Umberto Eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Umberto Eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2009 Cuma

Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, Umberto Eco

...
Bildiğim ve yaptığım şeyler yüzünden ss’ler ya da kara gömlekliler beni bir gün ellerine geçirirlerse, işkence yaparlar. İşkence yaparlarsa konuşurum, çünkü acıdan korkarım ben. Konuşursam da arkadaşlarımı ölüme yollarım. Onun için yakaladıklarında bu neşterle boğazımı keseceğim. Canım acımaz, bir saniyede şak diye keserim. Böylece herkese kazığı atmış olurum:
Önce hiçbir şey öğrenemeyecekleri için faşistlere, sonra günah olduğu halde intihar ettiğim için rahiplere, sonra da tanrı’ya, onun karar verdiği zaman değil, dilediğim zaman öldüğüm için. al sana...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Sayılar ve Beden, Foucault Sarkacı, Umberto Eco



"Bu balık sana neyi anımsatıyor?"
"Başka balıkları"
"Peki başka balıklar neyi anımsatıyor?"
"Başka balıkları"
( Joseph Heller, Catch 22 )

"Bum" dedi Lia, "İlk örnekler diye bir şey yoktur; beden vardır.Karnın içi güzeldir,çünkü bebek büyür orada, çünkü senin güzel kuşun sevinçler içinde içeri dalar,tadı güzel besin aşağı iner;işte bunun için ,mağara da, girinti çıkıntılar da,kanal da, yeraltı da güzeldir,önemlidir; hatta bizim o güzelim barsaklarımızın imgesine göre yapılmış olan labirent de. Biri önemli bir şey icat etmek istediği zaman,oradan getirmek zorundadır onu; çünkü sen de oradan geldin,doğduğun gün.Üretkenlik bir kovuğun içindedir her zaman;orada önce bir şey çürür,sonra karşında bir küçük Çinli,bir hurma,bir baobab beliriverir. Ama yukarısı, her zaman aşağıdan daha iyidir; çünkü baş aşağı durursan kan başına sıçrar; çünkü ayaklar kokar,saçlarsa daha az kokar; çünkü bir ağaca çıkıp meyve toplamak,sonunda yeraltına girip kurtlara yem olmaktan daha iyidir; çünkü yukarıdaki bir şeye çarptığında çok seyrek olarak incitirsin bir yerini (bunun için tavanarasında olman gerekir),oysa düşünce genellikle bir yerini incitirisin. İşte bu nedenle yukarısı meleklere,aşağısı şeytana özgüdür.Ama, az önce karnım hakkında söylediklerim de doğru olduğundan,bunların ikisi de doğrudur;bir anlamda aşağısıyla içerisi güzeldir; bir başka anlamda da yukarısı ile dışarısı.Hem bütün bunların Merkürün ruhu yada evrensel çelişkiyle hiçbir ilişiği yok.Ateş insanı ısıtır,soğukta bronşit olursun,hele dört bin yıl önce yaşamış bir bilginsen. Bu yüzden de, ateşin gizemli özellikleri vardır, tavuk kızartmanın yanısıra. Ama soğuk aynı tavuğu bozulmaktan korur; ateşe dokunursan kocaman bir kabarcık olur elinde;bunun için ,bilgelik gibi binlerce yıldır saklanmış bir şeyi düşünürsen,yüksek bir dağın üstünde(yüksekliğin iyi bir şey olduğunu biliyoruz),ama aynı zamanda bir mağaranın içinde(bu da iyi bir şeydir),Tibetteki karların sonsuz soğukluğunda (en iyisi de budur)düşünmelisin.Sonra da ,bilgeliğin niçin İsviçre Alplerinden değil de ,doğudan geldiğini bilmek istersen, bunun da nedeni şu; atalarının bedenleri sabahları uyandığında -ortalık hala karanlıksa- doğuya bakıyordu,güneş çıksın,yağmur yağsın diye umarak. Anlaşıldı mı?"
