27 Aralık 2008 Cumartesi

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin ( bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp ratlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.
...
Uzan bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.
...
Peki hayatı önemsemeyeceksek, neyi önemseyeceğiz? Hayat yüce Tanrının asla iki kere bağışlamadığı tek nimettir.
...
"Gönül vermişsen bir köpeğin kıçına
Sanırsın sanki kıç değil, benzer gülistana."
...
Nasıl ki zeki bir insan, bir başka zeki insana aptal görünmekten korkmazsa, seçkin bir adam da, seçkinliğinin, büyük bir soylu tarafından değil, kaba saba bir köylü tarafından anlaşılmamasından korkar. Dünya kurulduğundan beri insanların göze aldığı zihinsel çabaların ve bol keseden savurdukları kibirli yalanların dörtte üçü, kendilerinden daha aşağı seviyede bulunan kişiler uğruna harcanmıştır ve aslında kendilerini küçültmekten başka işe de yaramamıştır.
...
Swaan, birlikte vakit geçirdiği kadınları güzel bulmaya çalışmaz, güzel bulduğu kadınlarla birlikte vakit geçirmeye gayret ederdi.
...
Gençlikte, aşık olduğumuz kadının kalbine sahip olmayı hayal ederiz; daha ileri yaşlarda, bir kadının kalbine sahip olduğumuzu hissetmek, ona aşık olmamıza yetebilir.
...
İki sevgiliden birinin aşırı derecedeki sevgisini göstermesi, diğerini, yeterince sevmekten temelli bağışık tutar.
...
Zihnini asla yaklaştırmadığı bir alan, düşüncelerini, önünden geçmesinler diye, gerekirse uzun, dolambaçlı bir mantık çizdirerek uzaklaştırdığı bir bölge vardı: mutlu günlerin anılarının bulunduğu bölge.
...
Açık vermek istemediği insanların yanında hep erdemli görünen ahlaksız kişi, boyutlarındaki sürekli artışı kendisinin fark edemediği ahlaksızlıklarının, giderek kendisini normal yaşayışların ne kadar dışına çıkardığını kestirecek ölçüden yoksundur.
...
Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer!
...
Bizi hep üzmüş olan bir insanın davranışlarının samimi olmamasını arzu etsek de, bu davranışların geleceğe tuttuğu ışık karşısında arzumuzun eli kolu bağlanır ve söz konusu insanın gelecekteki davranışlarının ne olacağını arzumuza değil, bu ışığa sormamız gerekir.

Swann'ların Tarafı,Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust

"Alışkanlık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çekmesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkanlarıyla sınırlı kalan zihnimizin, bize içinde yaşanabilecek bir barınak sunamayacağı için, herşeye rağmen bulduğu zaman sevindiği, o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!"

"Hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından bakıldığında bile, insan, herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği, maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz, başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir."

"Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için, acırdı."

"Ne faziletler var ki Tanrım, bizi nefret ettirdin! Ne kadar güzel!"




25 Aralık 2008 Perşembe

Bir kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar

Rivayet ederler ki, Taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. Bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. Kederi artıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. Onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. Çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, Pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. Gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar çoştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. Sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. Papağan uöup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona ona sihirbazın davetini iletti. Görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. Sihirbaz ona bir camgöz verdi.Adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırlatıldığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. Adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. Fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. Bu yüzden sihirbaz onu sarayında kırk gün ağırlamaya karar verdi. Gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. Günler ve gecelerce kadını düşündü taşındı. Sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri dönü. Kadın, o sırada içeride kendini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. Böylece adam kadını doya doya seyretti. Ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı.Bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. Fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. İntikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtı;p dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. Resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. Sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Bir başka kör hikayesi,Kitab-ül Hiyel,İhsan Oktay Anar


“Rivayet ederler ki vaktiyle Bağdat’ta bir hırsız yaşıyordu. Fakat mesleğinde o kadar beceriksizdi ki, çalıp çırpmak için gece yarısı girdiği evlerde, zifiri karanlık nedeniyle sehpalara, taburelere çarpıp deviriyor, uyuyan kedilerin ve maymunların kuyruklarına basıp bağırtıyor, yerde yatan insanlara takılıp tökezliyordu. Sonunda hem yakayı ele verip sopa yiyor, hem de ekmeğini kazanamadığından aç kalıyordu.

Gecelerden bir gece sihirbazın birinin sarayına gizlice girdi. Ancak saraydaki cinlerden birinin kuyruğuna basınca sihirbaz uyandı ve bu beceriksiz hırsızın haline kahkahalarla güldü. Hırsız aman dileyince ona acıdı ve bir dilek dilemesini istedi: Böylece o, sihirbaza, kendisine karanlıkta görme gücü vermesini, çünkü kedilerin kuyruklarına basıp baldırlarını tırmalatmaktan usandığını söyledi.Bu dileği bir şartla kabul edildi. Hırsız karanlıkta görecek ama ışıkta göremeyecekti. Yani insanlar için karanlık neyse hırsız için de ışık o olacaktı.

Adam bu şartı kabul eder etmez karanlıkta tıpkı bir baykuş gibi görmeye başladı. O gece hiçbir yere takılıp sendelemeden tam beş evi soydu ve ağzına kadar altın gümüşle dolu çuvalı evine taşırken güneş yükseliverdi: Zavallı hırsız, gün doğar doğmaz bir kör olmuştu. El yordamıyla evine gitti. Verdiği karara bin pişman olarak, gece olunca sihirbazın sarayına tekrar vardı ve ondan içine düştüğü zor durumdan kendisini kurtarmasını rica etti. Haline acıdığı için sihirbaz ona büyülü bir fener verdi. Fener ışık yerine karanlık saçarak onun gündüzleri de görmesini sağlayacaktı. Ama bu kez, onun saçtığı karanlık nedeniyle çevrede buluna diğer insanlar hiçbir şey göremeyeceklerdi.

Aldığı bu hediyeye sevinen hırsız, gündüzleri meyhaneye bu fenerle gidip gelmeye başladı. Gelgelelim, onun yaydığı karanlık nedeniyle yarenleri hırsızı görüp tanıyamadılar. Bütün bunlardan sonra o, karanlıkta kendisi görürken arkadaşlarının onu göremeyeceğini, aydınlıkta da arkadaşları onu görürken kendisinin onları göremeyeceğini anlayıverdi.

Sonunda para pul hırsı nedeniyle yapayalnız kaldığını kavradı. Böylece altın ve gümüşler içinde, ama tek başına, mutsuz bir hayat sürdü.

Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar



“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
ve hiçliğin üzerinde dünyayı asar”

İçinde babası Uzun İhsan Efendi olduğu halde, Galata rıhtımında bıraktığı fıçının bir gemiye yükleneceğinden ve bu geminin de ertesi sabah Cebelitarık’a doğru yelken açacığından habersiz olan Bünyamin, tam gece yarısı Ebrehe’nin huzurundaydı. Hınzıryedi efendisinin elini öptükten sonra çekip gitmişti. Bulundukları elkimya odasındaki civa buharı ve kükürt dumanı delikanlıyı oldukça rahatsız ediyordu. Oda da üç kişi çalışıyordu. Bunlardan biri odadaki üç zosimos ocağından birinin başında bir imbiğe zaç yağı dolduruyor, öteki ise zemindeki gübre havuzunda beklettiği zincifrenin yeterince mayalanıp mayalanmadığını denetliyordu. Buyurgan tavrına bakılırsa kıdemce onlardan üstün olduğu anlaşılan üçüncüsü ise adamların yaptığı işlerin yolunda gidip gitmediğini inceliyor ve yeri geldikçe emirler vererek onları yönlendiriyordu. Duvarlarda ki raflarda, sülyen, şap, mürdesenk, havacıva, göztaşı, tebeşir, zincifre ve daha nice maddeyle dolu kavanozlar sıralıydı. Zaç yağı, kezzap, tizap ve tuzruhu ise cam şişelerde muhafaza ediliyordu. Ocakların üzerindeki imbikler, erişilmek istenen maddenin doğup ortaya çıkmasını kolaylaştırmak için dölyatağı şeklinde imal edilmişlerdi. Ebrehe, gördüklerinden etkilenmişe benzeyen Bünyamin’e,

- Geldiğinden beri bu tuhaf mekanın nasıl bir yer olduğunu merak ediyorsun herhalde dedi. Belki de burada altın yapmayı amaçladığımızı sanıyorsun. Öyle değil mi?

Delikanlı,

- Bundan pek o kadar emin değilim diye cevap verdi, ‘Altını kazanmak ya da gaspetmek mümkün iken sizin böyle bir işe girişeceğinizi sanmıyorum.’

- Çok şey biliyormuş gibi konuşuyorsun. Ancak fazlasıyla silik birisin. Ağzından çıkan sözler beni şaşırtıyor, sanki biri bu sözleri kulağına fısıldıyor gibi. Kim bilir belki de birinden ilham alıyorsun.

Bünyamin’in aklına nedense babası Uzun İhsan Efendi geldi. Elkimya cehenneminden bir an önce gidip, rıhtımda babasını kurtarmak istiyordu. Ama içindeki bir dürtü onu, Ebrehe’nin amaçlarını öğrenmeye zorlamaktaydı.

- Peki burada ne elde etmeye çalışıyorsun diye sordu.

Büyük efendinin neşesi yerine gelmişti. Bu soruyu işitince gözleri parladı ve delikanlıya,

- Tabiatta yedi çeşit cisim olduğunu bilirsin mutlaka dedi. Ancak, altın, gümüş, kükürt, kalay, bakır, kurşun ve harısiniden ibaret olan bu yedi cisim yanında bir sekizincisinin olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde etmeye çalışıyoruz.

- Elkimyacıların aradığı filozof taşı olmasın bu?

- Hem evet, hem hayır. Fakat birçok bilgin, filozof taşıyla belki de bizim aradığımız şeyi kasdetmiş olabilir.

- Peki sizin aradığınız bu sekizinci cisim ne?

Ebrehe bu soruyu işitince duraksadı. Sanki bir sırrı verip vermemekte tereddüt ediyordu. Neden sonra gülümsedi ve fısıltıyla,

- “Yaratılmamış olan” dedi. “Biz yaratılmamış olanı arıyoruz...”

Bu cevap Bünyamin’i afallattığında, sözlerin bıraktığı etkiyi gören Ebrehe’nin memnuniyeti okunuyordu. Delikanlının kafasını iyice karıştırıp, kendi karanlık gölgesini onun zihnine sokmaya oldukça kararlıydı. Sözlerini şöyle sürdürdü.

- Bu deyim seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum. ‘Yaratılmamış olanı’ anlaman için ‘yaratılmış olan’ ile kesdedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için ‘yaratılmış olan’ kumaş iken, ‘yaratılmamış olan’ ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne ‘yaratılmamış olan’, ipliğe de ‘yaratılmış olan’ diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı ‘yaratılmış olan’ diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için ‘yaratılmamış olandır.’ Elkimyacı için de durum buna benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şekilde zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi, kibritte lap taşından oluşur. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı.

- Elbette varolmayandan yarattı.

- Öyleyse üzerindeki elbise nasıl ki yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna yaratılmamış olan diyoruz.

- Ve onu varlığa getirmeye çalışıyorsunuz.

- Hayır öyle denemez. Zorda olsa, elbiseni iplik haline getirmek ve ipliği de yüne dönüştürmek mümkün. Bu işleme ‘yok etme’ denir. Biz sadece, Tanrı’nın yaratım aşamasını tersine izleyerek, yaratılmamış olana, boşluğa erişmeye çalışıyoruz.

- Onu yeniden, bu kez kendi istediğiniz biçimde yaratmak için mi?

- Hayır. Bize onun kendisine gerekli. Sen hiç ‘boşluğa tapanları’ duydun mu?..

- Boşluğa tapanlar mı?..

