25 Temmuz 2008 Cuma

Victor Hugo-Sefiller


Jan Valjan kaçarcasına kasabadan çıktı. Rastgele yürüyordu. Dönüp dolaşırken yine aynı yere geldiğinin farkında bile değildi. Öğleye kadar süratle yürüdü.

Yeni birtakım hisler zihnini karıştırıyordu. Hiddetliydi. Ama kime karşı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Şimdiye kadar uğradığı haksızlıklar karşısında büyük bir sarsıntı içindeydi. Ama ya Piskopos?...

Piskopos'un yaptıklarını düşündükçe: "Keşke hapishaneye götürselerdi, keşke..." diye mırıldanıyordu. Birden çocukluk günlerini hatırladı. Ne zamandan beri çocukluğu hiç aklına gelmemişti. Bu sırada burnuna bir çiçek kokusu geldi. Evet, tıpkı çocukluk günlerinde olduğu gibi... Çiçekler aynı kokuyordu, ya çektiği acılar. Çiçekler ve acılar... Ne kadar zıt şeyler Yarabbi...

Yeni yeni fikir dalgaları sarıyordu etrafını... Dağlar gibi dalgaların arasında, yüzen bir fındık kabuğu gibiydi.

Güneş batarken, Jan Valjan bir çalının arkasında oturuyordu. Düşünüyordu. Ufukta yalnız Alp Dağları görünüyordu. Etrafta ne köy ve ne de kasaba vardı. "D" kasabasından iki saat uzaklaşmıştı şimdi...

Düşünceleri arasında bocalarken, neşeli bir çocuk sesi kulağını doldurdu. Başını çevirdi, on yaşlarında bir köylü çocuğu... Torbası arkasında, şarkı söyleyerek yol boyu gidiyordu. Dizleri, pantolonunun yırtık yerlerinden dışarıya çıkmış, neşeli bir çocuk... Çocuk arasıra durup, elindeki paraları havaya atıyor, sonra tutuyordu. Jan Valjan'ın bulunduğu çalının yanına kadar geldi. Yine durdu. Parasını havaya attı, tuttu. Tekrar attı, elinin üstünde tutmaya çalıştı. Fakat birini düşürdü. Düşen para yuvarlanarak çalının yanına kadar gitti ve tam Jan Valjan'ın ayağının dibinde durdu. Jan Valjan derhal ayağını üzerine koydu. Çocuk parasının arkası sıra çalılığa yürüdü. Jan Valjan'ı gördü ama ürkmedi.

Etrafta kuşların hafif sedalarından başka hiçbir ses işitilmiyordu. Çocuk cahilliğin verdiği bir cesaret ve masumluğun verdiği saflıkla Jan Valjan'a seslendi:

Efendi, paramı verin!

Senin ismin nedir?

Küçük Jerve, Efendim.

Yıkıl oradan!

Efendi, paramı verin!

Jan Valjan kaşlarını çattı. Çocuk ısrar etti:

Efendi, paramı!...

Jan Valjan gözlerini yere dikti. Çocuk yine bağırdı:

Paramı!... Beyaz paramı!... Gümüş paramı!...

Jan Valjan duvar gibi duruyordu. Çocuk hazinesinin üzerine basmış olan adamın yakasına sarıldı:

Paramı isterim, paramı!


Ağlıyordu. Jan Valjan başını kaldırdı. Gözlerinde bir bulanıklık görünüyordu. Çocuğa hayretle baktı, sonra elini sopasına uzatarak, vahşi bir hayvan gibi kükredi:

Kim var orada?

Benim, Efendi, Küçük Jerve! Ben! Ben! Rica ederim, paramı!...

Çocuk iyice hiddetlenmişti:

Ne yapıyorsunuz? Ayağınızı kaldıracak mısınız? Kaldırın bakalım!

Hala buradasın! Defol!

Sonra ayağını oynatmaksızın ayağa kalktı:

Gidecek misin bücür, ha!...

Çocuk ürkmüş, korkuyla adamın yüzüne bakıyordu. Cesareti birden sıfıra indi, sıtmalılar gibi titriyordu. Yaydan kurtulan ok gibi fırladı. Can havliyle koşmaya başladı. Biraz ilerde durdu. Jan Valjan onun ağladığını duyuyordu. Bu sırada güneş batmış, etrafı bir gölge gibi alaca karanlık kaplamıştı...

Jan Valjan hala ayakta, kıpırdamadan duruyor, gözleri sabit bir noktada düşünüyordu. Birden, ani bir titreme ile kendine geldi. Şapkasını alnı üzerine indirdi. Ceketini iliklemek istedi. Vazgeçti. Bir adım atıp, sopasını almak üzere yere eğildi.

Gözü paraya ilişti. Parayı görünce titremesi iyice arttı. Tıpkı elektrik cereyanına tutulmuş gibi, "Bu nedir?" diyerek dehşetinden üç adım geriye sıçradı. Alaca karanlığın içinde parlayan para, tıpkı kendisine bakan bir insan gözüydü. Bir müddet bakakaldı. Sonra birden fırlayıp parayı eline aldı ve ufkun her tarafına göz gezdirmeye başladı. Vahşi bir canavar gibi, titremeye devam ediyordu.

Hiçbir şey göremedi. Ufuktan menekşe renginde birtakım dumanlar çıkıyordu. "Ah!..." dedi içinden. "Ah!...". Ah dedikçe içinden de dumanlar çıkıyordu sanki. Çocuğun gitmiş olduğu tarafa koştu. Biraz gidip durdu. Etrafına bakındı, bir şey göremeyince sesinin çıktığı kadar bağırdı:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Sustu, kulak verdi. Ovada vahşi bir sükut ve tenhalık vardı. Yalnızlık ve boşluk... Ve, boşluğun içinde sesi kaybolan Jan Valjan...

