gerçek. Benim sınıfıma ait değil bunlar. Fakat öğreneceğim. "

Sözleri sanki bir tehdit gibiydi. Sesi kararlı çıkıyor, gözleri parlıyordu, yüz hatları sertleşmişti. Kıza adamın çenesinin açısı değişmiş gibi geldi, ucu nahoş bir şekilde saldırgan görünüyordu. Aynı zamanda adamdan yükselen yoğun bir erkeklik dalgası gelip onu sarmış gibiydi.

"Sanırım bunları... öğrenebilirsiniz," diye gülerek sözlerini bitirdi. "Çok güçlüsünüz."

Bakışları bir an kaslı, bir boğanınki kadar kalın, güneşte bronzlaşmış, her yerinden sağlık ve güç fışkıran boyna takıldı. Adam karşısında kızarmış, aciz görünüyordu ama yine de ona doğru çekildiğini hissetti. Zihnine hücum eden uygunsuz bir düşünceyle şaşkına döndü. İki elini bu boynun üstüne koyabilse bütün kuvvet ve canlılık ona geçecekmiş gibi geliyordu. Yaradılışında var olan, hayali bile kurulmamış bir ahlaksızlık ortaya çıkıyordu sanki. Üstelik ona göre kuvvet, kaba ve hayvani bir şeydi. İdealindeki erkek güzelliği hep ince bir zarafet olmuştu. Ama düşünce devam ediyordu. Bu güneş yanığı boyna dokunmayı arzulaması onu çılgına çeviriyordu. Aslında sağlıksız bir bünyeye sahipti, hem bedeninin hem de zihninin kuvvete ihtiyacı vardı. Fakat bunun farkında değildi. Bildiği tek şey, daha önce hiçbir erkeğin berbat grameriyle onu dehşete düşürüp duran bu adam kadar etkilemediğiydi.

"Evet, sakat değilim," dedi adam. "Zorda kaldım mı hurda demiri bile sindirebilirim. Fakat şimdi, anlattıklarınızın çoğunu hazmedemiyorum. Bu konuda hiç eğitim görmedim, anlarsınız. Kitaplardan ve şiirlerden hoşlanırım, zaman buldukça da okurum ama okuduklarım hakkında sizin gibi düşünmemiştim hiç. Bu yüzden onlar hakkında konuşamıyorum da. Tanımadığı bir denizin ortasında haritasız, pusulasız kalmış bir gemici gibiyim. Şimdi bu eksikliklerimi gidermek istiyorum. Belki de siz beni yola koyarsınız. Tüm bu konuştuklarınızı nasıl öğrendiniz?"

"Okula giderek sanırım ve çalışarak," diye cevapladı kız.

Adam "Ben de çocukken okula gitmiştim," diye itiraz edecek oldu.

"Evet, fakat ben liseden, derslerden, üniversiteden söz ediyorum."

"Üniversiteye mi gittiniz?" diye sordu içten bir şaşkınlıkla. Kızın kendisinden en az bir milyon mil uzaklaştığı hissine kapıldı.

