Martin Eden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Martin Eden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2012 Salı

Martin Eden - Jack London

Seni budala! Yazmak istedin ve yazmayı denedin, oysa yazacak hiçbir şeyin yoktu. Ne vardı kafanda? Bazı çocukça yaklaşımlar, olgunlaşmamış hisler, hazmedilmemiş bir sürü güzellik, kapkara bir cahillik yığını, patlayacak kadar aşkla dolmuş bir yürek, aşkın kadar büyük ve cehaletin kadar yararsız bir tutku. Yine de yazmak istedin! Oysa, yazacak bir şeyler bulmanın eşiğindesin daha. Güzellikler yaratmak istedin ama, güzelliğin doğası hakkında hiçbir şey bilmezken bu nasıl olacaktı? Yaşamın temel niteliklerini bilmezken, yaşam hakkında yazmaya kalktın. Dünya ve varoluşun düzeni hakkında yazmak istedin, oysa senin için dünya bir Çin bilmecesinden farksızdı ve bilgisizliğini kâğıda dökebilirdin ancak. Ama neşelen Martin, evladım. Yazmayı başaracaksın. Bir şeyler öğrendin, az bir şeyler; daha fazlasını öğrenme yolunun başındasın. Bir gün, şanslıysan eğer, bilinecek her şeyi öğrenmeye çok yaklaşacaksın. O zaman yazabilirsin. 

Basılan onca şeyin ne kadar ölü olduğuna şaştı. Bu yazılara hiç ışık, hayat ve renk değmemişti. Hiçbir canlılık yoktu yazılarda. Yine de satın alınmışlardı; gazete kupüründe söylendiğine göre, kelimesi iki sent, bin kelimesi yirmi dolara. Sayısız kısa hikâye bulunması çok garip geldi ona; kolay okunan ve iyi kurulmuş hikayelerdi ama, hiç de canlı ve gerçekçi değillerdi. Hayat çok tuhaf ve şahaneyken; bir sürü sorun, hayaller ve kahramanca çabalarla doluyken, bu hikâyeler sadece sıradan olayları konu alıyordu. Martin hayatın gerilim ve zorluklarını, ateş ve terini, vahşi başkaldırılarını duyumsamıştı; asıl bunlar hakkında yazmak lazımdı! Kırık umutlar peşinde koşan liderleri, çılgın âşıkları; gerilim ve zorluklar altında, dehşetin ve trajedilerin ortasında savaşarak, çabalarının gücüyle dünyayı sarsan devleri onurlandırmak istiyordu. Oysa dergilerdeki kısa hikâyeler sadece Mr. Butler’ları, sefil dolar avcılarını, sıradan erkek ve kadınların küçük aşk maceralarını onurlandırmanın peşindeydi sanki. Acaba, dergilerin editörleri sıradan insanlar olduğu için mi böyleydi? Bu yazarlar, editörler ve okurlar hayattan korkuyor muydu?

Cennetteki azizler ancak güzel ve temiz olabilirlerdi elbette. Ama ya çamur içindeki azizler? Bitmek bilmez harikalar onlardaydı işte. Hayatı yaşanmaya değer kılan şey buradaydı: Düşkünlüğün lağım çukurundan yükselen büyük ahlaki değerleri görmek; üzerinden çamur damlayan gözlerle ayağa kalkıp, uzaklardaki solgun güzelliğe bakmak; zayıflık, güçsüzlük, kokuşmuşluk ve hoyratlığın içinde kuvvetin, hakikatin ve yüce ruhsal ihsanların doğması." Tayfun, hayat alengirli, fırfırlı, yanardönerli, janjanlı bir şeydir demiştim ben zaten. Bak, koca London da aynı şeyi söylüyor. Biliyoz da söylüyoz heralda! :)

28 Ağustos 2007 Salı

Martin Eden -Jack London


Bu şekilde sözünüzü kestiğim için özür dilerim bayan. Sanırım bu tür konulardan pek anlamadığım bir gerçek. Benim sınıfıma ait değil bunlar. Fakat öğreneceğim. "

Sözleri sanki bir tehdit gibiydi. Sesi kararlı çıkıyor, gözleri parlıyordu, yüz hatları sertleşmişti. Kıza adamın çenesinin açısı değişmiş gibi geldi, ucu nahoş bir şekilde saldırgan görünüyordu. Aynı zamanda adamdan yükselen yoğun bir erkeklik dalgası gelip onu sarmış gibiydi.

"Sanırım bunları... öğrenebilirsiniz," diye gülerek sözlerini bitirdi. "Çok güçlüsünüz."

Bakışları bir an kaslı, bir boğanınki kadar kalın, güneşte bronzlaşmış, her yerinden sağlık ve güç fışkıran boyna takıldı. Adam karşısında kızarmış, aciz görünüyordu ama yine de ona doğru çekildiğini hissetti. Zihnine hücum eden uygunsuz bir düşünceyle şaşkına döndü. İki elini bu boynun üstüne koyabilse bütün kuvvet ve canlılık ona geçecekmiş gibi geliyordu. Yaradılışında var olan, hayali bile kurulmamış bir ahlaksızlık ortaya çıkıyordu sanki. Üstelik ona göre kuvvet, kaba ve hayvani bir şeydi. İdealindeki erkek güzelliği hep ince bir zarafet olmuştu. Ama düşünce devam ediyordu. Bu güneş yanığı boyna dokunmayı arzulaması onu çılgına çeviriyordu. Aslında sağlıksız bir bünyeye sahipti, hem bedeninin hem de zihninin kuvvete ihtiyacı vardı. Fakat bunun farkında değildi. Bildiği tek şey, daha önce hiçbir erkeğin berbat grameriyle onu dehşete düşürüp duran bu adam kadar etkilemediğiydi.

"Evet, sakat değilim," dedi adam. "Zorda kaldım mı hurda demiri bile sindirebilirim. Fakat şimdi, anlattıklarınızın çoğunu hazmedemiyorum. Bu konuda hiç eğitim görmedim, anlarsınız. Kitaplardan ve şiirlerden hoşlanırım, zaman buldukça da okurum ama okuduklarım hakkında sizin gibi düşünmemiştim hiç. Bu yüzden onlar hakkında konuşamıyorum da. Tanımadığı bir denizin ortasında haritasız, pusulasız kalmış bir gemici gibiyim. Şimdi bu eksikliklerimi gidermek istiyorum. Belki de siz beni yola koyarsınız. Tüm bu konuştuklarınızı nasıl öğrendiniz?"

"Okula giderek sanırım ve çalışarak," diye cevapladı kız.

Adam "Ben de çocukken okula gitmiştim," diye itiraz edecek oldu.

"Evet, fakat ben liseden, derslerden, üniversiteden söz ediyorum."

"Üniversiteye mi gittiniz?" diye sordu içten bir şaşkınlıkla. Kızın kendisinden en az bir milyon mil uzaklaştığı hissine kapıldı.

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...