- Bunlar bir Frenk tarikatıdır. Yaratılmamış olanın, yani boşluğun gücünü gören insanlar. Onlarla hiçbir ilgisi olmayan Fon Gerike adlı biri tarikat sırlarını keşfettiği için ateş püskürüyorlar. Adını söylediğim bu bilgin Magdeburg’da bir deney yaptı. Madeni iki yarım küreyi birleştirip içindeki havayı tulumbalarla boşaltarak boşluğu meydana getirdi. Böylece yapışan her bir yarımküredeki halkalara altışar at bağlatıp onları kırbaçladı. Tam on iki at, boşluk nedeniyle birbirlerine yapışan iki yarımküreyi ayırmayı başaramadı. Bu da boşluğun gücünü kanıtlar.

- İnanılması gerçekten zor.

- Ama doğru. Bununla birlikte, böylece meydana getirilen boşluk bizim işimize yaramaz. Çünkü biz, daha doğrusu ben, kendisinden dünyanın meydana geldiği asıl boşluğa erişmek istiyorum.

- Peki amaçladığın bu şeye eriştin diyelim. Onu ne yapacaksın?

- İşte şimdi bambaşka bir konuya geçiyoruz. Eline bir taş alıp fırlatırsan ne kadar hızlı gider sence?..

- Benzetmeyle ifade etmek gerekirse, bir kırlangıç kadar hızlı gideceğini söyleyebilirim.

- Peki neden daha hızlı, mesela sonsuz bir hızla gitmez?

- Çünkü o havanın içinde yol alır ve hava ona direnç gösterir. Bu direnç olmasaydı belki sonsuz bir hızla gidebilirdi.

- Şimdi havanın olmadığını ve taşın boşlukta fırlatıldığını farzet. Bu durumda ne diyebilirsin?

- Yoksa sonsuz hızın mı peşindesin?

- Bu soruya cevap vermek için henüz erken. Aristotales Fizik adlı eserinde, boşluğun olmadığını, eğer olsaydı boşlukta yol alan bir cismin sonsuz hıza erişeceğini, bunun da imkansız olduğunu söyler. Oysa bana göre boşluk var. Bunu adım gibi biliyorum. Böylece sonsuz hız da mümkün. Yaratılmamış olanın gücünü görebiliyor musun? Boşluğun gücünü on iki atınkiyle kıyaslamak onu küçültmek sayılır. O sandığımızdan da güçlü. Bu yüzden ona tapanların sayısı hızla artıyor. Yakında belki bütün insanlar boşluğun, dünyanın maddesi, malzemesi olduğunu görecekler.

- Boşluktan, sanki o imbikle damıtılabilir ya da işlem görebilir bir maddeymiş gibi bahsediyorsun.

Doğru bundan eminim.

Ebrehe bıraktığı izlenimden memnundu. Akla sığmaz açıklamalarıyla kafasını karıştırdığı delikanlıyı, üstelik bir de odayı kaplayan cıva buharının sersemlettiğini görüyor, ve gülümsemesinde büyük bir kibir okunuyordu. Şartlar onu her ne kadar kurbanını ağına düşürdüğünü gizlemeye zorlarsa zorlasın, yine de içinde belirsiz bir endişe vardı. Hayatını kurtaran bu delikanlıya gereğinden fazla önem verdiğini hissediyor ama bunun nedenini kendine yeterince açıklayamıyordu. İçinden bir ses ona, avucuna aldığını sandığı delikanlının meçhul bir şey tarafından korunduğunu söylese de, sahip olduğu büyük güçler Ebrehe’nin bu sesi dinlemesine engel oluyordu. Oysa Büyük Efendi hissettiği sıkıntıyı biraz deşseydi, iktidarın acizlik, güçsüzlüğün ise dirim çağrışımlarıyla yüklü olduğunu farkedecek ve Bünyamin’in kendisine karşı taşıdığı üstünlüğü biraz olsun anlayabilecekti.

Sanki tasarlanmış bir oyun gibi, güneşin doğmasına dört saat varken Ebrehe değerlendirmesi zor bir şey yapacaktı. Duvar saatine baktıktan sonra,

- Namaz vakti gelmiş. İzin verirsen sabah namazımı kılmak istiyorum dedi.

Büyük Efendi seccadesini yere serip namazını kılmaya hazırlanırken Bünyamin meseleyi henüz anlayabilmiş değildi. Çünkü odanın kirli havası onu adamakıllı sersemletmişti. Üstelik ocaklardaki ateşin harıltısı, imbiklerin fokurtusu ve Ebrehe’nin dua fısıltıları onun düş ile gerçeği karıştırmasına yol açıp kafasını bulandırmaya devam ediyordu. Biraz olsun kendine gelebilmek için odayı dolaşmaya başladı. Fakat bu sırada gözüne bir şey çarptı. Bu, sırmalı bir Şam kumaşıyla örtülmüş, dört ayaklı ve şekil itibariyle mangalı andıran bir eşyaydı. Bununla birlikte onun mangal olması pek mümkün değildi. Çünkü üzerindeki kumaşın fiatı su içinde en az elli filuri olmalıydı. Sağında şifreli metinleri okumaya yarayan o tuhaf cihaz, solunda ise bir gemici pusulası vardı. Delikanlı önce pusulaya, sonra da namazı kılmaya devam eden Ebrehe’ye baktı. Kafası iyice karışmıştı. Duvar saatine bakmayı akıl ettiğinde ise zihni adamakıllı bulandı. Büyük Efendi ibadetini bitirene kadar, Bünyamin ne kadar düşündüyse de işin içinden çıkamadı. Sonunda ona,

- Namazını yanlış zamanda, yanlış yöne dönerek kıldın. Dedi. Elbette eğer bu pusula ile bu saat bozuk değillerse. Çünkü kıble yerine tam kuzeye secde ettin.

Ebrehe tam da bu sözleri bekliyormuş gibi şaşırmadı. Bununla birlikte delikanlıya bir açıklama yapmaktan kaçınarak,

Bunun üzerinde durmanın sırası değil dedi, Gördüğün her şeyi merak etmeni anlayışla karşılıyorum. Ne var ki soruların cevabını öğrenebilmen için önce buna layık olduğunu göstermen gerekir. İçimden bir ses seni sınava çekmemi söylüyor. Belki de aynı ses sana bütün soruların cevabını fısıldayabilir. Ama belki de böyle bir yola başvurmadan bizzat sen bütün cevapları öğrenebilecek kadar güçlüsündür. Gerçekten güçlü müsün? Herhalde bunu hem sen, hem de ben bilmek istiyoruz. Arzu edersen bunu ölçebiliriz. Şu tezgahın üzerindeki gürzü görüyor musun? Değme babayiğit onu yerinden bile kıpırdatamaz. Sen denemek ister misin?

Sağlam ve sert tahtalardan yapılmış tezgahın başına gittiler. Üzerindeki darbe izleri ve yanıklara bakılırsa uzun yıllardan bu yana ağır işlerde kullanıldığı anlaşılan tezgahta tuhaf bir gürz vardı. Kol boyunda ve iki parmak kalınlığında demirden bir mille, bu milin ucuna raptedilip madeni bir kafesle korunmuş demir bir tekerlekten ibaretti. Tekerleğin ağırlığı yirmi okkadan fazla görünüyordu ve mili üzerinde kolayca döndürülen bu tekerleğe, üzerine sağlam bir ip dolanmış bir kasnak eklenmişti.

Ebrehe çatlak sesiyle,

Haydi! Bu gürzü kaldırmayı dene, diye bağırdı.

Bu iş imkansız görünmesine rağmen Bünyamin denileni yapmaya çalıştı. Fakat kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın başaramadı. Bunun üzerine Ebrehe yardımcılarını çağırdı. Gelen adamlar üç kişi oldukları halde gürzü güç bela kaldırıp, verilen emir üzerine, yanyana duran iki mengeneye milinden sıkıştırdılar. Bu işi başardıktan sonra tavandan sarkan bir zincire asılıp binbir güçlükle çekmeye başladılar. Zincir, tavandaki iki makaradan geçirilip en az yüz elli okka gibi görünen bir kurşun ağırlığa bağlanmıştı. Adamlar bu ağırlığı kaldırınca, Ebrehe gürzün kasnağına sarılı ipin ucunu zincirin halkalarından birine bağladı. Adamlar zinciri bırakır bırakmaz ağırlık düştü ve mengeneye kıstırılmış mile bağlı tekerlek, tıpkı bir topaç gibi fırıl fırıl dönmeye başladı. Ebrehe gürzün milini tuttuktan sonra mengeneleri gevşetti ve ucundaki o ağır tekerlek fırıl fırıl döndüğü halde, Bünyamin’in kaldırmayı başaramadığı bu tuhaf aleti cılız koluyla yavaş yavaş havaya kaldırdı. Fakat delikanlı şaşırmamıştı Ebrehe’ye.

- Göz boyamak için fena yöntem değil dedi, Topaç yasasına göre işleyen bir alet bu. Merkezkaç kuvveti tekerleğin ağırlığını ortadan kaldırıyor. Bu haliyle onu bir çocuk bile kaldırabilir.

Delikanlının küstahça sözleri karşısında Ebrehe’nin gözlerinde bir an şeytanca parıltılar belirmişti. Fakat bu nefret belirtileri göründükleri kadar çabuk kayboluverdiler. O ise, elindeki gürzü adamlarına teslim ettikten sonra eskisi gibi gülümsemeye başlamıştı.

- Senin, tanımadığım biri tarafından meçhul bir amaçla bana gönderildiğini düşünmeden edemiyorum dedi. Sanki söylediğin ve yaptığın her şey, sana o kişi tarafından öğretilmiş. Senin o silik şahsiyetinle sözlerin arasında bir bağ kurmakta zorluk çekiyorum. Hem küstahsın hem de alçakgönüllü. Hem güçsüzsün, hem de ne olduğunu bilemediğim bir üstünlük taşıyorsun.

Bünyamin sordu :

- Güçlü olmayı neden bu kadar çok istiyorsun?

- Elbette herkes gibi varlığımı sürdürmek için.

- Senin yaptığın bir tür tahnitçilik. Güç, ancak ölüleri korur.

- Bu sözler kesinlikle sana ait değil.

- Belki de sahip olduğum hiçbir şey bana ait değil. Zihinsel yeteneklerim de bunun içinde. Oysa sen, tabiatın kuvvetlerine sahip olmayı istiyorsun.

- Evet, haklısın. Dünya benim bir uzantım. Sen sadece kendi bedenini denetleyebilirsin. Oysa ben, uzaklardaki bir insanı, hatta bir kralı bile elimi kullandığım kadar kolay kullanabilirim. İstersem seni kandırabilirim, seninle oynayabilirim. Ama özgür olduğunu görmek hoşuma gidiyor. Zülfiyar gibi her dediğime inansaydın bu kadar zevk duymazdım. Haklısın. Tabiatın bütün güçlerinin sahibi olmayı istiyorum. Bunu bir ölçüde başardım da. Nasıl başardığımı sorsana bana. Sence tabiata etki eden kuvvetler içinde en büyüğü hangisi?

- Emin değilim. Ama sen bunun akıl olduğunu söyleyeceksin galiba.

- Bunlar senin sözlerin değil. Ama önemi yok. Doğru cevabı verdin. Evet, akıl. Ateş dediğimiz güç nasıl ki odunla beslenirse akıl da bilgiyle beslenir ve ben, tahmin edebileceğin çok üstünde bilgiye sahibim. Hatta senin hakkında bile.

Ebrehe şeytanca gülümsüyordu. Bu sözler Bünyamin’i ürkütmüştü. Birdenbire bütün ruhunu saran endişeyi Büyük Efendi’nin anlamamasına imkan yoktu. İçeri adamlar girince, Bünyamin yaka paça derhal bağlanacağını, üstünün aranıp o uğursuz paranın ele geçirileceğini sandı. Oysa Büyük Efendi adamlara, yirmi bir numaralı defteri getirmelerini buyurmuştu.