"Evet " dedim gülümseyerek.
"Güneş iyidir, çünkü bedenimize yaralıdır; akıllı olduğu için her sabah yeniden çıkar. Demek ki , geri dönen her şey iyidir; geçip giden bir daha da görünmeyen şey iyi değildir. İnsanın geçtiği yere,aynı yoldan iki kez geçmeksizin geri dönmesinin en kolay yolu bir daire çizerek yürümektir.Halka biçiminde kıvrılabilen biricik hayvan yılandır,yılanla ilgili birçok tapımlarla söylencelerin varlık nedeni de budur; çünkü güneşin geri dönüşünü göstermek için, bir suaygırını halka biçiminde kıvıramazsın.Öte yandan, güneşi çağırmak için bir tören yapmak gerekirse,en iyisi bir daire çizerek devinmektir;çünkü düz bir çizgi üstünde yürürsen evinden uzaklaşırsın,bu yüzden de törenin çok kısa kesilmesi gerekir.Bir kuttören için uygun biçim dairedir;panayırda ateş yutan hokkabazlar da bilirler bunu,çünkü daire biçiminde sıralanınca,herkes ortada kimin durduğunu görebilir; oysa bütün bir kabile bir manga asker gibi düz bir çizgi üstünde sıralanırsa uzakta kalanlar onu göremezler;işte bu nedenle, daire,dönemsel devinim,dairesel dönüş,her tapımda kuttörenin temel öğelerini oluşturur."
"Evet" dedim aşkla ve şehvetle bakarak.
"Şimdi yazarlarınızın çok hoşuna giden büyüsel sayılara gelelim. Sen birsin iki değil,şeyin de birdir, benim şeyim de birdir,bir burnumuz, bir yüreğimiz var;görüyorsun ne çok olumlu şey bir tane. Ama iki gözümüz, iki kulağımız,iki burun deliğimiz var;benim memelerim,senin taşakların,bacaklarımız, kollarımız,kabalarımız,hep iki. Üçe gelince, bütün sayıların en büyüselidir üç;çünkü bedenimiz bu sayıyı bilmez,,hiçbir şeyimiz üç değil,hem sonra nerede yaşarsak yaşayalım,Tanrı’ya verdiğimiz en gizemli sayı olmalı bu. Senin şeyin bir tane... bu iki şeyi biraraya getirirsek yeni bir şey ortaya çıkar; böylece üç oluruz.Yeryüzündeki bütün kültürlerin üçlü yapıları,üçlemeleri olduğunu bilmek için ille de üniversite prfofösörü olmak gerekmez.Ama dinler, bilgisayar kullanmıyorlardı bunun için.O insanların tümü de senin benim gibi insanlardı;gerektiği gibi çiftleşiyorlardı.Üçlemelerin hiçbiri bir gizem değildir;bizim yaptığımızı onların bir zaman yaptığını anlatırlar.Ama iki kol,iki bacak daha dört eder,bu yüzden dörtte güzel bir sayıdır;hele hayvanların dört ayağı olduğunu,bebeklerin dört ayak üstünde emeklediklerini düşünürsen;sfenksin de bildiği gibi.Beş sayısından söz etmemize gerek yok;bir elde beş parmak vardır,iki elin parmaklarını toplarsan bir başka kutsal sayıyı,,on sayısını elde edersin.Hatta On Emir bile zorunluydu;çünkü on iki emir olsaydı,parmaklarıyla bir, iki, üç, diye sayan papaz,,sıra on iki emire gelince,kilisenin kutsal eşya bekçisinin elini ödünç almak zorunda kalacaktı.