Gülün Adı Umberto Eco


Bir an geldi ki, kendimizi ilk girdiğimiz yedigen salonda bulduk (bu oda, merdiven ağzı orada bulunduğu için tanınabiliyordu); sağa doğru yürüyerek bir odadan ötekine doğru geçmeye çalıştık. Üç odadan geçtikten sonra kör bir duvarla yüzyüze geldik. İki çıkışı olan bir önceki odaya geri döndük; daha önce geçmediğimiz kapıdan geçip başka bir odaya girdik ve kendimizi gene ilk önce girdiğimiz yedigen salonda bulduk.
"Geri döndüğümüz en son odanın adı neydi?" diye sordu William.
Belleğimi zorladım: "Equus albus."
"İyi, şimdi gene onu bulalım." Bu kolay oldu. Oradan, insan geldiği yoldan geri dönmek istemiyorsa, Gratia vobis et pax denen odadan başka geçilecek yer yoktu; oradan, sağda bizi geri götürmeyecek yeni bir geçit bulduk gibi geldi bize. Sonunda bir kez daha In diebus illis'i ve Primogenitus mortuorum'u bulduk (Az önce gördüğümüz odalar mıydı bunlar?), ama en sonunda, daha önce görmediğimizi sandığımız bir odaya vardık: Tertia pars terrae combusta est. Ama o noktada, doğu kulesine göre nerede bulunduğumuzu artık bilmiyorduk.
Lambayı önümde tutarak, bundan sonraki odalara daldım. Ürkütücü boyutlarda bir dev, gövdesi tıpkı bir hortlağınki gibi dalgalanarak, uzayıp kısalarak bana doğru geldi.
"Bir şeytan!" diye bağırdım; birden dönüp kendimi William'ın kollarına atarken az kalsın lambayı düşürüyordum. William elimden lambayı alıp beni yana doğru iterek, bana yüce bir davranış gibi görünen bir kararlılıkla ileri doğru yürüdü. O da bir şey görmüş olmalıydı; çünkü birden durdu. Sonra gene öne doğru yürüyüp ışığı kaldırdı. Katıla katıla gülmeye başladı.
"Amma da saflık . Bir ayna bu!"
"Ayna mı?"
"Evet, benim yiğit savaşçım. Az önce yazı salonunda, gerçek bir düşmanın üstüne öylesine yüreklilikle atıldın, şimdi kendi görüntünden mi korkuyorsun? Kendi görüntünü sana daha büyütülmüş ve çarpıtılmış olarak yansıtan bir ayna bu."
Elimden tutup beni oda kapısının karşısındaki duvarın önüne götürdü. Lambanın şimdi daha iyi aydınlattığı oluklu cam bir levha üstünde, ikimizin kabaca biçimleri bozulmuş, yaklaşıp uzaklaştıkça biçimi ve yüksekliği değişen yansılarımızı gördüm.
"Optikle ilgili bir kitap okumalısın," dedi William, eğlenerek. "Kitaplığı kuranlar hiç kuşkusuz okumuşlar! En iyiler Araplar'ınki. El Hazan, De aspectibus adlı kitabında, kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden sözediyor. Kimi aynalar, yüzeylerinin değiştirilişine göre, en küçük nesneleri bile büyütebilir (benim merceklerim bundan başka nedir?), kimileri imgeleri ters ya da eğik gösterirler ya da bir yerine iki, iki yerine dört gösterirler. Bazıları da, tıpkı bunun gibi, cüceyi dev, devi de cüce gibi gösterir."
"Aman Tanrım!" dedim. "Birinin kitaplıkta gördüğünü söylediği görüntüler demek bunlar!

Benim Hüzünlü Orospularım, Gabriel Garcia Marquez


Sabahın erken saatlerinde nerede olduğumu hatırlayamayarak uyandım. Kız, sırtı bana dönük olarak cenin gibi kıvrılmış uyuyordu hâlâ. Onun karanlıkta kalktığını ve banyoda sifonun sesini duymuşum gibi belirsiz bir duyguya kapılmıştım, ama rüya da olabilirdi. Bu benim için yepyeni bir şeydi. Kadınları baştan çıkarma hünerlerinden haberim yoktu benim, bir gecelik sevgililerimi ben hep hoşluklarından çok ücretleri için seçmiştim, çoğunlukla yarı giyimli olarak ve her defasında birbirimizi olduğumuzdan daha iyi hayal edebilmek için karanlıkta yatarak, sevgisiz sevişirdik. O gece, uyuyan bir kadının vücudunu, arzunun zorlamalarına kapılmadan ya da edep duygusunun engellerine takılmadan seyretmenin inanılmaz zevkini keşfetmiştim.