Defter gelince Ebrehe rasgele bir sayfa açtı. Sol tarafta Frenkler gibi giyinmiş bir adamın resmi görülüyordu. Sağ yaprak ise bir takım anlaşılmaz yazılarla doluydu. Büyük Efendi,

- Bu defterlerden daha yüzlerce var dedi. Eğer bu bilgilere sahip olabilirsen dünyayı yönetebilirsin. Bakalım neymiş. Sanırım ispanya’daki adamlarımın bir listesi. Eşgalleri, ikamet ettikleri yerler, başarıları, başarısızlıkları ve sicilleri. Neler yazıyor, istersen bir bakalım.

Defteri üstü saydam kağıtla kaplı bir kutunun içine yerleştiren Büyük Efendi mumun alevinde tutuşturduğu çırayı kutunun bir deliğine sokar sokmaz saydam kağıt aydınlanıverdi. Kağıt üzerindeki harfler yine karmakarışıktı. Bünyamin’e bu harfleri dikkat etmesini söyledikten sonra kutunun kenarlarındaki 666 adet düğmeyle teker teker oynamaya başladı. Düğmeler döndükçe, kağıt üzerine yansıyan harfler esrarengiz bir şekilde yerlerinden oynuyorlardı. Ebrehe,

Defterin her bir sayfasında 666 harf var diyordu. Düğmeler aynı sayıdaki aynayı harekete geçirerek harflerin kağıt üzerinde doğru yere yansımasını sağlıyor. Fakat bunu başarabilmen için her bir düğmenin hangi rakama getirilmesi gerektiğini bilmen gerekir. Bununla birlikte söz konusu rakamlar gizli de değil. Aklına güvenen herkes bu 666 rakamı bulabilir, elbette eğer bir dairenin çapına oranını ifade eden sayıyı 666 haneye kadar hesaplayabilirse. Eğer bunu başarabilirse hem bütün bilgilerin sahibi, hem de buranın Büyük Efendisi olur. Fakat bu iş bazılarına çok zor geliyor. Zülfiyar hala sayıyı hesaplama peşinde. Ne var ki daha çok işi var. Çünkü henüz ilk altı rakamı bile bulabilmiş değil.

Ebrehe bütün düğmeleri belli rakama getirdikten sonra, saydam kağıt üzerinde Frenk harfleriyle yazılmış bir metin gördü. Büyük Efendi defteri kutudan çıkarıp sayfasını çevirdikten sonra tekrar içeri soktu. Bu defterde gerçekten, İspanya’da bulunan casusların isimleri, yerleri ve sicilleri vardı. Ebrehe, kendi kişisel bilgisini de ekleyerek Bünyamin’e bütün defterleri okudu. Delikanlı da böylece, bulunduğu bu garip mekanın ne amaçla kullanıldığını öğrendi. Büyük Efendi şöyle diyordu :

Sana bu kadar gizli bilgileri, neden anlattığımı merak ediyorsundur elbette. Birinci sebep, benim hayatımı kurtarmış olman. Ondan daha büyük bir ikinci sebep var, fakat bunu sana söylemeyeceğim. Bütün bunları öğrendikten sonra artık kolayca dışarı çıkabileceğini de sanma. Seni buradan hemen bırakmayacağımı biliyorsun. Ne var ki teşkilatta canının sıkılmayacağına eminim. Çünkü burada, dışarıdakinden çok daha büyük bir dünya var. İstediğin yere girip çıkabilirsin. Bununla birlikte, dokunmaman gereken şeyi belki de biliyorsun. Şunu unutma. Burada olan her şeyi bilirim. Boş bir odaya girip kapıyı kapadığın zaman, bil ki mutlaka bir çift göz seni izliyor olacak. Kullandığım bu kelimeler için belki de özür dilemem gerekir. Fakat bunu yerleşmiş bir alışkanlığa ver. Çünkü misafirlerime, hele hele hayatımı kurtaran bir insana daha nazik davranmayı elbette isterdim.

Büyük Efendi bunları söyledikten sonra okuma kutusunun düğmelerini çevirerek ayarını bozdu. Artık harfler birbirinin içine geçmiş, defterdeki yazılar okunamaz olmuştu. Üfleyerek cihazın ışığını söndürdükten sonra, Ebrehe delikanlıya,

- Şimdi seni yalnız bırakıyorum dedi. Belki görüp öğrendiklerin üzerinde düşünmek istersin. Bunun için uzun zamanın olacağından emin olabilirsin.

Ebrehe gittikten sonra Bünyamin elkimya odasında yalnız kaldı. Burada neden bulunduğuna, hangi akla hizmet bu uğursuz mekana geldiğine açık bir cevap veremiyor, bilinmedik bir dürtünün sanki kendisini yönettiği sanısına kapılıyordu. O anda kendisinin, rüyalarında sık sık gördüğü yeniçerilerden biri olduğunu, karanlık bir sis içinde onlar gibi düş misali dlaştığını düşündü. Ancak bu, belirsiz bir düş olmalıydı. Kendisini bir kahraman gibi hissediyordu ama, Ebrehe’nin dediği gibi fazlasıyla silikti ve küstahca verdiği cevapları sanki birisi kulağına fısıldamıştı. Kendisine yol gösteren bu fısıltıyı tanır gibiydi. Babasının sesine benziyordu ve sanki her yere nüfuz etmişti. Bünyamin, elinde olmaksızın, zavallı babasının ta baştan beri büyük bir oyun oynadığını, karnından konuşanlar gibi su şırıltısından gök gürültüsüne, acı feryatlarından zevk inlemelerine, esnaf bağırtılarından savaş naralarına kadar bütün sesleri taklit ettiğini ve meddahlar gibi sesini kılıktan kılığa sokarak herkesi konuşturduğunu düşündü. Bu marazi düşünceler onu adamakıllı yorduğunda bir sedire oturup içinde bulunduğu durumu tartmaya çalıştı. Kendisini bitkin hissediyordu ama tuhaf bir bitkinlikti bu. Sanki bedenindeki gücün sahibi kendisi değildi ve karşı gelemeyeceği bir şey, belki de ona yorulmasını emretmişti.

Birdenbire odada yalnız olmadığını hissetti. Sedirden kalkıp odayı aramaya başladı, ama hiç kimseyi göremedi. Gözlerinde yaşlar belirmişti.

- Baba! dedi. Babacığım! Sen misin?

Fakat bu soruya cevap veren olmadı. Bünyamin hıçkıra hıçkıra ağlayarak,

- Beni buradan kurtar baba! dedi. Ben kahraman değilim, olamam da!

Delikanlı katıla katıla ağlamaya başlamıştı. Sedire kapanıp o kadar çok gözyaşı döktü ki, sonunda iyice bitkin düştü. Uyumak üzere olduğunu anladığında düş görmemek için dua etti. Buna rağmen, dalıp gittiğinde tıpkı kendisine benzeyen silik ve belirsiz düşler gördü...

Gülün Adı,Umberto Eco


İbn-Hazm'ın sayfaları beni çok etkiledi; aşkı, sağaltımı kendi içinde olan, başkaldıran bir hastalık olarak niteliyordu; çünkü bu hastalığa yakalanan insan sağaltılmayı dilemez; (Tanrı bilir, doğru!) O sabah her gördüğüm şeyin beni niçin böylesine coşkulandırdığını, aşkın, Ancira'lı Basilio'nun da söylediği gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdiğini ve -şaşmaz bir gösterge- böyle bir hastalığa yakalanan kimsenin niçin aşırı bir sevinç gösterdiğini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptığım gibi) kendi kendine olmak istediğini ve yalnızlığı yeğ tuttuğğunu, çevresindeki öteki olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini bağlayan bir şaşkınlığa yol açtığını anladım... İçtenlikli bir sevdanın, sevdiğini görmesi engellendiği zaman sararıp solduğunu, sonunda yatağa düştüğünü, bazan hastalığın beyne
egemen olduğunu, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk şeyler söylediğini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o aşamaya gelmediğim açıktı; çünkü kitaplığı keşfettiğimiz sırada zihnim oldukça uyanıktı). Ama hastalığın kötüye gittiği zaman ölüme yol açabileceğini kaygıyla okudum ve kendi kendime, kızın bana verdiği sevincin, ruhun sağlığına gereken ilgiyi göstermeksizin, bedenin yüce bir biçimde kurban edilmesine değip değmeyeceğini sordum.

(...)

Daha sonra, Ermiş Hildegard'ın bazı sözlerinden o gün duyduğum ve kızın yokluğundan kaynaklanan tatlı acı duygusuna yorduğum hüznün, cennetteki o uyumlu ve kusursuz durumundan ayrılan bir insanın duyduğu duyguya tehlikeli bir biçimde benzediğini, bu "nigra et amara" karasevdanın, yılan ıslığından ve Şeytan'ın esininden doğduğunu öğrendim. Bu görüşe onun gibi bilgili olan kafirler de katılıyordu çünkü Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi'ye yorulan satırlar ilişti gözüme: Er-Razi, Liber continens'de sevi hüznünü, kurbanını tıpkı bir kurt gibi davranmaya iten kurt hastalığıyla bir tutuyordu. Tanımı boğazımı sıktı: Sevdalıların önce dış görünüşleri değişime uğruyordu; görme yetileri azalıyor, gözleri çukurlaşıyor, gözyaşları tükeniyor, dilleri yavaş yavaş kuruyor ve üstünde kabarcıklar beliriyor, tüm gövdeleri kurumuş, sürekli susuzluk çekiyorlardı; o zaman bütün günlerini yüzükoyun yatarak geçiriyorlar, yüzlerinde ve kaval kemiklerinde köpek ısırığına benzer izler beliriyor, sonunda geceleri tıpkı kurtlar gibi mezarlıklarda dolaşıyorlardı.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Peter Handke



Kapıda, berberde çalışan iki kızla karşılaştı. Onları kendisiyle birlikte başka bir kahveye gelmeye davet etti. İkinci kız, oradaki otomatik pikapta hiç plak olmadığını söyledi. Bloch ona, ne demek istediğini sordu. Kız, pikaptaki plakların işe yaramaz olduğunu anlattı. Bloch önden dışarıya çıktı, kızlar da peşinden gittiler. İçecek bir şeyler ısmarlayıp sandviç paketlerini açtılar. Bloch öne eğilip onlarla konuşmaya başladı. Kızlar ona kimlik kartlarını gösterdiler. Kartların plastik kaplarına dokunur dokunmaz elleri terlemeye başladı. Kızlar ona asker mi olduğunu sordular. İkinci kızın o akşam bir şirket tanıtmacısıyla randevusu vardı; ama dördü birlikte gitseler daha iyi olurdu, çünkü iki kişi olduklarında konuşacak bir şey olmuyordu. "Dört kişi olunsa birisi bir şey der, sonra başka birisi. İnsan biribirine fıkra anlatır." Bloch, ne yanıt vereceğini bilemedi. Yandaki odada bir bebek yerde emekliyordu. Bir köpek sıçrayarak çocuğun çevresine dolanıyor ve onun yüzünü yalıyordu. Tezgâhın üstündeki telefon çalmaya başladı, o çaldığı sürece Bloch söylenenleri dinlemedi. Kızlardan biri askerlerin genellikle hiç paraları olmadığını söyledi. Bloch bunu yanıtlamadı. Kızlar, o ellerine bakınca, tırnaklarının saç spreyi yüzünden bu denli kara olduğunu söylediler. "Boyamak fayda vermiyor, uçları hep kara kalıyor." Bloch başını yukarıya kaldırdı. "Giysilerimizi hazır alırız." "Birbirimizin saçını yaparız." "Yazın eve döndüğümüzde tan ağırıyor olur." "Ben ağır dansları yeğlerim." "Eve dönerken eskisi denli çok şaka yapmıyoruz artık, o zaman insan konuşmayı unutuyor." Öteki kız her şeyi ciddiye alırdı birinci kıza göre. Dün istasyona giderken belki kayıp çocuğu bulurum umuduyla meyve bahçesine bakacak denli ileriye götürmüştü işi. Sanki onlara bakmış olması doğru değilmiş gibi Bloch, kızların kimlik kartlarını geriye vereceğine masanın üstüne koydu. Parmak uçlarının bıraktığı nemli izlerin buharlaşıp, kimliklerin plastik kaplarından silinişine baktı. Kızlar ona ne iş yaptığını sorduklarında eskiden kalecilik yaptığını söyledi. Kalecilerin öteki oyunculardan daha uzun bir süre aktif kalabileceklerini açıkladı. "Zamora daha o zamanlar epeyi yaşlıydı," dedi. Kızlar, karşılık olarak tanımış oldukları futbolculardan söz ettiler. Kendi köylerinde bir maç olduğunda karşı takımın kalecisinin arkasına durup onunla alay ederek onu tedirgin etmeye çalışırlardı. Çoğu kaleciler eğri bacaklıydılar.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Aylak Adam, Yusuf Atılgan