Şimdi, bedenimizi al, gövdeden çıkan herşeyi say;kollar,bacaklar, baş,penis toplam altı eder,kadınlarda ise yedi;bu yüzden de bana öyle geliyor ki,şu sizin yazarlarınız arasında altı sayısı hiçbir zaman ciddiye alınmaz,üçün iki katı olması dışında.Yalnızca erkekler için geçerlidir bu;çünkü hiç yedileri yoktur onların.Bu yüzden erkekler yönetirken,yediyi kutsal sayı olarak görmeyi yeğ tutarlar;kadınların memelerini unuturlar,ama çaresiz katlanacağız.Sekize gelince...kollarla bacakları birer değil ikişer sayarsak ,dirsekelrle dizleri de ekleyince,sekiz oynak organımız olur.Bu sekize gövdemizi de eklersen dokuz eder,başı da sayarsan on.Yalnızca bedenimizi alırsan,istediğin sayıyı elde edebilirsin;delikleri düşün ,örneğin."
"Delikler mi?
"Evet, bedenimizde kaç delik var?"
"Bilmem" saymaya başladım. "Gözler, burun delikleri, kulaklar, ağız, popo:sekiz"
"Görüyorsun değil mi? Sekiz sayısının güzel bir sayı olmasının bir nedeni de bu.Ama benimkiler dokuz! Bu dokuzuncuyla da seni dünyaya getiriyorum,işte bu yüzden ,dokuz sekizden daha kutsaldır!Bundan sonraki sayıları açıklamamı da ister misin?Ya da, şu senin yazarlarının sözünü edip durdukları senin şu menhirini inceleyelim,istersen.Gündüz ayakta,gece yataktadır;şeyin de öyle ,geceleri ne yaptığını söylemene gerek yok;dikleşince çalışır,uzanınca da dinlenir.Demek ki,dikey durum yaşamdır,güneşi gösterir.Dikili taşlar da ağaçlar gibi dik durur;oysa yatay durumla gece uykudur,ölümdür.Bütün kültürler anıtlara,pramitlere,sütunlara taparlar,balkonların yada parmaklıkların önünde hiç kimse eğilmez.
Sen hiç kutsal parmaklık diye bir arkaik tapınmadan söz edildiğini işittin mi?Görüyor musun?Hem insanın bedeni de elverişsizdir buna;dikey bir taşa taparsan insanların tümü de görürler onu.Oysa yatay bir şeye tapacak olursan,yalnızca ön sıradakiler görebilirler onu;ben de,ben de, diye birbirlerini itip kakarlar;bu da büyüsel bir tören için hiç de güzel bir görünüm değildir..."
"Peki ya ırmaklar?"
"Irmaklara yatay oldukları için değil,içlerinde su olduğu için tapılır;suyla beden arasındaki ilişkiyi anlatmama gerek yok sanırım...Her neyse böyle yaratılmışız bir kere.Bu nedenle de birbirimizden milyonlarca km uzaklıkta da olsak,hepimiz aynı simgeleri geliştiririz.Bu simgelerin hepsi de zorunu olarak birbirine benzer.Bu yüzler,kafalarının içinde beyin diye bir şey olan insanlar,bir simyacının fırınını görünce ,her yanı kapalı,içi sıcak olduğundan,çocuğu üreten ananın karnını düşünürle.Karnında bebek İsa’yı taşıyan Madonna’yı görünce,bunun simyacının fırınını anıştırdığını düşünenler,yalnızca senin Şeytancılarındır.Bir iletim yolu arayarak binlerce yol geçirdiler; oysa her şey apaçık ortadaydı;aynaya bakmaları yeterliydi.
Sen her zaman doğruyu söylersin bana,Benim aynadaki Benim sensin;Senin gözünle görülen ,benim kendimsin.Bedenin bütün gizli ilk örneklerini ortaya çıkarmak istiyorum.Birbirimize en yakın olduğumuz anları belirtmek için ‘örnekleri oluşturmak’deyimini ilk kez o gece kullandık."