Saat beşte kalktım, tedirgindim, çünkü Pazar yazımın saat onikiden önce yazı işlerinde olması gerekiyordu. Her zaman dakik olan defihacet ihtiyacımı yine mehtaplı gecelerdeki yanmalarla giderdim, sifonun zincirini çekip bıraktığımda geçmişten gelen kırgınlıklarımın çirkef çukuruna gittiğini hissettim. Giyinip yatak odasına terütaze geri döndüğümde kız, kolları haç gibi iki yana açık ve bekâretinin efendisi olarak, yatağın bir yanından öbür yanına sırtüstü yatmış, şafak vaktinin uzlaştırıcı ışığında uyuyordu. Tanrı seni korusun, dedim ona. Kalan tüm parayı, onunkini de benimkini de yastığın üzerine koydum ve alnına kondurduğum bir öpücükle sonsuza dek vedalaştım onunla. Evin içi, şafak vakti her genelevin olduğu gibi, cennete en yakın yerdi. Kimseyle karşılaşmamak için meyve bahçesi tarafındaki büyük kapıdan çıktım. Sokaktaki yakıcı güneşin altında doksan yaşımın ağırlığını duyumsamaya başladım ve ölene kadar geçmesi gereken dakikaları dakika dakika saymaya koyuldum.

11 Mayıs 2007 Cuma

Karamazov Kardesler,Dostoyevski


"Gerçeği söylüyorum size, gerçeği: Buğday tanesi yere düştükten sonra yok olmazsa, bir buğday tanesi olarak kalır;ama yok olursa , o zaman bereketli ürün verir."

Düşmüş, hakarete uğramış bir insan için çevresindekilerin ona yardıma koşmaları çok ağır bir şeydir...

*
Kendi kendine yalan söyleyip, söylediği yalana inanan kimse sonunda işi, kendi içindeki, çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu olarak da kendisine ve çevresindekilere saygı duymamaya dek vardır. Kendi kendine saygısını yitirince içinde sevgi diye bir şey de kalmaz insanın. İçinde sevgi olmayınca oyalanmak, eğlenmek için kötü tutkulara, iğrenç şehvete bırakır kendisini, hayvanca yaşamaya başlar.bütün bunların tek nedeni insanın, çevresindekilere ve kendi kendine yalan söylemesidir. Kendine yalan söyleyen kimse herkesten çabukta gücenebilir. Gel gelelim, gücenmek bazen hoş bir şeydir, ne dersiniz? Onu hiç kimsenin incitmediğini, hakaret etmediğini bile bile, hiç yoktan bir hakaret yaratmak, iş olsun diye kendi kendine yalan söylemek, olayları büyütmek, bir sözcüğü diline dolamak, pireyi deve yapmak bazen insana zevk verir. Bunun böyle olduğunu bilir, bilir ya gene de önce kendisi gücenir, sonra da yürekten kin beslemeye başlar kendine hakaret eden insana...

*
Kişioğlunun yaşamındaki yüce sır, geçmiş üzüntüleri zamanla durgun, içli bir sevince dönüştürür; Genç, fıkır fıkır kanın yerini uysal, anlayışlı bir yaşlılık alır.

15 Şubat 2007 Perşembe

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


Ben ne aşklar, Tanrım, ne aşklar yaşadım hayallerimde bu güzel ve yüksek şeylere sığınmakla. Yeryüzündeki hiçbir varlıkla ilişkisi olmayan, bu tümüyle hayal olan güçlü aşklarım ruhumu o denli cömertçe dolduruyordu ki sonradan gerçek bir aşka en ufak bir gereksinme duymuyordum. Doğrusu, gerçekte var olan birini sevmek benim için oldukça lüks olurdu. “

“İnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever, fakat amacını elde etmeyi değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. İnsanın yaratılıştan gülünç bir varlık olmasındadır bütün terslik zaten. İki kere iki dört, çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine) inanırım, ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir.

“Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği şeyler vardır. Hatta dostlarına bile açılamayacak, gizli kalması koşuluyla yalnız kendi kendimize itirafta bulunacağımız durumlar olur. Ama bir de öyleleri vardır ki, kendi kendimize bile açmaktan korkarız. Her aklı başında insanın dağarcığında bile böyleleri yığınla bulunur.