Burada onun midesini üşütmesinden korkuyorlar, bardağını dolduruyorlar, önüne karpuz dilimlerinin en büyüğünü koyuyorlardı. "Saçmalıklar! Biz gene de onun öğüdüne uyup için için gülelim. Bunların, çevrelerinde sevişen iki insana gösterdikleri bu hoşgörü ne zamana dek sürecek acaba? Bu sevginin onlardaki güdük sevgi ölçüsünü aşan başkalığını, törelere uymazlığını görünce nasıl tedirgin olacaklar! Bizi aralarından atarlar. Çocuklarına kötü örnek olduğumuzu söylerler. Sanki çocuklarına kendilerinden daha kötü örnek olabilirmiş gibi. Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu, kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister, kimi geç; biri şarkı dinlerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışlar.. Biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşama zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da, sevincimin de kaynağı bu. Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi?" Yemeklerde kafasından buna benzer düşünceler geçerken, içinde uyuklayan "öteki"nin uyanıp sinsi sinsi güldüğü olurdu. Aldırmıyordu; rahattı..

30 Kasım 2008 Pazar

Isa Bu Koye Ugramadi - Carlo Levi


Hiçbir alışkanlık, hiçbir kural, hiçbir kanun zorunlu bir ihtiyaca, coşkun bir isteğe dayanamaz: Bu adet de nihayet görünüşü kurtaran bir kalıp olmakla kalıyor; ama bu kalıba ister istemez giriyor herkes. Bununla beraber ova alabildiğine geniş; kadınla erkeğin buluşma fırsatları çok, ihtiyar aracı kadınlar, yüzü gözü açılmış genç kızlar da yok değil. Örtülere bürünüp kendilerini saklayan kadınlar vahşi hayvanlar gibidir; Yalnız cinsel sevgiyi düşünürler, hem de hiç işi büyütmeden, nazlanmadan: Bu işi öyle serbestçe, öyle rahatça konuşurlar ki şaşar insan. Sokakta kara gözleriyle size alttan alttan, erkekliğinizi ölçer gibi bakarlar, arkanızdan fısıldaşdıklarını, saklı değerlerinizden söz ettiklerini duyarsınız. Arkanıza döndünüz mü elleriyle yüzlerini kapar ve parmakları arasından bakarlar size. Bu arzuya hiçbir duygu karışmaz; öyle güçlü bir istektir ki bu, kara gözlerinden taşar ve doldurur köyün havasını. Duydukları olsa olsa kendilerini aşan, karşı konmaz bir güce boyun eğme duygusudur. Aşklarında bile coşkunluktan, umuttan çok bir çeşit tevekkül vardır. Ellerine geçen fırsat uçan kuş gibi de olsa kaçırmamak isterler; hiç konuşmadan şıp diye anlaşıverirler. Ahlakın yırtıcı sertliği, Türklerinkine benzer kıskançlıklar, adam öldürmeler, öç almalara götüren vahşi bir onur duygusu üstüne anlattıkları ve benim de önceleri doğru sandığım şeyler birer masaldır orada. Belki de çok eskiden bir gerçekti bunlar ve anlattığım kuru kalıp onlardan kalmadır. Ama göçler değiştirmiş her şeyi. Erkekler azalmış ve memleket kadınlara kalmış. Birçok kadının kocası Amerika'da. İlk yıl, hatta ikinci yıl mektup yazar, sonra lafı edilmez olur. Orada yeni bir aile mi kurdu, ne oldu bilinmez, yok olur ortadan, bir daha da gelmez. Kadın ilk yıl bekler, ikinci yıl da bekler, sonra bir fırsat çıkar önüne ve bir çocuğu olur. Böylece analar geçer evin başına, onlardan sorulur her şey.

27 Kasım 2008 Perşembe

Yeni Hayat, Orhan Pamuk



"Bir yolculuk vardı, hep vardı, her şey bir yolculuktu. Bu yolculukta beni hep izleyen, en olmadık yerde karşıma çıkıverecekmiş gibi yapan, sonra kaybolan, kaybolduğu için de kendini aratan bir bakış gördüm; suçtan günahtan çoktan arınmış yumuşak bir bakış... Ben o bakış olabilmek isterdim. O bakışın gördüğü dünyada olmak isterdim. O kadar çok istedim ki bunları, o dünyada yaşadığıma inanasım geldi. Hayır, inanmaya bile gerek yoktu; orada yaşıyordum ben."
...
Bir cep saatiydi, ama mutlu olduğum zamanı anlıyordu ve o zaman kendiliğinden duruyordu ve o vakit mutluluğun da sonsuza kadar uzuyordu. Mutlu olmadığın vakit saatin akrebiyle yelkovanı telaşla koşarlar ve sen de, aman zaman ne çabuk geçmiş derdin o vakit ve dertlerin de göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi. Sonra gece, sen saatin yanıbaşında huzurla uyurken, kendiliğinden zamanın artısını eksisini ayarlardı...ve sabah hiçbir şey olmamış gibi, herkesle birlikte kalkardın."
...
Hani çocuklara sorarlar ya, niye ağlıyorsun yavrum diye; derin bir yara içinde bir yerde kanadığı için ağlar, ama soruyu soran amcaya der ya, mavi kalemtıraşımı kaybettim diye, işte öyle kederleniyordum ben de...

Amat, İhsan Oktay Anar



Birinci vardiyanın neferleri biraz kafa dinleyip uyumak üzere basaltındaki brandalanna uzanmıslardı. Göbelez Baha'nın gözlerinin içi gülüyordu. "Hep merak etmisimdir ne zaman ve nerede ölecek olduğumu," dedi. "Âlimler hesap kitap yapıp bir denizcinin ortalama ömrünün 27 yıl olduğu sonucuna varmıslar. Allah'a ve ilme isyan etmem ama bu kadarcık bir süre bana az doğrusu! Eğer nakliye gemisindeyse zavallı bir denizcinin ömrü korsanlardan kaçmakla, yok eğer savas gemisindeyse bu kez aynı korsanları kovalamakla geçer. İste ekmeğini denizden kazanan bir bîçare denizci sözüm ona 16 yasında damat, 17 yasında baba olacak, defteri dürülûp ahireti boyladıgında ise geride en büyüğü 10 yasına basmıs 10-15 yetim bırakacak! Bu adalet midir! Ama bu vartayı atlatamazsak bizzat ben geride 48 yetim bırakmıs olacağım. Fakat içim ferah gönlüm hos! Hepsini meslek sahibi yapıp evlendirdim. Hatta içlerinde dede olanlar bile var. Torunumun torununu görüp ona elimi öptürdüm. Utanmadan bir de bana katil diyorsunuz! Ahirette de bana bu soruyu sorarlarsa, onlara hesabın ortada olduğunu, belki 5 can aldığımı ama 48 canın dünyaya gelmesinden sorumlu olduğumu, yani toplam 43 canın yasamasından dolayı sevap kazandığımı söyleyecek ve cennette güzel bir yer talep edeceğim. Eğer vermezlerse vebali boyunlarına olsun!"

Kazdağlı tomara parmak hesabı yaptıktan sonra sordu:

"Demek bir denizcinin ömrü 27 yıl. Ama ben 27 yasındayım. Yoksa benim vadem dolmus mu?"

Göbelez Baba, "Sen yasamamıssın ki ölesin!" dedi. "Değil torun tosun sahibi olmak, daha kadın kız nedir onu bile bilmiyorsun. Ben senin yasındayken dede olmustum. Simdi 81 yasındayım. Bu da senin yasının üç katı eder."

Kul Rıza Baba brandasından doğrulup, "Hadi oradan sersem!" dedi, "Bebekliğinde hasta olduğun zaman tâ Gelibolu'ya kadar sırtımda seni ben tasımıstım. 12 yasındaydım o zamanlar. Simdi ise 51 yasındayım. Sen nasıl oldu da bu kadarçabuk ihtiyarladın?"

Öfkelendiği için gözleri yuvalarında uğrayan Göbelez Baba, dislerinin arasından, "Çocuk değildim o zamanlar!" diye hırladı. "25 yasında dalyan gibi bir delikanlıydım. Senden âlâ essek bulamadığım için senin sırtına binmistim! Sana bir de semer vururdum ama dua et ki merhametli ve ehli insaf bir beyefendiyimdir.

Amat, İhsan Oktay Anar

Âh! Sessizliği işitip karanlığı görmek keşke mümkün olsaydı..."