Tam uykuya dalarken,Lia omzuma dokundu.”Unutuyordum,”dedi.”Gebeyim”.

Lia’nın sözünü dinlemeliydim.Yaşamın nerede doğduğunu bilen birinin bilgeliğiyle konuşmuştu. Agarttha’nın yeraltı geçitlerinde,Gizi açıklanmış İsis’in piramidinde dolaşırken,Geburaha, yılgı sefirahına girmiştik; dünyada gazabın kendini duyurduğu âna. Bir an için bile olsa,sophia düşüncesine kapılmamış mıydım? Mose Cordovero. Dişinin solda bulunduğunu,tüm niteliklerin Geburaha dönük olduğunu söyler...Yeter ki erkek bütün bu nitelikleri Gelinini süslemek için kullansın,onun yüzünü iyiye doğru çevirsin.Bu ,şu anlama gelir;her istek kendi sınırları içinde kalmalıdır.Yoksa Geburah,Yargı ya,karanlık görünüme,iblisler evrenine dönüşür.

İsteği denetim altına almak...Umbanda töreninde öyle yapmıştım;agoga çalmıştım;gösteriye etkin bir biçimde katılarak trans durumunna geçmeye karşı koymuştum.Lia’yla da böyle yağmıştım;isteği,Gelin’e duyduğum saygıya dönüştürmüş,kasıklarımın derinliklerinde ödüllendirilimiştim; tohumum kutsanmıştı.

Ama direnemeyecektim.Tiferet’in güzelliği baştan çıkaracaktı beni.

19 Nisan 2009 Pazar

Saint Germain Kontu,Foucault Sarkacı,Umberto Eco

Bir gün, Kudüs'te Pontius Platus'u tanıdığını anlattı, valinin evini ayrıntılarıyla betimledi, akşam yemeğinde sunulan yemek çeşitlerini saydı döktü. Bunların düş ürünü olduğuna inanan Rohan Kardinali, Saint-Germain kontunun uşağına -saçları ağarmış, dürüst görünüşlü, yaşlı bir adam- döndü:
"Arkadaşım" dedi, "efendinizin söylediklerine inanmakta güçlük çekiyorum. Karnından konuşan biriyse, diyecek sözüm yok, altın yapan birisi olduğunu da kabul edebilirim, ama iki bin yaşında olduğunu, Pontius Platus'u gördüğünü söylemesi? Bu kadarı fazla. Siz de orada mıydınız?" dedikten sonra gülmeye başladı.
"Hayır, Monsenyör" diye yanıtladı uşak, bön bön, " Kont hazretlerinin hizmetine gireli daha ancak dört yüzyıl oldu."

18 Nisan 2009 Cumartesi

Sayıbilime inanmalı mı? Foucault Sarkacı,Umberto Eco



"Bir çok kez ölür korkaklar, ölmeden önce"
Shakespeare- Julius Ceasar


Keops piramidi'nin yüksekliği, yan yüzeylerinin toplam alanının kare köküne eşittir. ölçüler 'metre' olarak değil, mısır ve ibran arışına en yakın ölçü birimi olan 'ayak' olarak alınmalıdır. Çünkü 'metre' modern çağda icat edilmiş soyut bir ölçüdür. bir mısır arışı, 1,728 ayak eder. Kesin yüksekliği bilmiyorsak, pirimidion'dan, büyük piramidin üstüne konmuş, onun uç noktasını oluşturan küçük piramitten yararlanabiliriz. Güneşte pırıl pırıl parlayan altın ya da başka bir madenden yapılmıştı bu küçük piramit. Şimdi, küçük piramidin yüksekliğini, tüm piramidin yüksekliği ile çarpar, elde ettiğimiz toplamı da onun beşinci kuvveti ile çarparsak, yeryüzünün çevresini buluruz. dahası, tabanın çevresini yirmi dördün üçüncü kuvveti ile çarpıp ikiye bölersek, yerkürenin çapını elde ederiz. Sonra, piramidin tabanının alanını 96'yla, onu da on'un sekizinci kuvvetiyle çarparsak, doksan altı milyon sekiz yüz on bin mil kare eder ki, bu da yeryüzünün alanına eşittir. doğru mu?"