12 Ocak 2007 Cuma

Dövüş Kulübü Chuck Palahniuk


..Binlerce yıldır insanoğlu bu gezegendeki her şeyin içine etmiş, her şeyi boka çevirmişti ve şimdi tarih benden herkesin pisliğini temizlememi bekliyordu.Boş konserve kutularını suyla çalkalamalı ve yassıltmalıydım. Kullandığım her benzin damlasının hesabını vermeliydim.

Ayrıca nükleer atıkların, gömülmüş mazot tanklarının ve ben doğmadan bir kuşak önce atılmış çöplerin oluşturduğu zehirli yığınların faturasını üstlenmek zorundaydım.

...Dünyadan tarihini söküp atmak istiyorduk.

Paper Street'teki evde kahvaltı etmekteyken, Bir düşün dedi Tyler, unutulmuş golf sahasının on beşinci bölgesinde turp ve patates ekiyorsun.
Rockefeller Merkezi'nin etrafındaki yıkıntıların arasında, rutubetli kanyonların içinde koşturarak geyik avlıyorsun. Seattle'daki gözlem kulesinin kırk beş derecelik açıyla yan yatmış iskeletinin yanı başında istiridye topluyorsun. Gökdelenlerin cephelerini dev totem maskeleriyle ve Polinezya yerlilerinin korkunç suratlı tanrılarıyla süslüyoruz.

Geri dönüştürme, sürat limitleri, hepsi palavra dedi Tyler. Ölüm döşeğinde sigarayı bırakmaya benziyor bunlar.

Dünyayı kurtaracak bir şey varsa o da kargaşa projesi olacaktı. Kültürel bir buzul çağı. Vaktinden önce başlatılmış bir karanlık çağ. Kargaşa projesi sayesinde insanlık, dünyanın kendisini toparlamasına yetecek bir süre boyunca eylemsizliğe mahkum olacaktı.

...Bir düşün. dedi Tyler. Mağaza vitrinlerinin yanından geçerek geyiklerin izini sürüyorsun. Askılar dolusu şık elbise ve smokin oldukları yerde küflenip kokuşuyor. Ömrünün geri kalanı boyunca deri giysiler giyiyor ve Sears kulesi'ni sarmalayan sarmaşıklara tutunarak yukarı tırmanıyorsun. Fasulye filizine tırmanan masal çocuğu gibi o azgın nemli bitki örtüsü içinden kendine yol açarak tepeye çıkıyorsun. Ve hava o kadar temiz ki, aşağı baktığında, ağustos sıcağında yüzlerce kilometre uzanıp giden terk edilmiş sekiz şeritlik dev bir otoyolun boş emniyet şeridine geyik eti seren ve mısır öğüten minicik insanlar görüyorsun.

Medeniyetin tasfiyesi. Derhal ve hemen.