"O devirdeki her kalyonda olduğu gibi Amat'ta da gemiciler, büyük ve küçük abdest ihtiyaçlarını, geminin en ucundaki gagaya benzer kısımda, yani basüstünde, herkesin gözü önünde giderirlerdi. Altı kafes gibi açık olan bu kısımdaki pislik, gemi dalgaya girdiğinde deliklerden giren suyla zaten kendiliğinden temizlenirdi. Yumusak havalarda ise buranın temizliği ceza olarak, su ya da bu sekilde bir kabahat islemis aylakçı çocuklardan birine yaptırılırdı. iste bu çocukların en büyük eğlencelerinden biri de, gemi hekimi İbrahim Bey'in basüstüne gelmesi ile baslardı. İdrar tutuklugu olduğu için 'Damlacı' diye andıkları bu ihtiyar adam, uçkurunu çözüp yere çömelince, üst güvertede, aralanmıs lombarların gerisinde, palasertelerde gizlenmis çocuklar daima, "Çisssss! Çisssss!" diye bağırır, bu yüzden adamcağızın dikkatini verip mesanesindeki sıvıyı bosaltması hayli zaman alırdı. Gerçi İbrahim Bey bu ihtiyacını bir lâzımlıkla, ameliyat yapıp kol bacak kestiği hasta koğusunda da giderebilirdi. Ancak dindar biri olarak, kosullar elverdiğince günde bes vakit namaz kıldığı bu yerin temiz olması gerekirdi. İbrahim Bey namazında niyazında biriydi ama bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğmus ve fakir bir hekim olan babasından tıp ilmi hakkında az buçuk bir sey öğrendikten sonra, daha az vergi ödemek için kelime-i sahadet getirerek hidayete ermisti. Zamanla kendini yeni dinine fazlasıyla kaptırmıs, gayet sofu ve saygıdeğer bir zât olmustu. İbni Sina'nın tıp ilmi hakkındaki hemen her seyi anlattığı o muhtesem eseri, yani Kanun'u, bir gençlik hevesiyle okuyup" yutmakla kalmamıs, günlerini ve gecelerini verip bir de ezberlemisti. Fakat adam Arapça bilmiyordu. Her ne kadar âlim olmasa da iyi bir hafızdı. Bu Arapça eserden seçtiği bazı bölümleri umutsuz hastalarına ezberletip dua gibi sabah aksam ikiser üçer kez okumalarını tembihliyor ve bu yolla bazılarına sifâ verdiği bile vâki oluyordu. Anlasılan o ki, tıp kanunlarım bellekte tutmak bazı hastalıklara deva idi. Hidayete ermeden önce Abraham adını tasıyan bu hekim, yası ilerlediği zaman ruhunu yeni dinine o kadar kaptırmıstı ki, hastalığın ve bedensel acının, Cenâb-ı Hakk'ın bir takdiri olduğunu düsündü. Buna göre acı, islenen günahlar için verilen bir cezaydı. Öyleyse acılara ve hastalıklara tıbbî müdahalede bulunmak büyük bir günah olmalıydı. Ancak, fakirliğin gözü kör olsun, bu ihtiyar adam nafakasını doğrultup çorbasını kaynatmak zorundaydı. Adı gibi biliyordu ki, bir hekim ve günahkâr olarak cehennemde, dindirdiği her acıyı çekecek ve iyilestirdiği her hastalığa yakalanacaktı, ibadet için gittiği camide, cemaat arasında tabip olarak tanınmak ona bu yüzden utanç verdiği için soranlara, kendisinin müezzin olduğunu söylüyordu. Gel gör ki bu dolmayı herkes yutmamaktaydı. Bunun için, Ordu-yu Hümâyûn bir sefere çıktığı zaman, nalbantlardan tellâklara, saraçlardan hayalîlere, terzilerden imamlara kadar, askerlerin envai çesit ihtiyacını karsılamakla mükellef orducu esnafına cerrah ve dis hekimi olarak da katılmıstı. Kostantiniye'de takma disler çok pahalı olduğu için bu is kârlıydı: İbrahim Bey savas bittiğinde muharebe meydanını dolasıyor ve ker-peteniyle ölülerin sağlam dislerini çekip bunlardan takma disler yapıyordu. Bu disler ise Kostantiniye'de, neredeyse ağırlığınca altın değerindeydi! Belki de bu isten duyduğu pismanlık yüzünden, insanoğlunun günahkâr olduğuna, bu nedenle acı çekmesi gerektiğine iyice kani oldu. Bunu hastalarına belli etmekten de çekinmedi: Galata'daki dükkânına, dis ağrısından dolayı can havliyle kosup gelen bir zavallıyı sandalyesine oturtuyor, kerpeteniyle disi azıcık oynatıp acıyı iki misline çıkarttıktan sonra izin isteyip seccadesini yere yayıyor ve namaza duruyordu, Bu ibadeti sünnetleriyle birlikte edâ ettikten sonradır ki, gelip bîçarenin çürük disini çekiyordu. Hatta, her biri birer ıstırap timsali olan bu dislerden seçtiği bazılarını perdahlatıp kendisine bir tespih bile yaptırdı ki, bu 99'luk tespihin imamesi meshur cellât Kara Ali'nin köpek disiydi. Fakat bu huyu nedeniyle zamanla müsterisi azaldı. O da kalyonlarda hekimlik yapmaya basladı. Çünkü açık denizde seyreden bir gemide, kendisiyle rekabet edecek baska bir hekim olamazdı. Amat'ın hasta koğusu aslında onun kamarası sayılırdı. Burada tahtadan, sikesiz bir yatak ile cerrahın gözü iyi görsün diye asılmıs dört musamba fener vardı. Kösede ise talas dolu bir fıçı göze çarpıyordu. Ameliyat sırasında sıçrayan kan yüzünden birinin kayıp düsmemesi için bu fıçıdan kürek kürek alınan talas zemine dökülürdü, ipek elbise giymeyi seven İbrahim Bey, sıçrayan kan leke yapmasın diye öküz derisinden bir önlük giyerdi. Duvarlardaki raflarda, kan tutanlar için oğulotu, seytantersi ve binbirdelik otundan mamul merhemler ve haplar; küplemeye ve kalp teklemesine karsı çıfıtotu, tavsandudagı ve güveyfenerinden yapılma macunlar ve fitiller; egzama ve frengi için dulaptalotu, farekulağı ve çayırmelikesinden damıtılan iksirler ve gargaralarla dolu cam kavanozlar bulunuyordu. İyiydi hostu ama, sancak tarafındaki duvarda, tıpkı demircilerin ve marangozlann aletlerini astıkları tahtalara benzer bir tahta vardı ki, iste bu göze hiç de hos gelmiyordu: Buraya, rutubet ve kan nedeniyle paslanmıs ameliyat gereçleri, yani her biri insanın içini ürperten boy boy kerpeten ve kıskaçlar, kemik kesmek için testereler, keskin kısmındaki pırıltıları insanın içini ürperten nesterler, makaslar ve masalar asılıydi. Hele hele yatağın hemen yanındaki masada bulunan kuyumcu terazisi doğrusu pek garip duruyordu. Ama ibrahim Bey sonuçta, ekmek parası için çalısan biriydi. Bu nedenle, bir yaralıdan çıkarttığı kursunun ağırlığı kadar gümüs talep etmesi mubah sayılmalıydı. Bacağı kırılan eski topçubası, yelkencilerin gülle tasımak için diktikleri bir branda içinde dört gemici tarafından buraya getirildiğinde uyku halindeydi. Çünkü bir gece önce kendisine man otu, afyon ruhu ve adam otundan elde edilen bir sıvı içirilmisti. Sürekli yalpa vurup sallanan gemide ameliyat zor olacaktı, ibrahim Bey derhal ise koyuldu: Kan kaybetmesin diye zavallının bacağına sardığı kemeri çözdü. Tıpkı bir berber gibi nesterini masatta biledikten sonra, yamaklarına adamı sıkı tutmalarını söyledi. Nesteriyle deriyi ve uyluk kaslarını keserken, topçubasının gözleri açıldı. Bunun üzerine hekim, bir uzvu kesilirken acıdan dislerini kırmasın diye hastalarının ağızlarına tıktığı bir tahta parçasına gerek olduğunu hissetti. Yıllardır kullandığı bu ağız çubuğunda belki binlerce kisinin dis izi vardı. İki baslı kası keserken derin uykusundan uyanan topçubası, kullanıla kullanıla incelmis bu evladiyelik çubuğu kırdı. Hele testereyle uyluk kemiği kesildiği sırada, yarası zonk zonk zonklayan bu bîçare avaz avaz bağırmaya basladı. Ama tahammül etmesi gerekiyordu. İbrahim Bey kemik kırıntılarını bir fırçayla kanlı etin üzerinden süpürdükten sonra, belkemiginden gelen siniri tutup çekti ve bir düğüm attıktan sonra kesti. Ardından, hayvan bağırsağından yapılma bir kemence teli ve eğri bir iğneyle iki kanat hâlinde kestiği eti dikti. Yaraya yumurta beyazı sürdükten sonra isini tamamlamıs görünüyordu. Beynine isleyen siddetli ağndan dolayı gözlerinden yas gelen topçubası, görünüse bakılırsa kefeni yırtmıstı."



"ilk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilmiş o bebeği öldürmüşsündür. babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... bütün bu kişileri öldürmüş olursun. ikinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın."

24 Kasım 2008 Pazartesi

Aylak Adam



Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. ( Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.) Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler. Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. önlerde bir yere oturur, yanağı avcuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince eve yürüyerek dönerdi.

Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o demin ki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi. Biliyordum. İlerde locaları derin sinemanın önünde müşteri beklediğini bildiğim şaşı kadının bende uyandıracağı tiksintiyle karışık acımayı düşünür düşünmez döndüğüm yan sokakta - o geceki sokaktı bu - bir yaralı kendine güven duygusuyla ağırlaşmış olarak geldi. Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terziden - niye terzi? Bilmiyorum - dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa dönmüştüm. Belki bir ek-sebep de vardı. Ona bir yardımda bulunmam gerektiği, bu yardımın onun iş gururunu incitmemesi bahanesinin ardında gizli, o derin localardan birine onula girmek isteğinden korkuyordum. Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.

Bir ay önce yediğim dayağı haketmemiştim ben. Beş gün çenem sarılı - sanki bazı insanlara kendimce bir iş uydurup her sefer yanılmamışım gibi - Beyoğlu'ndaki terzi dükkanlarını dolaşmıştım. Uykulu sokakta beni çökerttikleri yer lambalardan uzak değilmiş, birinin kara bıyıklı olduğundan başka şeyler de biliyormuşum gibi arıyordum onları. Kimse anlamıyordu. Sadık bile , "- Bulacaksın da ne olacak?" diyordu.- Anlatacam yahu. Haksız olduklarını söyleyecem. Yanlarındaki üçüncü kişiye yapmak istediklerinin umurumda olmadığını, (- Olmaz, eve gidecem ben, demişti üçüncüsü) orada durduysam salt merak ettiğimden durduğumu söyleyecem. O iki terziye..." "- Niye terzi?" "- Bilmiyorum. O iki terziye beni dövmekle haksızlık yaptıklarını anlatacam." "-Sonra? " "- Sonu oradaki duruma bağlı." Sadık başını sallıyor, gülüyordu. Onları aramam gerektiğini anlamıyordu. Beş gün sonra suratım iyileşip sargı atılınca aramayı bıraktım.

Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye'ye yakın caddanin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kolkola gülüşerek gidiyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar. Öteki,

-Terbiyesiz, pis sarhoş, dedi.

Kafamı hınçla geriye attım gülerken. Gittiler. Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmada rahat edemezsiniz. Oysa ben sarhoş falan değildim. Bir bardak şarap içmiştim yemekte. Hem onu öpmemiştim ki soluğumda şarap kokusu duysun. Bir sigara yaktım, yürüdüm.

Hol sıcaktı. Paltomu çıkarırken kaç kere beni yeniden sokağa uğratan o bildik düşünce geldi kafama takıldı. Öptüğüm kız bir şey dememişti. Yoksa o muydu? Niye gitmedim ardından? Ötekini kovup ona konuşmak için döndüğüm zaman, " Sus, biliyorum," diyecekti. Bir haftadır bana akşam yemeklerini aynı lokantada yedirten düşünceydi bu. O geceki kadında oraya uymayan bir şeyler vardı. Yemek yiyenlerin, eşyanın ötesindeydi. Kalktığı zaman garson pilavımı getiriyordu. Kalkmamıştım; başka gece kalkacaktım. Kadın gidince bir yarı-bilginin üzüntüsü geldi bana: başka gece yoktu. Gelmiyordu. Bu gece de gelmedi. Belki garsonun yüzünü benden bir hafta önce görmüştü.

Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.

Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda "İkindi kahvaltısı" asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım!.. Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu adam?" diye sorunca, "Tembelin biri!" karşılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim "Tembelin biri!" şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan başka bir iş tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte şarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuşkuya düşmüyordu. Adamcağız sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. İşte ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur değil! Şu, bütün güzel, yüce şeylere ilgi duyan oburlardan olurdum. Nasıl hoşunuza gitti mi? Ben buna öteden beri kafamı takmışımdır. "Güzel, yüce şeyler!.." Kırk yaşımda bana az çektirmedi, ama kırkıncı yaşıma basınca böyle oldu bu; oysa o sıralar, ah, o gençlik yıllarında çıkacaklardı karşıma! O zaman kendime uygun bir iş de bulurdum: Bütün o güzel, yüksek şeylerin onuruna içerdim. Kadehime önce biraz gözyaşı akıtmak, sonra da onu bütün güzel, yüksek şeylerin onuruna kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Dünyada ne varsa hepsini güzellik, yücelik açısından görür; en pis, en iğrenç şeylerde bile güzel, yüce bir yan bulurdum. İstediği zaman gözyaşı dökebilen bir adam kesilirdim. Ressamın biri kalkıp Ghé* ayarında bir tablo yaptı diyelim. Hemen böyle bir tablo yapmış olan ressamın onuruna içerdim, çünkü bütün güzel yüksek şeyleri seven bir adamdım ben. "Canınız nasıl isterse" adında bir yapıt mı yazıldı, hemen "Canınız nasıl isterse" nin onuruna kadehimi kaldırırdım; dedim ya, güzellik, yücelik adına yapmayacağım şey yoktur... Bu sırada herkesin kişiliğime saygı göstermesini isterdim, birisi bana saygısızlık yapacak olsa yakasına yapışırdım. "Huzur içinde yaşayıp debdebeyle ölmek!" Bundan daha güzel ne vardır! Salıverdiğim göbeğimi, üç kat olmuş gerdanımı, rezilcesine havaya diktiğim burnumu görenler: "Bakın şu kalantor herife! Olunca böyle olmalı!" derlerdi. Siz ne derseniz deyin, baylar, yaşadığımız şu olumsuz çağda böyle hoş sözleri işitmeyi kim istemez!