"Demek," diye duraksadı Belbo, "bu bay, kesinleşmiş gerçekleri yinelemekten başka bir şey yapmıyor?"
"Gerçekler mi?" diye güldü Aglie, eğri büğrü, ama hoş bir tadı olan purolarından sunmak için puro kutusunu bir kez daha açtı. "Yıllar önce bir tanıdığımın dediği gibi, quid est veritas*. Bir yığın saçmalık. Her şeyden önce, piramidin tabanını, yüksekliğin tam iki katına bölerseniz, kesirleri de hesaba katarsanız, pi sayısını değil, 3,1417254 sayısını bulursunuz. küçük bir fark ama önemli. Sonra Piazzi Smyth'in öğrencilerinden biri, Stonehenge'i ölüçmüş olan Flinders Petrie, hocasını, bir gün, hesapları doğru çıksın diye, kralın bekleme odasının granit duvarlarının çıkıntılarını eğelerken yakaladığını söylüyor.. Yine de tüm bu söylentiler arasında sugötürmez gerçeklerde var. Beyler, lütfen benimle pencerenin yanına kadar gelir misiniz?"
Gösterişli bir biçimde pencere kanatlarını ardına dek açtı, dışarıya bakmamızı söyledi; uzakta, dar bir sokakla caddenin kesiştiği köşede, piyango biletlerinin satıldığı anlaşılan, tahtadan yapılmış küçük bir kulübeyi gösterdi bize.
"beyler," dedi, "gidip şu kulübeyi ölçmenizi rica ediyorum. tezgahın uzunluğunun 149 santimetre olduğunu göreceksiniz, yani dünya ile güneş arasındaki uzaklığın yüz milyarda biri. kulübenin arka tarafının yüksekliğini, pencerenin genişliğine bölerseniz: 176:56=3,14 çıkar. Ön tarafın yüksekliği 19 desimetredir; bu da, yunan aydönümü yıllarının sayısına eşittir. İki ön köşenin yüksekliği ile, iki arka köşenin yüksekliğinin toplamı ise: (190x2)+(176x2)=732'dir; bu da poitiners zaferinin tarihidir. tezgahın kalınlığı 3,10 santimetre, pencere kornişinin genişliği ise 8,8 santimetredir. tam sayıların yerine onlara denk düşen alfabe harflerini (3 yerine c, 8 yerine h) koyarsak, c10h8'i elde ederiz. bu da naftalinin formülüdür."
"olağanüstü!" dedim, "bütün bu ölçümleri yaptınız mı?"
"hayır," dedi aglie, "jean-pierre adam diye biri, başka bir kulübe üstünde yaptı. sanırım, piyango biletleri satılan bütün kulübelerin boyutları az çok aynıdır. sayılarla ne isterseniz yapabilirsiniz. Diyelim ki, elimde kutsal dokuz sayısı var; ben de 1314 sayısını elde etmek istiyorum, J-acques De Molay'ın yakıldığı tarihtir bu - ne yaparım? 9'u 146 ile çarparım; Kartaca'nın yıkıldığı uğursuz tarih. Bu sonuca nasıl vardım? 1314'ü uygun bir tarih elde edinceye dek, ikiye , üçe, vb. böldüm; sonunda uygun bir tarih buldum. 1314'ü, 6,28 ve 3,14'ün iki katına da bölebilir, böylece 209'u bulurdum. Bergama Kralı I. Attalus'un tahta çıktığı yıldır bu. Görüyorsunuz ya?"

24 Aralık 2008 Çarşamba

Gülün Adı,Umberto Eco


İbn-Hazm'ın sayfaları beni çok etkiledi; aşkı, sağaltımı kendi içinde olan, başkaldıran bir hastalık olarak niteliyordu; çünkü bu hastalığa yakalanan insan sağaltılmayı dilemez; (Tanrı bilir, doğru!) O sabah her gördüğüm şeyin beni niçin böylesine coşkulandırdığını, aşkın, Ancira'lı Basilio'nun da söylediği gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdiğini ve -şaşmaz bir gösterge- böyle bir hastalığa yakalanan kimsenin niçin aşırı bir sevinç gösterdiğini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptığım gibi) kendi kendine olmak istediğini ve yalnızlığı yeğ tuttuğğunu, çevresindeki öteki olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini bağlayan bir şaşkınlığa yol açtığını anladım... İçtenlikli bir sevdanın, sevdiğini görmesi engellendiği zaman sararıp solduğunu, sonunda yatağa düştüğünü, bazan hastalığın beyne
egemen olduğunu, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk şeyler söylediğini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o aşamaya gelmediğim açıktı; çünkü kitaplığı keşfettiğimiz sırada zihnim oldukça uyanıktı). Ama hastalığın kötüye gittiği zaman ölüme yol açabileceğini kaygıyla okudum ve kendi kendime, kızın bana verdiği sevincin, ruhun sağlığına gereken ilgiyi göstermeksizin, bedenin yüce bir biçimde kurban edilmesine değip değmeyeceğini sordum.

(...)