Sessizlikle beraber soğuk bir rüzgar esiyordu. Rüzgarla sallanan küçük çalılar ufacık dallarını delicesine sallayıp çıtırdıyor... Sanki dallar canlanmış, birbirlerini korkutuyor ve kovalıyorlardı.

Türlü düşüncelerle bazen yürüyor, bazen koşuyor ve birkaç adımda bir durup sonra böğürür gibi:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Diye var gücüyle bağırıyordu. Biraz sonra hayvanına binmiş giden bir papaz rastgeldi.

Papaz Efendi, Papaz Efendi!...

Diye bağırdı. Medet umar gibi, bir çocuğun geçip gittiğini görüp görmediğini sordu. Papaz donuk donuk cevap verdi:

Hayır.

Küçük Jerve isminde bir çocuk.

Kimseyi görmedim.

Jan Valjan titrek elleriyle kesesinden iki adet beş franklık çıkardı. Papaza uzatarak yalvarır gibi:

Papaz Efendi, bunları fıkaraya veriniz. Bu civarlardan bir çocuktu. Arkasında bir torbası vardı. Buradan geçiyordu. Biraz evvel bir çocuk, belki bilirsiniz.

Bilmiyorum.

Küçük Jerve isminde kimseyi tanımıyor musunuz? Bu civarlardaki köylerden değil midir? Bana haber verebilir misiniz?

Jan Valjan iki beş franklık daha uzattı.

Fukaraya vermek için...

Sonra bütün şaşkınlığı ile beraber haykırmaya başladı:

Ah!... Efendim!... Beni polise veriniz. Ben hırsızın biriyim.

Papaz ürkmüştü. Büyük bir korku ile hayvanını kamçılayıp uzaklaştı. Jan Valjan da koşmaya başladı. Bağıra, çağıra hayli yol aldı. Adam zannettiği şeylere, kurtarıcı gibi koşuyor, fakat yanlarına varınca onların çalı ve taş yığınları olduğunu görüyordu. Nihayet üç yolun ağzından durdu. Gözlerini uzaklarda gezdirerek son defa: "Küçük Jerve! Küçük Jerve! Küçük Jerve!" diye bağırdı. Boğuk sesi, soğuk ve rüzgarlı havanın içinde kaybolup gitti. Artık bağırmıyordu da, "Küçük Jerve" diye inliyordu. Vicdanının üzerine pek ağır bir yük konmuş gibi, dizleri titremeye başladı. Kendinden geçmiş, yanıbaşında bulunan büyük bir taşın üzerine yıkılarak oturdu. Yüzünü, iki dizi arasına aldı. Yumruklarını başına dayayarak: "Ben alçak bir adamım! Alçak..." diye bağırdı. Ağladı. On dokuz seneden beri ilk defa ağlıyordu. Hep Piskopos'un güzel sözleri aklına geliyordu. "Namuslu adam olacağınızı bana vadettiniz. Ruhunuzu satın alıyorum. Onu kötülüklerden ayırıp, Tanrıya veriyorum."

Ayağa kalktı. Sarhoş bir adam gibi gidiyordu. Gözleri bulanıktı. Düşüncelerinin bulanıklığı ise geçiyordu. "Ya insanların en iyisi veya en fenası olmak... Ya Piskopos'un üst tarafına çıkmak veya bir caniden aşağıya inmek... Ya bir melek veya bir şeytan olmak..."

Küçük Jerve'nin parasını çalmıştı. Ne için? Kendisi de bilmiyordu. Artık karanlığı bir tarafa, nuru da bir tarafa ayırmak lazım; gece ve gündüzün ayrıldığı gibi.

Kendini seyreder gibiydi. Gözünün önünde bir hayal görüyordu. Kürek mahkumu Jan Valjan, etiyle kemiğiyle, elindeki sopası, arkasındaki çalınmış şeylerle dolu çantasıyla ve karanlık fikirleriyle beraber gözünün önünde görüyordu. O Jan Valjan'ı, o korkunç çehreyi, gerçekten gördü. Neredeyse "Bu adam da kim?" diye soracaktı. Ürkmüştü ondan. Kendi kendisi ile yüz yüze gelip, hesaplaşıyordu. Bir ara muayene edenin kim olduğuna baktı. Birden karşısında Piskopos'u gördü. Gözleri önünde canlanan bu iki şahısa tek tek baktı. Piskopos bir nur gibi gittikçe büyüyüp parlarken, Jan Valjan ise ufalıp, sönüyordu. Biraz sonra Jan Valjan'ın yerinde yalnız bir gölge kaldı. Sonra da kayboldu. Şimdi ortada yalnız Piskopos bulunuyordu. Ve Piskopos'un hayali bütün ruhunu doldurdu. Öyle ki, bu durum karşısında kadın gibi hisli, çocuk gibi aciz ve ağlıyordu... Gözyaşlarıyla beraber zihninde, bir sabah açılmaya başladı. Garip bir sabah, karanlığa inat bir sabah, ilkbahar gibi tazelik, canlılık...

Kaç saat böyle durup ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bu soruları cevaplayabilmek için Jan Valjan'ı gören olmadı. Yalnız bir arabacı, Piskoposhane'nin önünde bir adamı, diz çökmüş, dua ederken gördü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...