12 Kasım 2008 Çarşamba

Suç ve Ceza,Dostoyevski


-Hayır, Sonya, bu, o değil! -dedi, düşüncelerindeki ani dönüş kendisini de şaşırtmış, yeniden heyecanlandırmış gibiydi.- Bu, o değil! En iyisi... (evet, böylesi gerçekten daha iyi) Tut ki ben kendini beğenmiş, kıskanç, kötü yürekli, aşağılık, kindar... bir adamım... hatta... belki de biraz deliliğe de yatkınım (Varsın hepsi birden olsun! Delilik sözünü eskiden de etmişlerdi, biliyorum!) Az önce sana, parasızlık yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığımı söylemiştim. Biliyor musun, istesem ayrılmayabilirdim? Okul için gerekli parayı annem gönderebilir, üst-baş, boğaz sorununu da kendim halledebilirdim! Özel dersler çıkıyordu, elli kopek veriyorlardı ders başına. Razumihin veriyor ya hani!.. Ben öfkelenmiştim, çalışmak istemedim. Evet, öfkelenmiştim (bu sözcük tam yerinde!). Ben o sıralar tam bir örümcek gibi çekilmiştim. Öyle ya, görmüştün sen benim kaldığım o rezil yeri!.. Biliyor musun, Sonya, alçak tavanlar, daracık odalar insanın aklını ve ruhunu öylesine boğar ki...! Ah, nasıl nefret ederdim o rezil odadan! Ama yine de oradan dışarı çıkmak istemezdim. Özellikle istemezdim! Günlerce dışarı çıkmazdım, ne çalışmak, ne de hatta yemek yemek isterdim, boyuna yatardım. Nastasya birşeyler getirirse, yerdim, getirmezse, günüm öylece geçerdi. Hıncımdan, özellikle birşey istemezdim! Geceleri yakacak mumum yoktu, karanlıkta oturur ve bir mum alacak para kazanmazdım. Okumam gerekti, oysa ben kitaplarımı satmıştım; masamın üzerindeki not defterlerimin, kâğıtlarımın üzerinde şimdi bile bir parmak toz vardır! En sevdiğim şey uzanıp yatmak ve düşünmekti. Boyuna düşünürdüm... Sonra düş görürdüm, tuhaf tuhaf düşler... Bunların ne tür düşler olduğunu anlatmam gereksiz! Ancak, işte bu sıralarda, düş gibi birşeyler kurmaya başladım... Hayır, böyle değil! Yine anlatamadım!... Biliyor musun, o sıralar durmadan kendime şunu sorardım: Neden böyle aptalım ben? Madem başkaları aptal ve ben onların aptal olduklarını kesin olarak biliyorum, öyleyse neden onlardan daha akıllı olmak istemiyorum? Sonra, herkesin akıllı olmasını beklemenin, çok uzun süreceğini anladım, Sonya. Bir de, bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini... İnsanların değişmeyeceğini, onları değiştirebilecek kimsenin bulunmadığını ve bunun için çaba göstermeye değmeyeceğini! Ya, böyle işte! Bu bir yasa, Sonya, yasa. Akılca ve ruhca kim sağlam ve güçlüyse, insanlara onun buyuracağını biliyorum artık! Kim daha yürekliyse, haklı olan da odur. Herşeyin içine tükürmekte, aldırmazlıkta en ileri gidenler, yasa koyucu olurlar. Herkesten daha gözüpek olan, herkesten daha haklıdır! Bugüne kadar böyle gelmiş bu, bundan sonra da böyle gidecek! Bu gerçeği ayırdedemeyenler, kördür!

22 Ekim 2008 Çarşamba

Cahit Sıtkı Tarancı- Abbas

Haydi abbas, vakit tamam;
akşam diyordun işte oldu akşam.K
Kur bakalım çilingir soframızı;
dinsin artık bu kalp ağrısı.

Şu ağacın gölgesinde olsun;
tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
görünsün şöyle gönlümce.

Bas kırbacı sihirli seccadeye,
göster hükmettiğini mesafeye
ve zamana.
Katıp tozu dumana,
var git,
böyle ferman etti cahit,
al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan..
Cahit Sıtkı- Otuzbeş yaş

18 Ekim 2008 Cumartesi

Yeraltından Notlar,Dostoyevski


- Kurtarmak mı! diye devam ettim. Seni nasıl kurtaracakmışım? Belki benim durumum seninkinden de berbat! O gün sana bir sürü maval okurken neden suratıma: "Senin burada ne işin var? Git aklını kendine sakla" diye bağırmadın! O zaman birileriyle, kedinin sıçanla oynadığı gibi oynamak istiyordum. Seni küçük düşürmekle, ağlayıp sızlamana sebep olmakla istediğimi elde ettim. Ama sünepenin, yufka yüreklinin biri olduğum için dayanamadım. Sana adresimi verdiğim için aptallığıma doymayayım! O gün, daha eve gelmeden pişman olmuş, arkandan sana ağzıma geleni söylemiştim. Seni aldattığım için senden nefret ediyordum. Çünkü benim tek istediğim, sözcüklerle oynamak, hayalimi işletmekti. Yoksa başkasından bana ne? Hepinizin canı cehenneme!.. Ben huzur istiyorum, huzur! Bunu elde etmek için bütün dünyayı beş paraya değişirim. Bana, "Çay içmek mi istersin, yoksa dünyanın batmasını mı?" diye sorsalar, hemen "Çay içmek!" diye bağırırım. Bunu biliyor muydun? Ha? Ben alçağın, onursuzun, tembelin biriyim. Sen geleceksin diye korkumdan üç gündür dünya başıma zindan oldu. Bu üç gün beni en çok neyin kaygılandırdığını biliyor musun? Ben sana söyleyeyim: O gün karşına bir kahraman gibi çıkmıştım, oysa burada yırtık sabahlığımla yoksulluk, pislik içindeyim. Biraz önce yoksulluğumdan utanmadığımı söyledim. Yalan! Dünyada bundan korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum. Hatta hırsızlık yapmaktan dahi... Çok gururluyum bu çıplaklığımla derimi soymuşlar gibi, havanın en ufak değişmesinden huysuzlanıyorum. Beni bu lime lime sabahlığımla yakaladığın için seni bağışlayamayacağımı hâlâ kafan almadı mı? Kurtarıcın, eski göz ağrın üstü başı dökülen, uyuz bir it gibi uşağının üzerine atılmış; beriki ise onunla alay ediyor!.. Sümsük bir karı gibi karşında gözyaşlarımı tutamayışımı hiçbir zaman bağışlamayacağım, bunu sana ödeteceğim. Hepsi için, hatta şu an söylediklerim için seni affetmeyeceğim! Çünkü bütün bunlardan tek sen sorumlusun. Çünkü elime sen geçtin. Çünkü ben alçağın biriyim. Yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en zavallısı, en aptalı, en kıskancı benim. Onların benden kalır yanları yok, ama ne bileyim, onlar utanma bilmiyorlar. Bense... Bense... En beğenmediğim bir kimseden bile azar işitiyorum. İşte ben böyle bir adamım! Ama sen beni anlamıyorsan ne yapayım? Hem, senin orada pisi pisine gebermen de vız gelir bana! Sonra buraya geldiğin, beni dinlediğin için senden iğreneceğim hiç aklına gelmiyor mu? İnsan yaşadığı sürece ancak bir kez bütün içindekileri döker, o da iyice bunalıma düştükten sonra... Daha benden ne istiyorsun? Bütün olanlardan sonra neden hala karşıma dikilmiş, canımı sıkıyorsun! Haydi durma, bas git!

17 Ekim 2008 Cuma

Genç Werther'in Acıları,Goethe

Yüz defa elime bir bıçak alıp sıkışan yüreğimi soluklandıracaktım. Aşırı koşturulmaktan dayanılmaz biçimde hararetlenince güdüsel olarak damarlarını ısıran ve böylece soluklanan safkan atlardan söz edilir.,çoğunlukla kendimi duyumsayışım böyledir. Bir kan damarı açmak istiyorum, bana sonsuz özgürlüğü verecek.
...

"Onu bana ver!" diye Tanrıya yalvaramıyorum. Ama çok zaman onu benim sanıyorum. "O benim olsun!" diyemiyorum, çünkü o başkasının. Acılarımla alay ediyorum. Gönlümü kendi haline bıraksam, birbirine en yakın duygular bir araya gelecek.

24 Kasım
Neler çektiğimi o da anlıyor. Bugün bana öyle bir baktı ki, bakışı kalbimin en derin yerine işledi. Onu odasında yalnız buldum. Bir şey söylemedim. O da yalnızca bana bakıyordu. Ondaki çekici güzelliği, yüzünde parlayan ruh yüceliğini görmüyordum artık. Bütün bunlar gözümün önünde silinmişti. Çok daha etkin bir bakışla beni büyülemişti. Bu bakış, candan bir acıma, tatlı bir ürperme doluydu. Niçin ayaklarına kapanmıyordum? Niçin boynuna atılıp bu bakışa binlerce öpücükle cevap vermiyordum? Çareyi piyanoya kaçmakta buldu. Hem çaldı, hem de hafif ve tatlı sesiyle güzel güzel söyledi. Dudakları bana hiç böyle güzel görünmemişti. Sanki bu dudaklar, piyanodan çıkan tatlı sesleri emmek için iştahla aralanmıştı. Yalnız bu seslerin gizli yankısı o güzel ağızdan duyuluyor gibiydi. Ah, ne olur, sana bunları duyduğum gibi anlatabilseydim! Daha fazla dayanamadım. Başımı önüme eğdim ve yemin ettim: Ey, üstünde meleklerin uçuştuğu dudaklar, size bir öpücük kondurmaya hiçbir zaman cüret etmeyeceğim. Ama, bunu istiyorum da... Fakat görüyor musun? Onu lekelemek kaygısı bir duvar gibi karşıma dikiliyor. Sonra bunun günahını çekmek de var. Günah mı?

26 Kasım
Bazen kendi kendime şöyle diyorum: Bu alınyazısı yalnız sana vergi. Senden başka herkes mesut. Hiç kimse böylesine acı çekmemiştir. Sonra eski bir şairi okuyorum ve kendi kalbimin içini görüyormuş gibi oluyorum. Derdim çok büyük. Benden önce bu kadar çok acı çeken olmuş mudur acaba?