Daha sonra, Ermiş Hildegard'ın bazı sözlerinden o gün duyduğum ve kızın yokluğundan kaynaklanan tatlı acı duygusuna yorduğum hüznün, cennetteki o uyumlu ve kusursuz durumundan ayrılan bir insanın duyduğu duyguya tehlikeli bir biçimde benzediğini, bu "nigra et amara" karasevdanın, yılan ıslığından ve Şeytan'ın esininden doğduğunu öğrendim. Bu görüşe onun gibi bilgili olan kafirler de katılıyordu çünkü Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi'ye yorulan satırlar ilişti gözüme: Er-Razi, Liber continens'de sevi hüznünü, kurbanını tıpkı bir kurt gibi davranmaya iten kurt hastalığıyla bir tutuyordu. Tanımı boğazımı sıktı: Sevdalıların önce dış görünüşleri değişime uğruyordu; görme yetileri azalıyor, gözleri çukurlaşıyor, gözyaşları tükeniyor, dilleri yavaş yavaş kuruyor ve üstünde kabarcıklar beliriyor, tüm gövdeleri kurumuş, sürekli susuzluk çekiyorlardı; o zaman bütün günlerini yüzükoyun yatarak geçiriyorlar, yüzlerinde ve kaval kemiklerinde köpek ısırığına benzer izler beliriyor, sonunda geceleri tıpkı kurtlar gibi mezarlıklarda dolaşıyorlardı.

20 Ocak 2008 Pazar

Gülün Adı, Umberto Eco



Bir an geldi ki, kendimizi ilk girdiğimiz yedigen salonda bulduk (bu oda, merdiven ağzı orada bulunduğu için tanınabiliyordu); sağa doğru yürüyerek bir odadan ötekine doğru geçmeye çalıştık. Üç odadan geçtikten sonra kör bir duvarla yüzyüze geldik. İki çıkışı olan bir önceki odaya geri döndük; daha önce geçmediğimiz kapıdan geçip başka bir odaya girdik ve kendimizi gene ilk önce girdiğimiz yedigen salonda bulduk.
"Geri döndüğümüz en son odanın adı neydi?" diye sordu William.
Belleğimi zorladım: "Equus albus."
"İyi, şimdi gene onu bulalım." Bu kolay oldu. Oradan, insan geldiği yoldan geri dönmek istemiyorsa, Gratia vobis et pax denen odadan başka geçilecek yer yoktu; oradan, sağda bizi geri götürmeyecek yeni bir geçit bulduk gibi geldi bize. Sonunda bir kez daha In diebus illis'i ve Primogenitus mortuorum'u bulduk (Az önce gördüğümüz odalar mıydı bunlar?), ama en sonunda, daha önce görmediğimizi sandığımız bir odaya vardık: Tertia pars terrae combusta est. Ama o noktada, doğu kulesine göre nerede bulunduğumuzu artık bilmiyorduk.
Lambayı önümde tutarak, bundan sonraki odalara daldım. Ürkütücü boyutlarda bir dev, gövdesi tıpkı bir hortlağınki gibi dalgalanarak, uzayıp kısalarak bana doğru geldi.
"Bir şeytan!" diye bağırdım; birden dönüp kendimi William'ın kollarına atarken az kalsın lambayı düşürüyordum. William elimden lambayı alıp beni yana doğru iterek, bana yüce bir davranış gibi görünen bir kararlılıkla ileri doğru yürüdü. O da bir şey görmüş olmalıydı; çünkü birden durdu. Sonra gene öne doğru yürüyüp ışığı kaldırdı. Katıla katıla gülmeye başladı.
"Amma da saflık . Bir ayna bu!"
"Ayna mı?"
"Evet, benim yiğit savaşçım. Az önce yazı salonunda, gerçek bir düşmanın üstüne öylesine yüreklilikle atıldın, şimdi kendi görüntünden mi korkuyorsun? Kendi görüntünü sana daha büyütülmüş ve çarpıtılmış olarak yansıtan bir ayna bu."
Elimden tutup beni oda kapısının karşısındaki duvarın önüne götürdü. Lambanın şimdi daha iyi aydınlattığı oluklu cam bir levha üstünde, ikimizin kabaca biçimleri bozulmuş, yaklaşıp uzaklaştıkça biçimi ve yüksekliği değişen yansılarımızı gördüm.
"Optikle ilgili bir kitap okumalısın," dedi William, eğlenerek. "Kitaplığı kuranlar hiç kuşkusuz okumuşlar! En iyiler Araplar'ınki. El Hazan, De aspectibus adlı kitabında, kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden sözediyor. Kimi aynalar, yüzeylerinin değiştirilişine göre, en küçük nesneleri bile büyütebilir (benim merceklerim bundan başka nedir?), kimileri imgeleri ters ya da eğik gösterirler ya da bir yerine iki, iki yerine dört gösterirler. Bazıları da, tıpkı bunun gibi, cüceyi dev, devi de cüce gibi gösterir."
"Aman Tanrım!" dedim. "Birinin kitaplıkta gördüğünü söylediği görüntüler demek bunlar!"