28 Ağustos 2006 Pazartesi

Lolita - Vladamir Nabokov


Sevgili Dolores'im benim! Seni, kömürlüklerde, arka sokaklarda küçük kızların başına gelenlerden ve heyhat, hatta (senin de çok iyi bildiğin gibi Nazlım) yazların en mavisinde mavi böğürtlen tarlalarının oralarda olanlardan da korumak istiyorum, sevgilim. İyi gününde de kötü gününde de koruyucun olarak kalacağım, sen cici bir kız olursan umarım herhangi bir mahkeme de çok geçmeden bunu yasallaştıracak. Yalnız, gel, yasal terimleri, bu terimlerce akılcı olarak nitelenen şu 'sefih ve gayri ahlaki birlikte yaşama' kavramını unutalım. Ben, küçük bir çocuğu çirkin emellerine alet eden bir cinsel sapık filan değilim. Senin ırzına geçen Charlie Holmes'dur, ben ise seni iyileştirmeye çalışıyorum. İkisi arasında dağlar kadar fark var. Ben senin babacığınım Lo. Bak, şu elimdeki küçük kızlardan söz eden ciddi mi ciddi bir kitap. Bak sevgilim neler diyor! Okuyorum: Sağlıklı küçük kızlar –sağlıklı diyor, duydun mu- sağlıklı küçük kızlar, genellikle babalarını hoşnut etmek için çırpınırlar. Bu kızlar, küçükten beri babalarını o ebedi, o ele geçirilmez erkeğin (Polonius aşkına, 'ele geçirilmez' diyor!), erkeğin öncülü olarak görürler. Aklı başında anneler (zavallı anneciğinin de aklı başında olacaktı yaşasaydı!) kızlarının, romantik hülyalarını (üslubun bayağılığı için özür dilerim!) ve erkekler konusundaki düşüncelerini babalarıyla kurdukları ilişkilerden türettiklerini bilerek, babayla kız arasındaki ilişkileri destekleyeceklerdir. Bu kitabın ne türlü ilişkileri kastettiğini ve önerdiğini gördük; değil mi? Okumaya devam ediyorum; Sicilyalılar'da, babayla kız arasındaki cinsel ilişkiler son derece doğal sayılır ve bu tür ilişkilere giren genç kıza üyesi olduğu topluluk tarafından kötü gözle bakılmaz. Sicilyalılara hayranımdır Lo, ne iyi sporcular, ne iyi müzikçiler, ne dürüst, ne iyi insanlar ve evet, ne büyük aşıklar yetişmiştir. Sicilyalılardan, Neyse, konudan ayrılmayalım. Daha geçenlerde gazetelerde orta yaşlı bir ahlak suçlusunun suçunu itiraf ettiğini okuduk; 'Adam' yasasını çiğnemişmiş, dokuz yaşındaki bir küçük kızı her ne demekse, ahlaksız amaçlarına alet etmek için o eyaletten bu eyalete dolaştırıyormuş. Dolores, Sevgilim! Sen dokuz değil, neredeyse on üç yaşındasın. Hem kendini benim eyaletlerarası tutsağım olarak görmeni istemem. 'Adam' yasası denen şeyden de nefret ediyorum; hele adının o çift anlamlılığı! Anlambilim Tanrısının fermuarları kilitli orta sınıf tutucularına oyunu değil de nedir bu! Ben senin babanım, senin anlayacağın dilden konuşuyorum ve seni seviyorum

Doğmamış Kristof - Carlos Fuentes


Bu durumda kesin olan şeyler ve kesin olmayan şeyler var. Şu kesin: oğlana kova burcunda hamile kalındı. Şu kesin değil: Meksikalı bir fetüse dönüşme olasılığı babamın hesaplarına göre, yüz seksen üç trilyon, altı yüz yetmiş beş milyar, dokuz yüz milyon dört yüz beş bin yüz kırk sekizde bir, rahme düştüğüm gün öğle vakti gökten tepelerine yağan boku yıkamak için annemle birlikte girdikleri Pasifik Okyanusu'nda kulaç atarken yapıyor bu hesabı babam. Geri sayımın ilk günü diyorlar buna. Bense, yumurtalıktaki okuma dersine giderken mezarlıktan ilk geçişim diyorum; çünkü onlar şimdi o gün neler olduğunu hatırlasalar da, ben bütün olanları zaten biliyordum, babamın mikroyılanı annemin corona radiata'sına (corona corona değil ha, babamınki patlayan bir puroydu, hatta düşünüyorum da bir MIRV) gül yaprakları arasına uzanır gibi uzandığında biliyordum, o sırada büyük Kıllı Vadi muharebesinden geriye kalanlar jelatinsi zarı işgal etmişlerdi, de profundis clamavimus –ama kimse kendini rahat hissetmiyordu; hangimiz Dona Angeles'i (soyadı yok), Puebla, Veracruz, Guadalajara ve Mexico City'nin en nüfuzlu ailelerinin varisi Don Angel Palomar y Fagoaga Labastida Pacheco y Montes de Oca'nın karısını dölleme şerefine nail olacaktı? Milyonda bir, şanslı pezevenk, talihli kambur. Hepsi deli gibi ilerlemeye, barikatı aşmaya, kabuğu kırmaya ve öyle her önüne geleni yemeğe çağırmayan bu Penelope'nin sadakatini bertaraf etmeye çalışıyordu, sadece bir kişiye geçiş vardı, savaşlardan dönmüş şampiyon Ulyseks, en büyük, kromozomların Muhammed Ali'si, numero uno:

BENDEN Mİ SÖZ EDİYORSUNUZ?

27 Ağustos 2006 Pazar

Bozkırkurdu - Hermann Hesse


Burada bir şeyi daha eklemeden geçmemek gerekiyor: Harry tipinde pek çok insan var dünyada, özellikle pek çok sanatçı söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. Bu tiptekilerin hepsi ayrı iki ruhu, ayrı iki insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytansal, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, insan ve kurt Harry'deki gibi düşmanca ve karmakarışık, yan yana ve iç içe sürdürür varlığını. Ve hayli tedirgin bir yaşam süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluk köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa bir süre için parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. Böylece acılar denizi üzerinde bütün o sanat yapıtları değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür. Yaptıkları işlerin, yarattıkları yapıtların isimleri ne olursa olsun, bütün bu insanların gerçekte bir yaşamı yoktur, yani yaşamları bir varoluş değildir, belli bir biçim taşımaz, başkalarının yargıç, hekim, ayakkabıcı ya da öğretmen olduğu gibi kahraman, sanatçı ya da düşünür değildir bu kişiler; yaşamları sonu gelmeyen çileli bir devinimdir, kayalara vurup çatlayan dalgalara benzer, mutsuz ve acılı biçimde parçalanmıştır, tüyler ürperticidir; böyle bir yaşamın karmaşası üstünde ışıldayan seyrek yaşantılar da, eylemler de, düşüncelerde ve yapıtlarda saklı anlam dışında bir anlam içermez. Bu tip insanlar arasında oluşmuş tehlikeli ve korkunç düşünceye göre, belki tüm insan yaşamı ciddi bir yanılgıdan öte bir şey değildir, ilk ana'nın ölü doğmuş bir yavrusudur, doğanın çılgınca ve dehşet verici başarısız bir denemesidir. Yine aynı insanlar arasında oluşmuş bir başka düşünce vardır ki, buna göre insan belki sadece yarım akıllı bir hayvan değil, Tanrıların kendisine ölümsüzlük bağışlanmış bir çocuğudur.