3 Ekim 2008 Cuma

Oblomov, Ivan Gonçarov


Biliyor musun Andrey, benim içimde ne yakıcı, ne de kurtarıcı hiçbir ateş yanmadı. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım sönmüş başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim. Sönüşüm dairede, evrak başında oturduğum zaman başladı; sonra kitapları okuyup da onlarda hayatta kullanmayacağım gerçekler buldukça, dostlar arasında dedikodular, alaylar, soğuk, kötü, boş gevezelikler dinledikçe, gayesiz, sevgisiz, toplantılara katıldıkça daha da kötü oldum. Mina ile de hayatımı, kuvvetlerimi harcadım: onu sevdiğimi sanarak gelirimin yarısından fazlasını israf ettim. Nevski bulvarında kürklü mantolar arasında bir aşağı bir yukarı dolaştığım zamanlar; evlenecek iyi bir kısmet olduğum için akşam toplantılarına çağrıldığım zamanlar; şehirden sayfiyeye, sayfiyeden Gorohova sokağına taşındığım zamanlar, hayatımı, kafamı boşu boşuna harcıyordum. İlkbahar benim için ıstakoz ve istiridye mevsimiydi; sonbahar ve kış kabul günleriyle doluydu; yaz gezintilerle geçerdi... Bütün hayat, tembel ve rahat bir uyku idi. Gururumu da nelerde kullandım? Ünlü bir terziye elbise ısmarlamakta; tanımış aileler içine kabul edilmekte; Prens P.'nin elini sıkmakta... Gurur hayatın tuzudur derler; gururum nereye gitti? Ya ben yaşadığım hayatı anlayamadım, ya da bu hayatın hiçbir değeri yoktu. Daha iyisini de bulamadım, göremedim, kimse göstermedi. Sen bir gelip, bir kayboluyordun, kuyruklu yıldız gibi; bense her şeyi unutuyordu, ağır ağır, sönüyordum.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Don Kişot,Cervantes



'Ben Morena Dağlarında, hatta seferlerimizin toplam süresi boyunca, olsa olsa iki ay dolaştım; sen ise cezireyi vaat edeli yirmi yıl olduğunu söylüyorsun, öyle mi Sancho? Bence sen, sendeki paramın, olduğu gibi senin ücretine sayılmasını istiyorsun; eğer öyleyse, istediğin buysa, veriyorum, al, güle güle harca. Böyle kötü bir silahtarım olacağına, yoksul, meteliksiz kalayım, daha iyi. Söyler misin, ey gezgin şövalyeliğin silahtarlık yasalarının saptırıcısı, sen herhangi bir gezgin şövalye silahtarının, efendisiyle, ayda şu kadar para verirseniz hizmet ederim pazarlığına giriştiğini gördün mü, okudun mu? Serseri, sefil herif, canavar - sen bunların hepsisin çünkü- gezgin şövalye tarihlerinin engin denizine bir dal bakalım; eğer senin bu söylediklerini söylemiş veya düşünmüş olan bir tek silahtar bulursan, gel suratıma çarp, üstüne dört kere nanik yap. Boz eşeğinin dizginine, veya yularına asıl ve evine dön; çünkü benimle birlikte bir tek adım daha atmayacaksın bundan böyle. Ey, tuz ekmek haini! Ah, yersiz vaatler! Ey, insandan çok hayvan adam! Tam ben seni mevki sahibi yapacakken, karına rağmen senyörlüğe getirecekken, gidiyorsun, öyle mi? Tam ben seni dünyanın en güzel ceziresinin başına getirmeye kesin karar vermişken gidiyorsun, öyle mi? Kısacası, senin de daha önce söylediğin gibi, eşek hoşaftan ne anlar? Eşeksin, eşek kalacaksın ve eşek olarak ömrünü tamamlayacaksın; çünkü bana kalırsa hayvan olduğun senin kafana dank etmeden, ömrün sona erecek.'

17 Eylül 2008 Çarşamba

Yalnız Bir Opera - Murathan Mungan


ve bitti...

sonra yalnız bir opera başladı

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim.



imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu.
ve elbet üzerinde durulmuyordu.
sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
biraz daha fazla sevdiğim,
biraz daha önem verdiğim.

başlangıçta dogruydu belki.
sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
varlığımı ele geçiren,
büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
ve hala bilmiyordun sevgilim
ben sende bütün aşklarımı temize çektim
anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
bütün kazananlar gibi
terk ettin

yaz başıydı gittiğinde,
ardından,
senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim.
kimsesiz bir yazdı.
yoktun.
kimsesizdim.
çıkılmış bir yolun ilk durağında
bir mevsim
bekledim durdum.
çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki küskün kedere,
gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sozcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yaz başıydı gittiğinde.
sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs.
seni bir şiire düşündükçe
kanat gibi, tüy gibi,
dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

yaz başıydı gittiğinde.
bir aşkın ilk günleriydi daha.
aşk mıydı, değil miydi?
bunu o günler kim bilebilirdi?
"eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen"
notunu buldum kapımda.
altına saat:16.00 diye yazmıştın,
ve 16.04'tü onu bulduğumda.

daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını

gittin.
koca bir yaz girdi aramıza.
yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik,
noksan bir şeyler başlamıştı.
sanki yaz, birbirimizi
görmediğimiz o üç ay,
alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan,
olmamıştı, eksik kalmıştı.

kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.
adımlarımız tutuk,
yüreğimiz çekingen,
körler gibi tutunuyor,
dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.

fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. zamanla
gözlerimiz açıldı,
dilimiz çözüldü
güvenle ilerledik birbirimize.
gittin.
şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
biliyorum
ne sen dönebilirsin artık,
ne de ben kapıyı açabilirim sana.

şimdi biz neyiz biliyor musun?
akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
birbirine uzanamayan
boşlukta iki yalnız yıldız gibi
acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
bir zaman sonra
batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
bizden diyorum, ikimizden
ne kalacak?

şimdi biz neyiz biliyor musun?
yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. umut
ve korkunun
hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını
bilmeyen
çocuklar gibi
ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
yazıya oturup
sonu gelmeyen cümleler kurmak,
camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar,
eşyalar gözünüzün önünde durur
birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
cağrışımlarla ödeşemezsiniz

dışarda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
bir ayrılığın ilk günleridir daha
her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta

gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saat tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara

boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak,
eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasinda
kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden
yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente,
bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,
başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye,
ameliyata alınmaya kendimizi hazırlar gibi

yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir an'ın, yalnızca bir an'ın bütün bir hayatı kapladıgı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdir intihara bu kadar

bana zamandan söz ediyorlar
gelip size zamandan söz ederler
yaraları nasıl sardığından,
ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
zamanla ilgili
bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
hepsini bilirsiniz zaten,
bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
dahası onalar da bilirler.
ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
bittiğine kendini inandirmak,
ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak,
yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
kolay değildir
bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
zaman alır.
zaman,
alır sizden bunların yükünü
o boşluk dolar elbet,
yaralar kabuk bağlar,
sızılar diner, acılar dibe çöker.
hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
o boşluk doldu sanırsınız
oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
dilerim geri teper.
yoksa gerçekten
bitmişsinizdir.

zamanla yerleşir yaşadıkların,
yeniden konumlanır, çoğalır anlamları,
önemi kavranır.
bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey,
çok sonra değerini kazanır.
yokluğu derin
ve sürekli bir sızı halini alır.
oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır

ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
bunlar da bir işe yaramadıysa
demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim.
bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarla bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları,
sarhoşların ve sucluların unuttuklarını hatırlamaktan
uzun uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
duyarlığın gece mekteplerinden geldim
bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
ilerledikçe...kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
aşk ve acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden.
karardı dizeler.
ask...bitti. soldu siir.
büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden

daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
aşk yalnız bir operadır, biliyordum: operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği tarapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani coğalarak
tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. terli ve kirliydim.
sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri...panayır yerleri...
ölü kelebekler...ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

aşkın bir yolu vardır
her yaşta başka türlü geçilen
aşkın bir yolu vardır
her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
sen de değilsin. o da değil
kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. bitmemiş bir şiirin ortasında
darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden

dönüp ardıma bakıyorum
yoksun sen
ey sanat! her şeyi hayata dönüştüren..

12 Eylül 2008 Cuma

Amat, İhsan Oktay Anar



Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi'nin görkemli eseri Tezâkirü'l Mücrimin'de anlatıldığına göre, o zamanlar Galata'da, kulak çınlamasından kanlı basura, göbek düşmesinden sarı ve kara hummaya kadar cümle illete derman bulup Azrail'in elinden nice âdemoğlunu kurtarmakla nâm salmış Avram Efendi adında bir hekim vardı. Can kurtarmak kadar can beslemeyi de pek seven bu zât, uskumruya bayılırdı. O gece, Galata'daki camilerden okunan yatsı ezanları kanat çarpan güvercinler gibi göklere yükselirken sofra başında uskumru dolmasını tam ağzına atıyordu ki, alt katta kapısı yumruklanmaya başladı. Birkaç kişi sokaktan telaşla bağırıyordu. Hekim efendi istifini bozmadan elindeki dolmadan bir lokma daha ısırdıktan sonra kafesin arkasından karanlık sokağa baktı. Arap İmam'ın kahvehanesinin ünlü simalarından buhur mütevellisi, yedekçibaşı, selâm ağası, zindan kâtibi ve bir kayıkçı, ellerinde fenerlerle gecenin o saatinde aşağıda bekliyorlardı. Dediklerine bakılırsa, yârenleri olan Kayıkçı Recep'in gözlerinde bir tuhaflık vardı ve eğer hemen bir çare bulunmazsa adamcağız kör olup ona buna avuç açmak zorunda kalacaktı. Avram Efendi'nin yüreği cız etti. Çünkü duası makbul sayılmadığı için bu kayıkçıya kimse sadaka vermez ve bîçare açlıktan ölür giderdi. Hayırsever hekim bu yüzden, elinde dolma olduğu hâlde, basamakları gıcırdata gıcırdata aşağı inip sokak kapısını açtı. Başında gecelik takkesi, üstünde entari, ayaklarında ise terlik vardı. Muşamba fenerin ışığı altında bir inceledikten sonra, kayıkçının gözlerinin yuvalarından fırlamış olduğunu gördü. Son lokmasını yutup parmaklarını da yaladıktan sonra, adamcağızın gözlerini itip yuvalarına oturtuverdi. Kayıkçı artık karanllığa ve fakirliğe mahkûm olmaktan ebediyen kurtulmuştu kurtulmasına, ama az önce şifa bulduğu takdirde adamış olduğu horozu kesmeyi hayatı boyunca sürüncemede bırakacaktı. Vasiyetini de ancak ölüm döşeğindeyken 19 torununa beyan edecek, horozu kesmelerini yarım ağızla tembihleyecekti.

Galatalı hekim Avram Efendi, ilim irfan sahibi, eyyam görmüş, iti uğursuzu, veliyi deliyi bilen bir zât idi. Besbelli ki kayıkçının gözleri büyük bir şaşkınlık sonucu yuvalarından uğramıştı. O güne kadar cin, hayalet gibi yaratıkları görmesi bir türlü kısmet olmayan hekim, ilim tutkusunun yol açtığı bir merakla kayıkçıya, gördüğü hangi şeyin onu bu kadar şaşırttığını sorduğu vakit adamcağızın cevabı oradaki herkesin aklına durgunluk verdi: Kayıkçı, Galata Zindanı'nın önünde, deli marangozu görmüştü az önce!

28 Ağustos 2008 Perşembe

Boyalı Kuş - Jerry Kosinski


Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. Gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. Ama Deli Ludmilla gelmezdi bir türlü. Hayal kırıklığına uğramış somurtuk Lekh, kuşları birer birer kafesten çıkarıp boyar, acımasız benzerlerine teslim ederdi onları. Günün birinde kocaman bir karga yakaladı, kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye, kuyruğunu da yeşile boyadı. Bir karga sürüsünün kulübemizin üstünden geçtiğini görünce koyverdi kurbanını. Aralarına karışır karışmaz amansız bir savaş başladı. Dört yandan sahtekarın üzerine saldırdılar. Siyah, kırmızı, mavi ve yeşil tüyler uçuştu havada. Kargalar yükselmeye başlamıştı, birden kurbanımızın döne döne tarlalara düştüğünü gördük. Kuş yaşıyordu hala. Gagasını açıp kapıyor, kanatlarını oynatmaya çalışıyordu boşu boşuna. Kardeşleri gözlerini oymuşlardı. Kan oluk gibi akıyordu tüylerinin üstünden. Yapışkan çamurdan kurtulup doğrulmak için son hareketi de yaptı, artık gücü kalmamıştı.