28 Ağustos 2007 Salı

Gülün Adı Umberto Eco


Bir an geldi ki, kendimizi ilk girdiğimiz yedigen salonda bulduk (bu oda, merdiven ağzı orada bulunduğu için tanınabiliyordu); sağa doğru yürüyerek bir odadan ötekine doğru geçmeye çalıştık. Üç odadan geçtikten sonra kör bir duvarla yüzyüze geldik. İki çıkışı olan bir önceki odaya geri döndük; daha önce geçmediğimiz kapıdan geçip başka bir odaya girdik ve kendimizi gene ilk önce girdiğimiz yedigen salonda bulduk.
"Geri döndüğümüz en son odanın adı neydi?" diye sordu William.
Belleğimi zorladım: "Equus albus."
"İyi, şimdi gene onu bulalım." Bu kolay oldu. Oradan, insan geldiği yoldan geri dönmek istemiyorsa, Gratia vobis et pax denen odadan başka geçilecek yer yoktu; oradan, sağda bizi geri götürmeyecek yeni bir geçit bulduk gibi geldi bize. Sonunda bir kez daha In diebus illis'i ve Primogenitus mortuorum'u bulduk (Az önce gördüğümüz odalar mıydı bunlar?), ama en sonunda, daha önce görmediğimizi sandığımız bir odaya vardık: Tertia pars terrae combusta est. Ama o noktada, doğu kulesine göre nerede bulunduğumuzu artık bilmiyorduk.
Lambayı önümde tutarak, bundan sonraki odalara daldım. Ürkütücü boyutlarda bir dev, gövdesi tıpkı bir hortlağınki gibi dalgalanarak, uzayıp kısalarak bana doğru geldi.
"Bir şeytan!" diye bağırdım; birden dönüp kendimi William'ın kollarına atarken az kalsın lambayı düşürüyordum. William elimden lambayı alıp beni yana doğru iterek, bana yüce bir davranış gibi görünen bir kararlılıkla ileri doğru yürüdü. O da bir şey görmüş olmalıydı; çünkü birden durdu. Sonra gene öne doğru yürüyüp ışığı kaldırdı. Katıla katıla gülmeye başladı.
"Amma da saflık . Bir ayna bu!"
"Ayna mı?"
"Evet, benim yiğit savaşçım. Az önce yazı salonunda, gerçek bir düşmanın üstüne öylesine yüreklilikle atıldın, şimdi kendi görüntünden mi korkuyorsun? Kendi görüntünü sana daha büyütülmüş ve çarpıtılmış olarak yansıtan bir ayna bu."
Elimden tutup beni oda kapısının karşısındaki duvarın önüne götürdü. Lambanın şimdi daha iyi aydınlattığı oluklu cam bir levha üstünde, ikimizin kabaca biçimleri bozulmuş, yaklaşıp uzaklaştıkça biçimi ve yüksekliği değişen yansılarımızı gördüm.
"Optikle ilgili bir kitap okumalısın," dedi William, eğlenerek. "Kitaplığı kuranlar hiç kuşkusuz okumuşlar! En iyiler Araplar'ınki. El Hazan, De aspectibus adlı kitabında, kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden sözediyor. Kimi aynalar, yüzeylerinin değiştirilişine göre, en küçük nesneleri bile büyütebilir (benim merceklerim bundan başka nedir?), kimileri imgeleri ters ya da eğik gösterirler ya da bir yerine iki, iki yerine dört gösterirler. Bazıları da, tıpkı bunun gibi, cüceyi dev, devi de cüce gibi gösterir."
"Aman Tanrım!" dedim. "Birinin kitaplıkta gördüğünü söylediği görüntüler demek bunlar!

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...