28 Temmuz 2006 Cuma

Androidler Elektrikli Koyun Duslermi - Philip K.Dick

Kapalı kapının ardında televizyondan başka bir yaşamın varlığını sezinledi. Zorlanan duyuları ona sessiz ve garip bir korkunun kokusunu getirdi. Geriye çekilen, kaçmak istercesine kapıya en uzakta kalan duvara yapışan birinin korkusuydu bu.
Isidore: 'Hey! Yukarıda yaşıyorum. Televizyonun sesini duydum. Tanışalım, tamam mı?' deyip, dinleyerek bekledi, ama belli ki sözleri içerdeki kişiyi rahatlatmamıştı. Sessizlik devam ediyordu. "Size bir paket margarin getirdim." Sesini duyurabilsin diye kapalı kapıya doğru iyice yaklaşmıştı. "Benim adım J.R. Isidore ve tanınmış hayvan veterineri olan Bay Hannibal Sloat için çalışıyorum. Adını duydunuz mu hiç? Saygı gören biriyim ve bir işim var. Ben Bay Sloat'un kamyonunu kullanıyorum." Kapı aralandığında korkudan neredeyse büzülmüş ama yine de ısrarla, destek almak istercesine kapıya tutunan bir kız, karşısında duruyordu. Korku onu hastaymış gibi gösteriyor, sanki birisi tüm kemiklerini kırmış da sonradan acemice ve nefretle birleştirmeye çalışmış gibi vücudunun şeklini çarpıtıyordu. İnanılmaz büyüklükteki gözleri gülümsemeye çalıştığında bile donuktu.
John anlayış sahibi bir tavırla, "bu binada kimsenin yaşamadığını sanıyordun değil mi? Terkedilmiş sandın." dedi.
Kız başını sallayarak fısıldarcasına konuştu:"Evet."
Isidore devam etti. "Komşularının olması her zaman iyidir. Sen gelene kadar hiç komşum yoktu. Tanrı biliyor ya bu hiç de eğlenceli değildi."
"Bu binada benim dışımda sadece sen mi varsın?" Şimdi korkusundan az da olsa uzaklaşmış gibiydi. Vücudu dikleşti ve eliyle koyu renkli saçlarını düzeltti. John onun ufak tefek ama güzel bir vücudu olduğunu fark etti. Uzun, simsiyah kirpiklerinin gölgelediği gözleri de çok güzeldi. Üzerinde pijama altlığından başka hiçbir şey yoktu. John dairenin içine doğru göz gezdirdiğinde oldukça dağınık olduğunu gördü. Her yer yarı boşaltılmış bavullarla doluydu. Boşaltılan eşyalar etrafa saçılmıştı. Fakat bu doğaldı; kız henüz yeni taşınıyordu.
"Senin dışında sadece ben varım ve seni rahatsız etmem." Isidore, kendini suratsız biri gibi hissetti. Eski, savaş öncesi adetlere uygun "hoş geldin" hediyesini kız ya fark etmemişti ya da margarinin ne olduğunu bile bilmiyordu. John'un gördüğü kadarıyla kız sadece şaşkınlıktan ve gittikçe azalan korkusundan sersemlemişti. John bu rahatsız edici atmosferi dağıtmak için konuşmasını sürdürdü: "Eski dost Buster. Onu seviyor musun? Ben her sabah ve her akşam eve döndüğümde onu seyrederdim. Ayrıca yemek yerken de onu seyrederim. Hatta gece gösterisini bile, yani en azından televizyonum bozulana kadar seyrederdim."
"Kim..." kız devam edemeden sustu. Sanki kendine kızmışcasına dudağını ısırıyordu.
"Arkadaş Canlısı Buster," Bu kızın dünya yüzündeki en komik gösteriyi bilmemesi Isidore'u şaşırtmıştı. "Buraya nereden geldin?"
"Bunun bir önemi olduğunu düşünmüyorum." Gerç kız ona bir bakış attı. Gördüğü bir şey onu rahatlatmış olmalı ki vücudu az da olsa gevşedi. "Bir arkadaşımın olması beni de mutlu eder, tabii ilerde tam anlamıyla taşındığımda. Şu anda bunu düşünmüyorum bile." John şaşkındı; bu kızla ilgili her şey onu şaşırtıyordu. "Niye düşünemezsin?" Belki de burada uzun süre yalnız yaşadığından dolayı garipleşen kendisiydi. Tavuk kafaların böyle olduğunu duymuştu. Bu düşünce kendini daha da kötü hissetmesine sebep oldu, ama cesaretle devam etti. "Bavulları açmana ve mobilyaları düzenlemene yardım edebilirim." Kapı her an suratına kapanabilecek kadar aralıklı."Benim mobilyam yok. Gördüğün her şey ben geldiğimde de buradaydı."
"iyi de bunlar bir işine yaramaz." Isidore'un bunu anlaması için bir bakış yetmişti. Sandalyeler, halılar, masalar, hepsi çürümüş ve toplu bir perişanlığın altında ezilmişlerdi. Hepsi zamanın despotluğunun ve bakımsızlığın kurbanıydı. Bu dairede yıllardır kimse yaşamamıştı.

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...