24 Ağustos 2008 Pazar

Kitab-ül Hiyel, İhsan Oktay Anar

" rivayet ederler ki, vaktiyle maveraünnehir'de kör bir adam yaşıyordu. dünyanın güzelliklerini göremediğini sanan her kör gibi meyus ve dertliydi. sonunda ağlaya sızlaya bir sihirbaza gidip üzüntüsünü ona anlattı. gelgelelim sihirbaz ona çok tuhaf bir cevap verdi: o aslında kör değildi. çünkü o, gerçekte, dünyada bulunan sadece bir tek şeyi, son derece değerli bir şeyi görmekle ödüllendirilmişti. gördüklerini sanan diğer insanlar da, aslında bu değerli şeyi görmemekle cezalandırılmışlardı. sihirbazın söylediklerinin tesiriyle dünyayı dolaşmaya azmeden kör adam, görebileceği bu yegàne şeyi aramaya koyuldu. dağ tepe, tarla bayır dolaştı. vadileri, denizleri ırmakları aştı. nihayet günün birinde hayatında ilk kez gökyüzüne bakmayı akıl etti. çünkü aradığı şey aslında onun tam tepesindeydi. önce bir yıldız gördüğünü sandı. oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece, aslında kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti."

...
Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez., çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcat ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?”

25 Temmuz 2008 Cuma

Victor Hugo-Sefiller


Jan Valjan kaçarcasına kasabadan çıktı. Rastgele yürüyordu. Dönüp dolaşırken yine aynı yere geldiğinin farkında bile değildi. Öğleye kadar süratle yürüdü.

Yeni birtakım hisler zihnini karıştırıyordu. Hiddetliydi. Ama kime karşı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Şimdiye kadar uğradığı haksızlıklar karşısında büyük bir sarsıntı içindeydi. Ama ya Piskopos?...

Piskopos'un yaptıklarını düşündükçe: "Keşke hapishaneye götürselerdi, keşke..." diye mırıldanıyordu. Birden çocukluk günlerini hatırladı. Ne zamandan beri çocukluğu hiç aklına gelmemişti. Bu sırada burnuna bir çiçek kokusu geldi. Evet, tıpkı çocukluk günlerinde olduğu gibi... Çiçekler aynı kokuyordu, ya çektiği acılar. Çiçekler ve acılar... Ne kadar zıt şeyler Yarabbi...

Yeni yeni fikir dalgaları sarıyordu etrafını... Dağlar gibi dalgaların arasında, yüzen bir fındık kabuğu gibiydi.

Güneş batarken, Jan Valjan bir çalının arkasında oturuyordu. Düşünüyordu. Ufukta yalnız Alp Dağları görünüyordu. Etrafta ne köy ve ne de kasaba vardı. "D" kasabasından iki saat uzaklaşmıştı şimdi...

Düşünceleri arasında bocalarken, neşeli bir çocuk sesi kulağını doldurdu. Başını çevirdi, on yaşlarında bir köylü çocuğu... Torbası arkasında, şarkı söyleyerek yol boyu gidiyordu. Dizleri, pantolonunun yırtık yerlerinden dışarıya çıkmış, neşeli bir çocuk... Çocuk arasıra durup, elindeki paraları havaya atıyor, sonra tutuyordu. Jan Valjan'ın bulunduğu çalının yanına kadar geldi. Yine durdu. Parasını havaya attı, tuttu. Tekrar attı, elinin üstünde tutmaya çalıştı. Fakat birini düşürdü. Düşen para yuvarlanarak çalının yanına kadar gitti ve tam Jan Valjan'ın ayağının dibinde durdu. Jan Valjan derhal ayağını üzerine koydu. Çocuk parasının arkası sıra çalılığa yürüdü. Jan Valjan'ı gördü ama ürkmedi.

Etrafta kuşların hafif sedalarından başka hiçbir ses işitilmiyordu. Çocuk cahilliğin verdiği bir cesaret ve masumluğun verdiği saflıkla Jan Valjan'a seslendi:

Efendi, paramı verin!

Senin ismin nedir?

Küçük Jerve, Efendim.

Yıkıl oradan!

Efendi, paramı verin!

Jan Valjan kaşlarını çattı. Çocuk ısrar etti:

Efendi, paramı!...

Jan Valjan gözlerini yere dikti. Çocuk yine bağırdı:

Paramı!... Beyaz paramı!... Gümüş paramı!...

Jan Valjan duvar gibi duruyordu. Çocuk hazinesinin üzerine basmış olan adamın yakasına sarıldı:

Paramı isterim, paramı!


Ağlıyordu. Jan Valjan başını kaldırdı. Gözlerinde bir bulanıklık görünüyordu. Çocuğa hayretle baktı, sonra elini sopasına uzatarak, vahşi bir hayvan gibi kükredi:

Kim var orada?

Benim, Efendi, Küçük Jerve! Ben! Ben! Rica ederim, paramı!...

Çocuk iyice hiddetlenmişti:

Ne yapıyorsunuz? Ayağınızı kaldıracak mısınız? Kaldırın bakalım!

Hala buradasın! Defol!

Sonra ayağını oynatmaksızın ayağa kalktı:

Gidecek misin bücür, ha!...

Çocuk ürkmüş, korkuyla adamın yüzüne bakıyordu. Cesareti birden sıfıra indi, sıtmalılar gibi titriyordu. Yaydan kurtulan ok gibi fırladı. Can havliyle koşmaya başladı. Biraz ilerde durdu. Jan Valjan onun ağladığını duyuyordu. Bu sırada güneş batmış, etrafı bir gölge gibi alaca karanlık kaplamıştı...

Jan Valjan hala ayakta, kıpırdamadan duruyor, gözleri sabit bir noktada düşünüyordu. Birden, ani bir titreme ile kendine geldi. Şapkasını alnı üzerine indirdi. Ceketini iliklemek istedi. Vazgeçti. Bir adım atıp, sopasını almak üzere yere eğildi.

Gözü paraya ilişti. Parayı görünce titremesi iyice arttı. Tıpkı elektrik cereyanına tutulmuş gibi, "Bu nedir?" diyerek dehşetinden üç adım geriye sıçradı. Alaca karanlığın içinde parlayan para, tıpkı kendisine bakan bir insan gözüydü. Bir müddet bakakaldı. Sonra birden fırlayıp parayı eline aldı ve ufkun her tarafına göz gezdirmeye başladı. Vahşi bir canavar gibi, titremeye devam ediyordu.

Hiçbir şey göremedi. Ufuktan menekşe renginde birtakım dumanlar çıkıyordu. "Ah!..." dedi içinden. "Ah!...". Ah dedikçe içinden de dumanlar çıkıyordu sanki. Çocuğun gitmiş olduğu tarafa koştu. Biraz gidip durdu. Etrafına bakındı, bir şey göremeyince sesinin çıktığı kadar bağırdı:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Sustu, kulak verdi. Ovada vahşi bir sükut ve tenhalık vardı. Yalnızlık ve boşluk... Ve, boşluğun içinde sesi kaybolan Jan Valjan...

Sessizlikle beraber soğuk bir rüzgar esiyordu. Rüzgarla sallanan küçük çalılar ufacık dallarını delicesine sallayıp çıtırdıyor... Sanki dallar canlanmış, birbirlerini korkutuyor ve kovalıyorlardı.

Türlü düşüncelerle bazen yürüyor, bazen koşuyor ve birkaç adımda bir durup sonra böğürür gibi:

Küçük Jerve!... Küçük Jerve!...

Diye var gücüyle bağırıyordu. Biraz sonra hayvanına binmiş giden bir papaz rastgeldi.

Papaz Efendi, Papaz Efendi!...

Diye bağırdı. Medet umar gibi, bir çocuğun geçip gittiğini görüp görmediğini sordu. Papaz donuk donuk cevap verdi:

Hayır.

Küçük Jerve isminde bir çocuk.

Kimseyi görmedim.

Jan Valjan titrek elleriyle kesesinden iki adet beş franklık çıkardı. Papaza uzatarak yalvarır gibi:

Papaz Efendi, bunları fıkaraya veriniz. Bu civarlardan bir çocuktu. Arkasında bir torbası vardı. Buradan geçiyordu. Biraz evvel bir çocuk, belki bilirsiniz.

Bilmiyorum.

Küçük Jerve isminde kimseyi tanımıyor musunuz? Bu civarlardaki köylerden değil midir? Bana haber verebilir misiniz?

Jan Valjan iki beş franklık daha uzattı.

Fukaraya vermek için...

Sonra bütün şaşkınlığı ile beraber haykırmaya başladı:

Ah!... Efendim!... Beni polise veriniz. Ben hırsızın biriyim.

Papaz ürkmüştü. Büyük bir korku ile hayvanını kamçılayıp uzaklaştı. Jan Valjan da koşmaya başladı. Bağıra, çağıra hayli yol aldı. Adam zannettiği şeylere, kurtarıcı gibi koşuyor, fakat yanlarına varınca onların çalı ve taş yığınları olduğunu görüyordu. Nihayet üç yolun ağzından durdu. Gözlerini uzaklarda gezdirerek son defa: "Küçük Jerve! Küçük Jerve! Küçük Jerve!" diye bağırdı. Boğuk sesi, soğuk ve rüzgarlı havanın içinde kaybolup gitti. Artık bağırmıyordu da, "Küçük Jerve" diye inliyordu. Vicdanının üzerine pek ağır bir yük konmuş gibi, dizleri titremeye başladı. Kendinden geçmiş, yanıbaşında bulunan büyük bir taşın üzerine yıkılarak oturdu. Yüzünü, iki dizi arasına aldı. Yumruklarını başına dayayarak: "Ben alçak bir adamım! Alçak..." diye bağırdı. Ağladı. On dokuz seneden beri ilk defa ağlıyordu. Hep Piskopos'un güzel sözleri aklına geliyordu. "Namuslu adam olacağınızı bana vadettiniz. Ruhunuzu satın alıyorum. Onu kötülüklerden ayırıp, Tanrıya veriyorum."

Ayağa kalktı. Sarhoş bir adam gibi gidiyordu. Gözleri bulanıktı. Düşüncelerinin bulanıklığı ise geçiyordu. "Ya insanların en iyisi veya en fenası olmak... Ya Piskopos'un üst tarafına çıkmak veya bir caniden aşağıya inmek... Ya bir melek veya bir şeytan olmak..."

Küçük Jerve'nin parasını çalmıştı. Ne için? Kendisi de bilmiyordu. Artık karanlığı bir tarafa, nuru da bir tarafa ayırmak lazım; gece ve gündüzün ayrıldığı gibi.

Kendini seyreder gibiydi. Gözünün önünde bir hayal görüyordu. Kürek mahkumu Jan Valjan, etiyle kemiğiyle, elindeki sopası, arkasındaki çalınmış şeylerle dolu çantasıyla ve karanlık fikirleriyle beraber gözünün önünde görüyordu. O Jan Valjan'ı, o korkunç çehreyi, gerçekten gördü. Neredeyse "Bu adam da kim?" diye soracaktı. Ürkmüştü ondan. Kendi kendisi ile yüz yüze gelip, hesaplaşıyordu. Bir ara muayene edenin kim olduğuna baktı. Birden karşısında Piskopos'u gördü. Gözleri önünde canlanan bu iki şahısa tek tek baktı. Piskopos bir nur gibi gittikçe büyüyüp parlarken, Jan Valjan ise ufalıp, sönüyordu. Biraz sonra Jan Valjan'ın yerinde yalnız bir gölge kaldı. Sonra da kayboldu. Şimdi ortada yalnız Piskopos bulunuyordu. Ve Piskopos'un hayali bütün ruhunu doldurdu. Öyle ki, bu durum karşısında kadın gibi hisli, çocuk gibi aciz ve ağlıyordu... Gözyaşlarıyla beraber zihninde, bir sabah açılmaya başladı. Garip bir sabah, karanlığa inat bir sabah, ilkbahar gibi tazelik, canlılık...

Kaç saat böyle durup ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bu soruları cevaplayabilmek için Jan Valjan'ı gören olmadı. Yalnız bir arabacı, Piskoposhane'nin önünde bir adamı, diz çökmüş, dua ederken gördü.

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez

Ertesi sabah, Kızılderili Cataure'nin evden gitmiş olduğunu gördüler. İçinden bir ses, dünyanın öbür ucuna da gitse bu ölümcül hastalığı...